8 Mart 2013 Cuma

Vicdan

Pek kitap okuyamıyorum bu aralar, can sıkıcı. Mesleki deformasyon dedikleri şey, editörlükte elle tutulur hale geldi artık. İş gereği sürekli yazmaktan ve okumaktan, keyfim için okumaya mecalim kalmıyor. Gıcık.

Dün akşam bey "Sana resimli roman aldım" deyince sevindim. Bu isimde bir dergi/çizgi roman varmış, onun dışında bir de Vicdan'ın maceralarını almış bana. Eskiden karikatüristlik yaptığından, haliyle daha iyi takip ediyor mizah dergilerini... Bense anca arada Uykusuz okuyorum, o ka.

Gelelim Vicdan'a... Vicdan'ı hayal meyal hatırlıyorum sanki Gırgır'dan. Karikatürist İlban Ertem'in yarattığı bir karakter Vicdan. Dişi bir sokak kedisi. Tekir. Sanırım Ertem'in eşinin böyle bir kedisi de varmış, ama bu dünyadan göçeli epey zaman olmuş. İlban Ertem şimdi n'apıyor derseniz, yıllar önce Bodrum'a yerleşmiş. Dilerim keyfi yerindedir.



Çizgi roman; Vicdan'ın, Gırgır'ın her sayısında 2 sayfa yayınlanan maceralarının kitaplaşmış hali. 68 sayfa. Çocuk gibi sevindim akşam ve elimden bırakamadım. Siz de tanışın istedim.

Vicdan'ın, sokak kedisi annesi Arap'tan başlıyor anlatmaya; Vicdan ve kardeşlerinin doğmasını, sokaklarda yaşadıklarını, tehlikelerden korunmak için yaptıklarını, kurdukları dostlukları, yedikleri kazıkları, sokak kedilerinin bir eve kapağı atmak üzere yaptıkları her şeyi, her macerayı güzel güzel anlatıyor. Hem de çok akıcı bir dille, gülümseten ayrıntılarla. Akşam okumaya başladığımda, Yoda da göbeğimin üstünde sanki neye güldüğümü anlamış gibi dikkatli dikkatli bakıyordu.



Vicdan, sokaklarda başına gelen her türlü beladan kedi şansıyla kurtuluyor, istediği eve kapağı atıp kendini sevdiriyor, sevmediği yerden de dört patiye kaçıyor. Sırtını pek, karnını tok tutmak için uğraşıyor sürekli. Kimsenin kulu kölesi olmak gibi bir derdi de yok, haysiyetli bir kedi. Eve işedi diye fırça mı yedi, hemen onu evine alan adamın yaptıklarını taklit edip klozete tünüyor! Akıllı da :)


Vicdan, kedi gözünden hayatı anlatıyor aslında. Sokaklarda yiyecek bulma derdi dışında insanların gazabından korunmaya, hayatta kalmaya çalışan sokak hayvanlarını çok güzel anlatıyor. O kadar çok ezyet görüyorlar ki, akıl alacak gibi değil. Kedi kitabı deyip geçemem bu yüzden. İsmi bile o kadar çok şey anlatıyor ki: Vicdan.

Eline sağlık İlban Ertem, ne iyi etmiş de çizmiş ve Vicdan'la tanıştırmışsın bizi... Ne iyi ki Gırgır fasikülleriyle yok olup gitmesine izin verilmemiş de kitaplaştırılmış. Ve ne iyi etmiş de bizim bey de bana almış, heheh :)



Vicdan
Uykusuz Çizgi Roman Klasikleri Dizisi
Mürekkep Basın
68 Sf. / 15 TL

5 Mart 2013 Salı

Helvetica

Yazı ve tasarımla uğraşanlar için fontlar önemlidir. Gözlerinin alışık olduğu, sevdikleri fontlarla yazmak/tasarlamak isterler hep. Sanki o font, ah işte o font daha güzel gösterir işi.

Favorim olan Helvetica mesela, 1957 yılında İsviçreli yazı tipi şirketi Haas için tasarlanmış. Asıl adı "Neue Haas Grotesk" olan bu fontun ismini, Amerikalılara satmak için daha akılda kalıcı bir şeyle değiştirmek istemişler. Latincede İsviçre anlamına gelen "Helvetia"dan da, "Ülke ismi vermeyelim şimdi" diye caymışlar. En sonunda "İsviçreli" anlamına gelen Helvetica kalmış. Böyle hikayesi olan şeyleri seviyorum.

Anlaşılabilirlik ve netlik açısından trafik işaretleri, uyarı levhaları, reklam metinleri, reklam panoları ve devletler arası yazışmalarda kullanılan bu fontun belgeseli bile varmış. Gary Hustwit çekmiş, bir yazı karakteri hakkında bugüne kadar çekilen ilk uzun metrajlı belgeselmiş. Bkz bu da belgeselin linki. (Wikipedia'nın yalancısıyım)

Helvetica toktur, nettir. Courier daha ince durur, daktilo yazısına benzer. Times New Roman klasiktir. Times tırnaklıdır, Trebuchet de güzeldir. Aşağıdaki köpüklere baktığımda, favorim yine Helvetica sanırım, azıcık da Courier... (Blogda Georgia kullanıyorum ayrı.)



1 Mart 2013 Cuma

Tilki bey

Mart geldiyse bahar gelmiştir... İstanbul'da hava güneşli, mesudum. Hafta sonu İzmir'e gidiyoruz, iki arkadaşım da bizimle geliyor; bu yüzden daha da mesudum. Cümbür cemaat yolculuklara bayılırım. Bahar gelsiin, güzel şeyler olsuun, hep böyle iyi hissedeliim... (Bkz. Kulağa Polyanna kaçması) -Nasılsın? * Çiçek gibi.

Bu meraklı tilki bey de Romanya'da, St Ana Gölü çevresinde ikamet ediyormuş. Fotoğrafçı Dan Dinu ile hayli samimi görünüyorlar. Sabah sabah kendisiyle Facebook'ta karşılaştık, görünen o ki fotoğrafçılığa pek meraklı. Yirim.

Kaynak ve ayrıntılar için

28 Şubat 2013 Perşembe

Beyoğlu sergi turu

Vee Şubat'ın son günü... 
Geçen hafta sonunun (16 Şubat) etkinliği, ne zamandır görmek istediğimiz sergilerdi. Hepsi Beyoğlu'nda olunca, bir güne boncuk gibi peşpeşe dizdik. Pera Müzesi, Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi ve Salt Beyoğlu... Bünyenin müzeye doyduğu güzel bir hafta sonuydu.

İlk durak, Pera Müzesi'ndeki Nickolas Muray sergisiydi.  Macar fotoğrafçı, cebinde birkaç dolar, dilinde birkaç İngilizce kelimeyle Amerika'ya gelmiş. Broadway sanatçılarını fotoğraflayıp ünlenen Muray, ilk doğal renkli fotoğrafı çekmesiyle tarihe geçmiş. Eskiden elle boyanarak renklendirilen fotoğraflar, sayesinde gerçek rengiyle basılmaya başlamış.

Frida & Nickolas
Dansçıları, oyuncuları fotoğraflamış; Camel, Coca Cola gibi birçok markanın da reklam fotoğraflarını çekmiş. Frida Kahlo, portresini çektiği ve aşk yaşadığı kadınlar arasında hayatında en çok iz bırakanı. Bilinen birçok Frida portresi onun objektifinden. (Altta, gözünde çerçeve olansa benim objektifimden, sergi ortamı; parlayan camlar, agh...)

 
Frida'nın Diego'dan vazgeçmeyeceğini anladığında ilişkileri sona ermiş. Serginin neredeyse bir katı Frida fotoğraflarından oluşuyordu. İşin fenası, Diego ile Frida'nın samimi fotoğraflarını da çekmiş Muray. Acı da çekmiş olmalı...

Diego & Frida
Nickolas Muray sergisi, 21 Nisan'a kadar Pera Müzesi'nde...

İkinci durak, Yapı Kredi Kültür Merkezi'ndeki "Nazım 111 yaşında, Alnımın Çizgilerindesin Memleketim" sergisi. Bu, daha duygusal bir sergiydi. Türkiye'den ayrıldığı 1951'den, 1963'teki ölümüne kadar  yurtdışında geçirdiği yılların hasret dolu fotoğraflarından oluşuyordu.Rusya'daki arşivlerden getirilen, daha önce bilinmeyenler de dahil. Plakları, kitapları, kartpostalları...


Girişte ise bir dilek ağacına, küçük Japon kızı Sadako'nun yaptığı gibi dileğiniz gerçekleşsin diye hazırladığınız turna kuşlarını asıyorsunuz. Ben birini ağaca asıp diğerini de anı olarak defterimin arasında sakladım.

 0001.jpg


Hüzünlü bir sergiydi. Memleket hasretiyle yanan Nazım'ın bazı fotoğrafları gülümsetirken, bazıları da iç burkuyor. Sergi 31 Mart'a kadar Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde...

Ve 3. durak, Salt Beyoğlu..."Duvar Resminden Korkuyorlar" sergisi. 12 Eylül öncesinden parçalanan heykeller, boya dökülerek tahrip edilen duvar resimler... Gazete-dergi haberlerinin ağırlıkta olduğu bu sergi, 21  Nisan'a dek açık.

27 Şubat 2013 Çarşamba

Skyfall

Oscar filmlerinden Skyfall'u izledik dün akşam. Bond serisinin 50. yılı şerefine. Normalde "Amaan erkek filmi" kategorisine almayıp mırın-kırın etmeden izlediğim ender patlamalı-çatlamalı filmlerdendir bu seri. Severim. Bond karizması.

Skyfall'u da sevdim. Başındaki İstanbul sahneleri için epeyce gürültü kopmuştu yurdum medyasında. Kapalıçarşı'nın çatılarında motorsikletle gitmeler, sebze tezgahlarını devirmeler vs vs.

Amerikan/İngiliz filmi klişesi olarak burada da Türkiye'yi Arap ülkesi olarak göstermekten yüksünmemişler. Fonda Arap müziği vs... Ben daha çok İskoçya sahnelerini beğendim. Kötü adam Javier Bardem'i sevdim. Film heyecanlı. Sahneler güzel. Acıdım ama 007'ye, yeter bu ka ıstırap hüzün... Hiç beklemediğim bombaya da üzüldüm. Neyse, daha fazla spoiler vermeyeyim!

James Bond müziklerinden daha önce bahsetmiştim, Chris Cornell'ın Casino Royale'de söylediği "You Know My Name"i tek geçerim ama bu filmin tema müziği/şarkısı da güzeldi. Adele yazıp söylüyor.

"Bebek de yaparım kariyer de" insanı olarak, Grammy'leri topladıktan sonra Skyfall şarkısıyla da En İyi Film Müziği Oscar'ını da kucakladı. iTunes'da koştuğu rekordan belliymiş Oscar'ın gelişi.

Mehmet Tez'in dediği gibi belki de "En iyi solo pop performansı ödülünün adı Adele ödülü olarak değiştirilmelidir. Zira önümüzdeki yıllarda da bu alanda ödülü kendisinin alması muhtemeldir."

Bir daha çal Sam...

26 Şubat 2013 Salı

Oscar da geldi geçti

Oscar törenlerini Pazar gecesi izleyemedim, malum 3 saat sonra işe gitmek üzere kalkmak filan gerekiyor. Dün akşamki tekrarları izledim, dikkatimi ilk çeken sunucunun zevzekliği oldu. Seth MacFarlane, Family Guy'ı yaratmışsın; pek hoş pek güzel de, Oscar sunuculuğuna hiç girmeseydin keşke.

"Göğüslerini gördüm" isimli bayağı eseri seslendirdiğinde, adı geçen her aktrisin suratındaki dehşet ifadesi çok açıktı. Sonrasındaki "gay korosu" kısmı ise ayrı bir rezalet. Aynı anda hem kadınları hem de eşcinselleri aşağılamayı başardın, bravo! Cinsiyetçi ve homofobik tavrından ötürü en sivri Oscar sana gelsin.

Gerçekten banal, aptalca ve aşağılayıcıydı. Komedinin derin, felsefi olması her zaman beklenen bir şey değildir ama bu kadar banali de zavallıca.

Jennifer Lawrence'ın "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü almasına sevindim ama şaşırdım. Çünkü şahane bir performans değildi "Silver Linings Playbook"taki rolü. Film sevimliydi, hoştu; beğendim ama Oscar'lık bir pırıltı göremedim açıkçası. Gerçi Oscar'ların sinemayla ilgili olduğunu düşünmüyorum ne zamandır.

Ama elbisesi güzelmiş, şıklık mühim şey. Merdivene kapaklanması unutulmazlar arasına girdi, neyse ki "artist" Jean Dujardin centilmence koşup paspas gibi serilmiş kızcağızı kaldırdı yerden.


Ah, Charlize Theron! Saçını sıfıra vurdurunca da güzelsin, kuğu gibisin... Beğeniyoruz maaile. Zarif dansını da takdir ettik. İnsan güzel olunca...



Ödül alan filmlerden "Argo" ve "Lincoln"ü izlemedim ama Daniel Day Lewis'e şaşırmadım, zira kendisi ayak parmağıyla bile şahane rol yapabilen bir insan. (Ödül almasa da ödül veren) Merly Streep olmaya doğru giderse üzülebiliriz belki.  

(Ama konuşmasında kendisine ödülünü veren Merly ablaya espri yapması, karısından sevgiyle bahsetmesi hoşuma gitti. Espri yapmasına şaşırdım adamın!) Christoph Waltz ise yıllardır bir yerde saklanıyordu da, sonrasında Oscar almaya aramıza geldi sanki.

İzlediğim ve sevdiğim filmlerden "Brave" ile "Life of Pi"nin ödül almasına sevindim. Ang Lee şahane bir yönetmen. Ama "Zero Dark Thirty", "Argo", "The Hurt Locker" tarzı filmlerden hakkaten sıkıldım.  Yeter bu ka kahramanlık. Zaten first leydiyle kaküllerini de kaçırdım.

Adele ile  Kristin Chenoweth'in yan yana haline sesli gülmüş olabilirim, ehm...

"Amour"u izlemeyi çok istiyorum ama yüreğim kaldırır mı emin değilim. "Les Miserables" ise müzikal sevmediğimden izlenecekler listeme girmeyebilir. Eh, bu da benim ayıbım. İnsan Hugh Jackman hatırına izler.

Bahar geliyor!

Baharın gelmesinden, cemrelerin peşpeşe düşmesinden ziyadesiyle memnunum. Yağmurdan, çamurdan, kara bulutlardan sıtkım sıyrılmıştı.

Bünyem ise her gün spora gitmeye artık alıştı, ağrıyıp sızlayarak tepki vermeyi bıraktı. Hafta sonunu iple çekiyorum, memleket yollarına düşeceğiz. Bir arkadaşım da bize katılacak, cuma gelsin diye bekler oldum.

Peki bu hafta geçer mi? Bence hava böyle güneşli olursa su gibi geçer... Ofisteki depremleri bile umursamam, o derece. Güneş enerjisiyle çalışıyorum ben, kötü niyetlileri bile bertaraf edebiliyor; hastasıyım.

 Kedilerden de anlaşılabiliyor baharın gelişi. Bkz. kedi ağacı.