1 Mayıs 2010 Cumartesi

Sanalda mana arama

Bazıları yetenekli, bazıları zeki, bazıları şanslı doğar... Böyle doğmayanlar ise sabırlı doğmak, öyle doğmasalar da sabırlı olmak zorundalar. Başka türlü işleri çok zor olur. Hayatları da. Bugünlerde bunlar geçiyor aklımdan. Hangisi olarak doğdum, bilemiyorum. 

1 Mayıs kutlamalarına gidemedim, çünkü ofiste çalışmam gerekti. Çaylak kazığı. Tek başına olmak sıkıcıydı, ama oraya gittikten sonra ötesini umursamadım. Açtım Vivaldi'yi, Bach'ı; verdim sesi dışarı. Diğer departmandaki nöbetçi kurbanlar sesi duyup meraklanarak gelmiş başıma, sonradan fark ettim. Dedim madem burdayız, eziyet kısmını azaltalım. Polyanna hesabı. Bir gece öncesinde Barselona'dan getirdiği güzel İspanyol peynirlerini dostumla şarap eşliğinde mideye indirip gece de çakırkeyf onda uyuyunca, gün güzel bitti. Sohbet-muhabbet... Ama terasta güzel ve uzun bir kahvaltı etmek yerine, elde simit ve şeftalili Ice tea ofise yollanınca... biraz tadım kaçmıştı. Neyse, Taksim'deki kutlamalar güzel geçmiş. Şenlik gibi, bayram gibi... Olması gerektiği gibi. 33 yıl sonra güzel ve özlenen bir manzara... Günün sözü: Demek ki olabiliyormuş.

Dışarıda daha fazla vakit geçirmeye karar verdim. Hafta sonları eve kapanıp bok varmış gibi internetin başına çöreklenmeyeceğim bundan sonra. Hafta sonlarının göbekte laptop kanepe miskinliğinden sıkıldım. Güzel bir kahvaltı, sahilde yürüyüş  ve Adalar... Alırım gazetemi, kitabımı, ipod'umu. Ne var sanki bu internette de başından kalkamıyorum? Ekşi sözlük? Facebook? Twitter? Blog? Hepsinden sıkılıyorum bazen. 

Yani Facebook'ta kim ne fotoğraf eklemiş görmesem, kim foto altına "Neclacım çok güzel çıkmışsın" yazmış okumasam, Twitter'daki saçma sapan "Şunu yedim, bunu içtim, arada gaz çıkardım ama süper eğlendim" martavallarını okumasam, sözlükteki gerizekalı trollerin sığ yorumlarını pas geçsem, siyasi entrylerimi zaman ötesine göndermeye meraklı zavallılara şaşırmasam; neyim eksilir? Siyasi bile değil, 3. köprü eleştirisine bile tahammülsüz, duyarsız, dünyadan haberi olmayan kafasızlar! Ormanlar gitsin, siz de rahat edin öyle mi? 

Bu yakınmaları da blogumda yapıyorum, farkındayım. Blog yazarı olarak kendimi önemsediğimden, kitleleri peşimden sürüklediğimi düşündüğümden değil, sadece içimi buraya döktüğümden... Artık kutular, kutular dolusu deftere yazmaktan sıkıldığımdan. Sinirleniyorum bazen şu laptop'u açıp karşısında hipnotize olur gibi saatler geçirmeme. İnternet vs tüm sanal saçmalıklar yalan geliyor. Samimiyetsiz. Saçma. Boş. Ordaki insanların da gerçek olmadığını düşünüyorum. Beni sadece ordan tanıyorlar, ne kadar anlayabilirler ki? Belki de yanılıyorum, belki de bıktım ve yoruldum. Ya da bugün sinirliyim, bilmiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder