31 Mayıs 2013 Cuma

Taksim'de ÇaTışma

İnsanlardan, inandıkları şeyleri almak istiyorlar... Hoyratça, hiçe sayarak, merhamet etmeden...


 Zaytung'dan...
Duyuru: Bugün site pek güncellenmeyecek değerli okurlar. Onun yerine Taksim'e bir kez daha biber gazı ve tazyikli su yemeye gidicez (tadına doyamadık).

İstanbul'daysanız sizleri de bekleriz, değilseniz de aşağıdaki listeden kendinize bir yer seçebilirsiniz. Tekrar görüşmek üzere...



Dokunma!

Taksim Gezi Parkı'ndan...

Photo by Gencay Kamışoğlu

28 Mayıs 2013 Salı

Nasıl bir ülke oldu burası?

Vapur iskelesini satmak?

Şaşırma eşiğimin şirazesi bozuldu yemin ederim. Sonuç.

Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun İstanbul'da kesilen ağaçlar için yazdığı bir şiirden dizeler...



Merhametten nasibini almamak, nasıl bir utanç...

24 Mayıs 2013 Cuma

Çay ve güzel şeyler


Görsel için kaynak
"Sonra belki çay içeriz.
Şansımız varsa yağmur da yağar.
Damlalara huzur yüklemece oynarız.
Benim damlam seninkini alnından öper.
Güzel şeyler olur belki.
Sen gel bence..."

Lale Müldür

23 Mayıs 2013 Perşembe

Geçmiş olsun Can

Uzun süredir ayrı şehirlerde olduğumuzdan pek görüşemediğimiz (ama sarıldığınız ilk anda daha dün görüşmüş  gibi hissedersiniz hani, işte öyle) sevdiğim bir dostumla görüştük geçenlerde. Zeyno'nun 3.5 yaşındaki oğlunu ziyaret etmek için Anneler Günü olan pazarı seçtim, çünkü cumartesi yakın bir arkadaşımız evleniyordu; zaman yoktu. 

Oğlu, ziyaretimin sebebi minik Can; gördüğüm en sakin ve cana yakın küçük adam, açık kalp ameliyatı olmuştu ziyaretimden iki-üç gün önce. Doğuştan kalbi delikti ve kapanmayınca da doktorlar daha fazla beklemeyi riskli bulmuşlardı.

Akciğerine kadar giren direnden kurtulmuş,  boynundaki katetere de (anne babasının deyimiyle küpe) takılmadan benimle güzel güzel sohbet eden Can'a bayıldım. Ziyaretçisi boldu; anneanne, anneannenin annesi, kuzenler, teyzeler, büyük dayılar, babaanne, babannenin annesi (80 küsur yaşında, sarı saçlı, pembe ojeli, dinç ve şen şakrak bir kadın)... Kocaman ve birbirine çok bağlı güzel bir ailesi var. Şanslı. Son saydığım teyzenin yaptığı makarnayı yemesi (günlerdir serum dışında yediği tek şey) ise günün güzel haberiydi.


Ne ağlama, ne mızmızlanma... Hiçbiri yoktu; yaptığı resimlerle ve oyuncaklarıyla takılan, tatlı ve güler yüzlü bir çocuk vardı odada. "Ben hayvanları çok severim biliyor musun, hem de hepsini" dedi bana oyuncaklarıyla oynarken. Kurbağadan ata, panterden gergedana bir sürü oyuncak hayvanla doluydu oda... 


Hastane odasında, orası burası hortumlarla dolu insanları görmek zaten zor; bir de minicik bir çocuk olunca o yatakta yatan... Oyh! Böyle şeyler insanı ne kadar fena yapıyormuş. Ama Can gayet iyi görünüyordu.

Anne-babasını, tüfek ya da araba yerine bunları aldıkları için takdir ettim. Kafasını kaldırıp "Bizim hayvan çiftliğimiz olsun mu burası?" dedi. Seve seve kabul ettim, çiftliğin kahyası oldum. Bütün hayvanları gezdirdik, uyuttuk; sonra bizim oğlanları anlattım ona. Obi ile Yoda'yı merak etti.  


Konuş konuş, gitme vakti geldi. "Ben gidiyorum Can'cım, yine görüşürüz" deyince alt dudağını sarkıttı seninki.  "Hmm" dedi sadece. "Sen bize gel iyileşince olur mu?" dedim, "İyileştim ki ben, küpem de çıkacak hem" dedi. Güldüm. Ben çıkarken babannesine canlı kedi siparişi veriyordu. Aklıma geldi, kedili tişörtle çiftliğinin eksiği kediyi yolladım sonra.

Neyse ki şimdi iyi. İlk fırsatta (canlı kediler) Obi ile Yoda'yı sevmeye gelecek, bekliyoruz dört gözle :)

16 Mayıs 2013 Perşembe

Hayat dediğin nedir ki?


"Hayallerinden vazgeçeli ne kadar oldu, hep aynı şeyleri yapıyorsan, yaşadığın gün senin olmadıkça hayat dediğin nedir ki? Spor salonuna hapsolma, kanepede yayılma, hayallerinden vazgeçme" filan derken reklamlar, kandırıldığımızı düşünmekten başka bir şey yapamıyorum.

Evet, can alıcı cümleler kuruyor, herkese "Hakkaten ha, nerede benim hayallerim? Aman da nereye gitti renkli misketlerim?" dedirtiyorsunuz belki ama bu bir an sürüyor. Kısacık bir an ve aslında hiçbir şey değişmiyor.

Herkes asık suratıyla işine/okuluna gitmeye devam ediyor. Kendi minik hayatını renklendirmek için elinden geldiğince uğraşmaya çalışıyor. "Ne kadar da mutluyum"u başkalarının gözüne sokmak için çabalayıp duruyor. Hepsi bu. Aslında kabuğuna çekilmekten başka bir şey değil. Herkesin kendi minik, güvenli kabuğu... Evime, (katlanamasam da) işime gidip geliyorum, eh evet çoğu zaman mutluyum, sağlığım yerinde; sevdiklerim, kedilerim filan ama benim minik evrenimin dışı hiç iç açıcı değil ki. Bu durumda gerçekten mutlu olabilmek nasıl mümkün olabilir ki?

Bir tarafta insanlar ölürken, politika için ödenen "maliyetler"den söz edilirken, gözlerimiz kulaklarımız kapatılırken, gidip görünce hayran kaldığımız doğa siyanürle altın aramak için yok edilirken, her taraf AVM dolarken, haklarımız elimizden alınırken, sesimiz kesilirken... özetle bazı eller boğazımızı daha da sıkarken bu reklamlar, olan bitenler hiç inandırıcı değil. Resmen dalga geçiyorlar bizimle. Tepişen filler ezilen çimler, tepeye çıkan cinler. "Sen buna layıksın, çok konuşma..." diyorlar kocaman kocaman sesleriyle.

Enseyi karartmamak lazım ama, her zaman işe yaramıyor işte. O reklamlardaki hayallerin koca bir tarafı açıkta kalıyor, boşluk cereyan yapıyor bünyeye...

Keşke sıcak bir fincan çay ve sohbetle unutulabilse. Mutlu şeylere hasret bırakılmak fena bir şey.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Amelia'nın şahane dünyası

Amerikalı fotoğrafçı Robin Schwartz 10 yıldır kızı Amelia’nın, dünyanın farklı yerlerinde çeşitli hayvanlarla birlikte fotoğrafını çekiyormuş.

Sonrasında “Amelia’nın Dünyası ve Hayvan Yakınlığı” adlı, küçük Amelia’nın hayvanlarla büyümesini muhteşem karelerle anlatan seri ortaya çıkmış.

Amelia'ya bayıldım. Amelia gibi olmak ya da onun gibi bir çocuk yetiştirmek, hayat, vapurlar filan... Fotoğraflar için 

Robin Schwartz'ın kendi web sitesinde  Amelia'nın daha fazla fotoğrafını görebilirsiniz.

Bu da Shwartz'ın tumblr adresi.

7 Mayıs 2013 Salı

Çalar saat

Her sabah telefonun alarmı çalar çalmaz, koridor kapısının önüne konuşlanıp acıklı acıklı miyavlayan Yoda...

Umarım böyle şeyler yapmak aklına hiç gelmez uslu oğlum benim. 

Delilerden sen anlarsın konuş onlarla

Mütemadiyen delilerin oturduğu evlerin alt katını kiralıyorum. Bu makus talihim, son iki evdir peşimi bırakmıyor. Eski apartmanda, üst katımda bir teyze vardı. 40'larında. Kızıl saçlı, gözlüklü; entelektüel görünüşlü. Kendisiyle tanışmamız, apartman kapısında karşılaşınca kendisine nazikçe "İyi akşamlar" demem, onun ise suratıma bön bön bakarak "Sizi tanımıyorum!" demesi şeklinde olmuştu. Şahane başlangıç!

Aylarca gece yarıları evin mobilyalarının yerini değiştirmesini, balkonuma saçma sapan şeyler atmasını, bağırmasını, küfretmesini çektikten sonra kiminle kavga ettiğini yan komşu sayesinde öğrendim: Kedisi!  

"Bıktım sendeeeen, Allah seni kahretsiiiin! Defoooool!" diye bağırdığı kişi, kedisiymiş meğer. Kadına ayrı, hayvancağıza ayrı acıdım. Daha sonra apartmanın karşısındaki markettekilerle kavga etti; onlara yumurta, kavanozla salça fırlattı. 

Markettekilerin karşı atağa geçmesi de günlerce balkonumdan kurumuş yumurta, perdelerimden ise domates salçası temizlememle neticelendi. Biri akıllı olsa bari!

Tüm apartmanın, kadının ev sahibinin ardından polise şikayetleri, polisin defalarca gelmesi ancak kadının kapıyı açmaması derken bizden önce taşındı. Ama bir süre kabuslarıma girmeye devam etti. Üzülüyorum bu insanların haline. Ama olmaları gereken yer, tek başlarına yaşayacakları evler mi; emin olamıyorum bazen... 

Kaynak: http://www.pekguzelseyler.blogspot.com/
Bu apartmanda da ev sahibinin kız kardeşi üst katımızda; o da bağırıyor, küfrediyor, son ses müzik dinliyor. Gece yarıları kavgalar, uçuşan mobilyalar, balkonumda ve camların önünde bulduğum çöpler, cama dökülen çaylar ve yemek artıkları gırla... Daha da diyecek bir şeyim yok. Zira yorucu ve sinir bozucu bir şey bu. Çünkü karşınızdaki insanın akıl sağlığı yerinde olmadığı için yapacak bir şeyiniz de yok.

Bir gün ben de delirip üst kata mı uçarım yoksa tası-tarağı toplar, dağda kulübe yapıp oraya mı taşınırım bilemedim. Böyle medeniyet olmaz olsun, bir sürü insan üst üste kutularda dizili. Delisi sinirlisi. Nefret ettim apartman hayatından!

Kaynak: http://www.pekguzelseyler.blogspot.com/

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Hıdırellez!

Bugün Hıdırellez. Kırmızı keseler içindeki dileklerin hazırlanıp gül dalına asıldığı, sonra da toplandığı gün. Kimi denize atar, kimi cüzdanında saklar. Kimi toprağa çizer, kimi taşlardan şekiller yapar... Şamanizm diye dalga geçenlere inat, ben seviyorum. Neşe geliyor insana.

Bu yıl apartmanın bahçesine ceset gömer gibi gizli-saklı uğraşmaktansa, kırmızı kesemi balkondaki gül dalına asmak daha az riskli geldi. (Neme lazım, üst katta deli var.) Hızır'la İlyas üşenmez, dört kat çıkar diye düşündüm. Sonrasında saklasam mı yoksa denize mi atsam, karar vereceğim.


Eskiden Ahırkapı Şenlikleri'ne giderdim her Hıdırellez'de, kalabalık olsa da pek eğlenceliydi. İnsan seli ve herkes ağaçlara, duvarlara çaput, dilek kağıdı bağlıyor... Punkçısı metalcisi, herkesin aynı anda deli gibi göbek attığı tek yerdi herhalde! Herkes güzel, herkes çiçek!

Bahar güzelliklerle gelsin, Hızır'la İlyas herkesin dileğini kabul etsin :) Organik pazardan aldığımız domates fideleri ve balkondaki çiçeklerim, Hıdırellez aşkına umarım sizi yetiştirmeyi becerebilirim!


5 Mayıs 2013 Pazar

Yeni adım Mia




Bizim kara cimcime sonunda bir yuva buldu. 1 ay veterinerde misafir olduktan sonra. Ofisten arkadaşım  G., kedisi Rukiye'nin yanına kabul etti kendisini. Evlerinin ikinci kedisi artık o. Yeni adı ise Mia'ymış. Gayet sağlıklı ve mutluymuş, haberlerini alıyoruz. Pek hareketli, zıp orada zıp burada. Koşup koşup dize kafa atmalar, üç zıplayışta oraya buraya gitmeler...

Rukiye (evin ilk kedisi) üstüne kuma gelmesinden başta rahatsız olsa da, cimcimeyi sandığımızdan da çabuk kabullenmiş. Abla-kardeş, babalarını üzmeden mutlu mesut takılıyormuş. 

Tek sorun, bizim küçük kızın kakasını (G'nin deyimiyle 9 yaşındaki çocuk kakası miktarında, ahaha) tutamayıp, arkadaşla sevgilisinin en sevdikleri battaniyeye bırakması olmuş. Neyse ki bir kezlik bir kazaydı. Di mi kızım? Mahçup ettin bizi ama, insancıklar sen korkma diye yanında uyumana izin versinler, sen böyle yap. Cık. İnsan sorumluluk, akabinde vicdan azabı hissediyor yahu. 

Neyse, mutlu bir yuva buldun ya, o bize yeter. Caddebostan sahildeki devir teslim fotoğrafların da aşağıda. Bayağı alışmışım sana bıdık, kafes içinde yeni anne babanla giderken hüzünlendim. Ama emin ellerde olduğunu bilmek çok güzel...





Moskova yollları taştan



Fotoğrafta, sağdaki kişi abim. Tabii bundan yaklaşık 30 sene önceki hali. Şimdi Moskova'ya gidiyor. Uzuunca bir süreliğine. Kaç yıl? Bilmiyorum. Bıktı buralardan. Çok daha iyi şartlarda bir teklif gelince de kabul etti.

Fikri duyduğumdan beri alışmaya çalışıyorum. Kafamda ne kadar evirip çevirsem de sevemedim. Uzun yıllar oralarda çalıştı ama sonra İzmir'e döndü. Artık İzmir'de kalır diye düşünürken 1 yıl dayanabildi memleket şartlarına. İşi gereği Moskova şahane şartlar sunuyor tamam, kariyeri açısından çok daha iyi olacak evet, ama şuracıktaydı be ya! İsteyince görüşüyorduk, birlikte bir şeyler yapabiliyorduk. Beyle iki lafın belini kırıyor, mis gibi muhabbet ediyorlardı. Gezi planları yapıyorduk... Falan filan. Canım sıkıldı. Üzüldüm."Artık siz gelirsiniz, vize de kalktı" dedi. "Ben de izin alıp gelirim sizi görmeye" dedi. "Peki" dedim. Ne diyeyim... Adam kararını vermiş... Yolu açık olsun, daha mutlu olur umarım oralarda. Ama yıllardır ömrümüz onu özlemekle geçti. Hayat onun, mutlu olsun istiyoruz elbette.

Bu ülkeden gidip oralara yerleşen arkadaşlarımı düşünüyorum, onları ne kadar özlesem de kendilerine hak vermeden edemiyorum. Kalmaları için ısrar edilebilecek bir durum yok bu ülkede. Ne yazık ki. Hele şimdi, daha da ürkütücü geliyor her şey. 1 Mayıs'ın üstanden kaç gün geçti...

Eh, n'apalım... Bizim beyin kayıp pasaport bulundu. Benimkisi zaten tamam. Gitmeyen ne olsun!