10 Haziran 2013 Pazartesi

On yüz bin milyon ağaç

Günlerdir, insanlar Gezi Parkı direnişinden, olan bitenden bahsediyor. Hayat bu minvalde akıyor ya da duruyor. Kimileri ta başından beri orada. Apolitik sanılan gençlerin ateşlediği bir heyecanla oradalar hem de. "Yaav 2-3 ağaç için değer mi, nereye gidiyor bu iş?" diyenlere aldırmadan. Patti Smith'in dediği gibi, uzun zamandır süren uykularından uyanarak... Edebiyatçılar, oyuncular, yazarlar, sinemacılar var aralarında. Ama çoğu genç, öğrenci. X, Y, Z... kuşakları fark eder mi? Çapulcu, ayyaş, marjinal addedilseler de yılmıyorlar, tazyikli suyla biber gazına rağmen tınmıyorlar. Bir süre yanlarında olabildim, kısa bir süre. Gurur duydum onlarla, cesaretleriyle, yaptıklarıyla. Vay be, dedim.

Bazıları tosuruğuyla kavga ederken, hayatındaki türlü zırvalıklara matah bir şey gibi sarılırken, ilgi çekmek için türlü şaklabanlıklar yaparken; bu çocuklar hiç umulmadık şeyler yaptılar.

İstedikleri, istediğimiz şeyi anlamak çok da zor değil aslında. Yok sayılmamak, sürekli "öteki" sayılıp dışlanmamak, doğuracağımız çocuk sayısından onu nasıl doğuracağımıza, içkiyi evde mi dışarıda mı içeceğimize, içeceksek kaça kadar içebileceğimize karışılmaması, kentimizle ilgili kararlarda söz sahibi olmak, azarlanmamak... Alt alta sıraladığımızda çok da korkunç şeyler istediğimizi sanmıyorum.

Bunu isteyen insanların vandal, çapulcu, marjinal addedilmesini ya da buna inanılmasını da hala kafam almıyor. Barış içinde yaşayalım, yok sayılmayalım; o-bu-şu-o diye etiketlenmeyelim, özgür olabilelim... Ankara'da bir arkadaşımızın biber gazı yüzünden kör olması, fotoğrafçı bir arkadaşımızın aynı sebepten kolunun kırılması, hayatını kaybeden gencecik insanlar... Bunları duyup okudukça bu silkinmişlik, öfkeye dönüşüyor. Acıya dönüşüyor. Bu insanların günlerdir cesaretle sürdürdüğü şey boşa gitmesin, gitmemeli diye endişeye dönüşüyor. Dünya anladı, burası anlamadı; anlamak istemedi. Evlerdeki sirke-limon stokları eridi, o gazlar sular bitmedi.

Bugün bir toplantıdan dönerken bindiğimiz taksinin şoförünün sözleri bu yüzden daha da canımı sıktı. Biz Gezi Parkı'nda olanlardan söz ederken araya girdi: "Ama ben de öyle şeyler gördüm ki yani..." 
Burada meraklanmamızı bekleyen bir es.
"Ne gördünüz acaba, merak ettim." diye soruyorum esin uzamasından sıkılıp.
"Gençler böyle kızlı erkekli, alkol filan... Cık..."
"Nerede gördünüz bunu, Gezi Parkı'nda mı?
"Hayır da yani, Sıraselviler'de..."
"Biz burada Gezi Parkı'ndan ve oradaki insanlardan bahsediyoruz, orada böyle bir şey gördünüz mü? Ben görmedim. Arkadaşlarım da görmemiş. Sıraselviler'e nereden geldi mevzu, anlayamadım. Konuyu bulandırmanın, başka yerlere çekmeye çalışmanın alemi yok ki." diyorum. Sinirime şaşıyorum başta. Ama aynadan göz teması bile kurmayan, bindiğimizde bir "İyi günler" bile demeyen adamın bu kadar rahat atıp tutması canımı sıkıyor.

Maslak'ta yaptığı bu gereksiz girizgahtan sonra ağzını açmıyor bir daha. O trafikte Altunizade'ye kadar sesi çıkmıyor. Birçok arkadaşımı, kendimi, onca yazar çizeri, içinde kuzenimin de olduğu o çocukları bilmesem; çok "ahlaksız" şeyler olur sanacağım orada. Uuuv... Velev ki öyle... 

İki gencin öpüşmesi, birazcık bira yudumlaması ne kadar rahatsız ediyormuş bazılarını meğer. Siyah sopalılar 1'e 10 saldırıp insanları öldüresiye döverken, dağ-taş-ova-bayır-çayır silme AVM-otel-rezidans dolarken, sinema-kültür merkezi adına ne varsa yıkılıp içi boş cırcır böceği kabuğuna dönerken, insanlar %50 %50 ayrılırken, ağaç-park yeşili azalıp başka bir yeşile dönerken, şu saatte iç, onu da git evinde iç, şu kadar çocuk doğur, onu da normal doğur, burayı da oyacağız içine badem koyacağız denirken, Haydarpaşa gibi çocukluğumuzun anıları cayırdarken, boğaz dizi dizi köprü olup ayaklarındaki son ağaçlar da meçhule "taşınırken" kimse rahatsız olmuyor da...

Bak ya... İnsanlar artık "insan" yerine konmak istiyor. Azar işitmekten, kandırılmaktan bıktık. Vandal cehaletten yorulduk. Asıl vandallık bu. Darmadağın edip geride bir şey bırakmamacasına yok etmek. Tarihi olanı yıkıp, eskimiş yok olmuşu kıymetlidur diye hortlatmaya çalışmak... 

Birçok şeyden gönlümüz bulandı artık, kırıldık. Gideceğimiz, gitmek istediğimiz bir yer yok, ikamet burada; var mı başka bir çözüm öneriniz? 35 yaşındayım, yazıp çizerek sürdürmeye çalıştığım hayatım İzmir-İstanbul arasında geçti. Ailem burada, dostlarım burada, kocam burada, kedilerim kitaplarım burada. Kedilerimi 1 haftadan fazla yalnız bile bırakamam ben. 

Siyasetle sıcak temasım; üniversite yıllarında seçimde oy verdiğim parti, kısa-kırmızı saçlarım ve koltuğumun altındaki gazete yüzünden yurttaki birkaç terlikli havhav'dan aldığım tehditten ibaret. Topuklar dibe vura vura nereye kaçalım istiyorsunuz ki? Herkes bin pişmanken burada yaşadığına, bu sefer "İyi ki burdaymışım, varmışım, sesimi çıkarmışım" dedi. Uzakta olanlar hayıflandı bu kez.

Derdimiz, daha yaşanılır bir yer sadece. Bunları anlatmaya çalışıyorlar hep. Debelenmemiz bundan. Böcek addetseniz de durum bu. Sanat-sepetle uğraşan, okuyan düşünen, düşünüp üzülen, üzülünce de "Yeter be" diye vicdanını sokağa salan insanların bütün derdi bu. Valla bak... Buradan nereye yol olur bu sözler, kaç yüz bin milyon ağaca tekabül eder bilmem ama o güzel genç insanları hiç unutmayacağım ben. Ora kırıldı bura döküldü vız vız filan ama, birşeylerin cilası da ne zamandır dökük.

2 yorum:

  1. örtünün dışında kalan kulak ve topuktan tahrik olduğunu açıkça söyleyen insanlardan bahsediyoruz... ben bir kısmının anlamasını kesinlikle beklemiyorum... kalan kısmın da hayal gücü geniştir umarım... :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. evet cahil ve anlayışsız olabilir bazıları, ama onların da bilmeye ve anlamaya ihtiyaçları var bence. bazıları da kıl tüy derecesinde biatla meşgul ki, onları ben de anlamakta zorlanıyorum :)

      Sil