gündem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gündem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Temmuz 2018 Çarşamba

İç şişmesi

Artık haberleri izleyemiyorum. Kızım izlemesin/duymasın diye uğraşıyorum. Haftalarca aranan, aranıp da bir türlü bulunamayan o çocukların canlı kalabileceğini düşünmüyordum ama, içimde ufacık da olsa bir umut vardı. Belki insafa gelip de bırakırlar diye. Bırakmadılar. Sağ komadılar el kadar bebeleri. Günlerdir o kadar çok şey okudum ki o çocuklarla ilgili... İçim çürüdü. Fotoğraflarına bakamıyorum.

"İdam gelsin!" naraları atılıyor, evet insan öfkeleniyor, kendi çocuğunu da düşününce hele, çıldıracak gibi oluyor ama çare idam değil. Bu haberlerin özellikle gözümüze sokulduğunu, idamı getirmek için ön hazırlık olduğunu düşünüyorum ben de. Bu kuzular ne yazık ki daha önce de kaçırılıp öldürülüyordu, bu kadar haberimiz olmuyordu sadece. Yavaş yavaş bizi bu idam fikrine alıştıracaklar. Acıyı, öfkeyi, lince hazır kitleyi kullanarak razı edecekler. Sonra gelsin gazeteciler, gitsin muhalifler...

Yoksa çocuk cinayetlerini önlemeyi 'gerçekten' düşünen; o vakıflarda, kurslarda olanlara göz yummaz, "Bir kereden bir şey olmaz.", "Çocuğun ve ailesinin rızası var." demez, diyemez. Vicdanı olsa, verilen önergeler oylanırken reddetmek için kaldırmaz o vicdanına koymadığı elini. Hadım da çare değil. Adamın cinsel hayatı bitmiş bitmemiş, kime ne! Şeriat ülkesi değil burası, orasını burasını kesmekle olacak iş değil. Tecavüz edenin çükünü, hırsızlık yapanın elini kesseydik ülkenin yarısı çolak kalırdı.


Selçuk Demirel
Şiddet gören çocukların şiddet gösteren yetişkinlere dönüşmesini önlemeli önce. Şiddet şiddeti doğuruyor. Ya da erkekliğe çok fazla anlam yükleyen, oğullarını öyle yetiştirenlerin kafasını değiştirmeli. Erkek evlat diye ağaca çıkan, oğlu olunca da deliren insanların kafasını. Nasıl olacaksa o artık... Her şey ailede başlayıp bitiyor. Sevgi görse, değerli olduğunu hissetse, böyle mi olur? Sanmıyorum olacağını... Sevgi derken abartı zırvalıklardan, pipisi var diye egosunu göğe erdirmelerden bahsetmiyorum.

Oğlunu sünnet ettirdi diye arabasının arkasına "Kızlar merak etmeyin hepsini kestirmedim. Şimdi attığım çığlıklar, ileride attıracaklarımın teminatıdır" gibi manyak yazılar yazdıran ana babaları eğitmekten başlamalı önce. Şaka sandım ama varmış böyle insanlar, alkışlıyorum kendilerini. Paşanızın, aslanınızın kestirdiğiniz o çok kıymetli uzvunun bir kısmını pilava, kalanını da buzluğa koyun. Arada çıkarıp bakar, gururlanırsınız. Erkek doğurmuşsunuz, boru mu? Değil! Y. Efe'yi de ilerde haberlerde, olmadı 3. sayfada görmezsiniz umarım. Çükü çeki olmadan da değerli olabilir evladınız, önce insan olsa mesela. Karşısındakine insan gibi davransa, pipisini beyninden/vicdanından öne çıkarmasa... O yeterince ilgi görmeyince, hayata küsüp saldırganlaşmasa... Kızların tek derdi senin pipin değil Y. Efe, emin olabilirsin bundan. Sakin ol. 





Hayvana tecavüz edenleri, pedofil olduğu belli olanları takip altına almalı. Maşallah internetten her şey takip edilebiliyor, herkesler ne yazmış görülebiliyor artık değil mi? Big badem is watching you! Hayvana şiddetin/tecavüzün, bunların başlangıcı/provası olduğunu düşününlerdenim ben. Savunmasız canlılara, yani hayvanlara ve çocuklara yapılanların birbiriyle bağlantısı var. "Yok açık giyindin, vay efendim kısa etek giyiyolla, içimiz gıcıklanıyo, salyamız pantula doluyo" meselesi değil bu. Eşek, köpek, kedi, damacana, bebek nasıl tahrik eder karşısındakini? Az bi insan olun! Az bi ağzınızdan çıkanı düşünüp saçmalamayın diyeceğim ama olmayınca işte, neyle düşüneceksin?

Bir yerden çare aramaya başlamalı. Ama önce bunu istemek lazım, isteyenleri seçmek/başa getirmek lazım. Artık komisyon mu kurarsınız, parklara/kreşlere/okullara sivil vatandaştan müfettiş mi koyarsınız... Yasa çıkması lazım, bu net! Yoksa öyle sosyal medyada profil karartmakla olacak iş değil. Evet, hepimiz yazıp ediyoruz ama sonrası "Ata'mın fotoğrafını beğenin de elalem çatlasın!" "Peygamberimizi seven bir milyon kişi bulabilirim." zincirleri gibi. Sonuç? Yok! Ama seviyoruz, o kesin! Somut bir şeyler yapmalı. Çünkü bu çocukların adı değişiyor, olan değişmiyor. El elde baş başta delirip küfrettiğimizle kalıyoruz. Bir süre sonra unutup gidiyoruz, çocuk mavi gözlüyse/güzelse biraz daha fazla üzülüyor çoğumuz (böyle de ikiyüzlüyüz) sonra hayata devam. Ateş düştüğü yeri yakıyor, anası babası nasıl dayanıyor bilmiyoruz.

Kızıma bedeninin bazı bölgelerine kimsenin dokunamayacağını anlatıyorum, dokunursa "Hayır!" diye bağırması gerektiğini söylüyorum, o minvalde kitaplar alıyorum, tanımadığı insanlarla bir yere gitmemesini öğütlüyorum. O istemiyorsa öpmüyorum, sarılmıyorum."Tamam, sen istemiyorsan öpmem" diyorum. Ben annesi olarak bunu yapıyorsam, sokaktaki tanımadığımız insanlar (teyzeler bile) niye öpüp sıkıştırsın, mıncırsın? Belki "Anneni tanıyorum ben, gel benimle gidelim yanına" diyenler için sadece ikimizin bildiği şifre de öğretirim ileride, bilmiyorum. Bunlarla ne kadar koruyabilirim onu da bilmiyorum. Okullarda bunlar anlatılmalı asıl. Paranoyak olacağız hepimiz sonunda. Minibüse otobüse de bindiremeyeceğiz, gölgesi olacağız çocukların. Bu mu normal? Çocuğu korkutmadan, kafasını karıştırmadan bunları anlatmak da kolay değil. Hepimize iş düşüyor.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Miras


“Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kaide bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkar etmek olur. En gerçek kılavuz bilimdir.”


5 Ağustos 2012 Pazar

Kız Çocuğu

"Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler. 

Hiroşima´da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar. 

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu. 

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk. 

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin,
şeker de yiyebilsinler."

Nazım Hikmet

Urakami Katedrali, 9 Ağustos 1945

Not: Little Boy ve Fat Man uçaklarının 6 ve 9 Ağustos 1945'te neden olduğu yıkım...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Tayfun Gönül

Böyle bir adam yaşamış ve yaşamını yitirmiş bu topraklarda... Dün hayatını kaybeden Türkiye'nin ilk vicdani retçisi Tayfun Gönül'ün 1990'da Sokak dergisine verdiği röportajın tekrarı.
Tamamı için.


Askerliğe karşı tepkin ne zaman başladı?
Çocukluğumdan beri diyebilirim. Çünkü ben kendimi bildim bileli, var olan dünyadan çok, olması ge­reken üzerine düşündüm. Bir takım değer yargılarım var. Bunlar kendimi bildim bile­li vardı. Özgürlük gibi, adalet gibi, eşitlik gibi. Uzunca bir süre bu yargıları, mesela Müslümanlık içinde aradım. Birçok insan gibi.

Ortaokulda, kolejde okuyordum, kole­je gelenler hep üst orta sınıf ailelerinin ço­cuklarıydı. Orda hayat, din dışı düzenlen­mişti. O insanların yaşam tarzları öyleydi. Sahurda niye yemek çıkmıyor diye idareyle kavga ettiğimi hatırlıyorum.

O ruh hali bu­gün de devam ediyor. Hiçbir zaman disipli­ne uymadım. Her zaman başım disiplin ku­rulları ile derde girdi. Doğru bulmadığım bir şeye, kurallar böyledir diye uymadım, çoğu zaman sessiz de kalmadım.

Kaç yaşındasın?
Şu anda 32 yaşındayım. Birisinin bana emir vermesine çok tepki duyuyorum. Aynı şekilde başka birine bir şey emretmeye de çok zorlanıyorum. Gar­sondan çay istemeye bile. Genelde şiddete yatkın olmayan bir kişiliğim var.

Bugüne kadar askere gitmemeyi nasıl başardın?
Sonuna kadar yasal olanakları kullan­dım. Bakaya suçundan mahkemeye veril­dim. Mahkemeye gitmeyerek ve adresimi değiştirerek mahkemeyi uzattım. Bu arada paralı askerlik hakkı çıktı, iki yıl da böyle geçti.

Neden paralı askerlik yapmadın, üç ay­da kurtaracaktın?
Yaşamımda her zaman düşüncelerimle, davranışlarım arasında bu uyumu gözetmişimdir. Sonuçta benim askerliğe karşı çık­ma nedenim; askerliğin zor ve uzun olma­sından değil, çünkü ben bir doktorum, her­kes bilir ki doktorlar zaten sıradan erler gibi bir askerlik yapmazlar, hayli rahat geçer. Tam tersine askerlik yapmayı reddetmek, bir doktor için yaşamını daha zor koşullar­da sürdürmektir.

Benim karşı çıkışımın nedeni ahlaki. Bu açıdan paralı ya da parasız, uzun ya da kısa dönem benim için fark etmez. Orduya katılmak militarist aygıtın bir parçası olmak demektir. Bunun ahlaki sorumluluğunu üstlenmek istemiyo­rum.

Doktorum diyorsun ama doktorluk da yapmıyorsun?
Doktorluk yapmamamın birçok nedeni var. Bu nedenlerden biri şaşabilirsin belki ama militarizmle ilgili. Militarizm sadece orduyla sınırlı değil, toplumun bütün doku­larına, bütün kurumlarına yayılmış. Zaten bütün kurumlar oluşurken, iç işleyişlerinde kışla yönetmeliklerini örnek almışlar. Okul, hastane de buna dahil. (Foucault bu­nu ayrıntılarıyla gösteriyor.) Bunun en be­lirgin göstergelerinden biri beyaz önlüktür. Üniforma her yerde aynı işlevi görür, insan­ları tek tipleştirmek, kişiliksizleştirmek, salt işlevini yapan robotlar haline dönüştür­mek. Bana göre üniformanın rengi önemli değil. Haki ya da beyaz olabilir.

Biraz daha kendini anlatsana...
Erkek olarak iktidar doğmuş olmaktan başka, aslında eğitimim açısından da mutlu azınlık tabir edilen kesimdenim. Türki­ye'nin en iyi okullarında okudum. Ortaoku­lu, Kadıköy Anadolu Lisesi'nde, liseyi An­kara Fen Lisesi'nde, üniversiteyi Hacettepe Tıp Fakültesi'nde okudum.
Belki megalomanlık ediyorum ama, isteseydim seçkinle­rin arasında yerimi alabilirdim gibi geliyor. Ancak, yaşadığım ortamda her zaman eğre­ti durmuşumdur. Sonuçta devlet babanın onca para harcamasına rağmen ona nankör­lük edip hep kendi içinde bulunduğum ko­num dahil haksızlığa karşı değişik tepkiler göstermişimdir. İşi sonunda ihanete kadar vardırdım.

Hiç doktorluk yapmadın mı?
Yaptım. Aç kaldığımda kaçak gece nö­betleri tuttum. Bu arada, eski kitapçılık, ka­feterya işletmeciliği, çevirmenlik, dericilik, balıkçılık gibi çeşitli işlerde çalıştım. Şu sı­ralarda hasbel kader Sokak'a telif yazılar yazıyorum.

Pekiyi, siyasi kimliğin?
Lise yıllarından itibaren sosyalist hare­kete katıldım ve uzun bir sosyalist geçmi­şim var. Ama içinde olduğum yapıların da askeri olmadım. Hep çıbanbaşıydım. Daha sonra, sosyalizme eleştirel bakmaya başla­dım. Ve dünyayı değiştirmenin bilimsel yo­lu olamayacağı kanaatine vardım.

Fakat devrimci olmama yol açan sebepler aynen ortada duruyordu. Bireysel inisiyatiflere dayanan ahlaki yeni bir devrimciliği hem yaşamımda hem de düşünsel olarak tasarla­maya giriştim. Ve tarihi olarak bu olanağı anarşist gelenek içinde buldum. Kafanızda ne canlanır bilmiyorum ama kendimi anar­şist olarak tanımlıyorum.

(...)

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Srebrenica



"televizyonda bir kadın ağlıyor... iki gözü iki çeşme, göğsü körük gibi inip kalkıyor... ama yine de anlatıyor. 19 yaşındaki oğlunu vurmuşlar önce. sonra küçük oğlunun, 16 yaşındaki evladının kurşuna dizilerek öldürülüşünü haberlerde izlemiş. bilmeden... sırp askerlerce ormanlık yere götürülen oğlu, önündekilerin kurşuna dizilişini izlemiş önce. yardım ister gibi sağına bakarken onu da vurmuşlar. elleri arkadan bağlı... düşüyor yere.

defalarca aynı görüntü ekranda. diğerleri kurşuna dizerken, biri de bunları kaydetmiş! insanın kanı donuyor. bu izlediğimiz bir film değil, "stop" denip yeniden çekilecek bir sahne yok! sırtındaki deliklerden kan fışkıran çocuk, ayağa kalkmayacak bir daha. öldüğünden emin olmak istedikleri için, yerde cansız yatarken kafasına kurşun sıkılan çocuk artık öldü. diğer yüzbinlercesi gibi... bu ne vahşet! ne kin! ne acımasızlık! o da avrupa'nın göberğindeki soykırımın kurbanı oldu, hiç suçu yoktu ki... onu kimse korumadı, koruyamadı. annesi bile... kimse yönetmen gibi "stop" demedi, durdurmadı. katliamı izledi. izledik. film gibi. sorumluları firarda, bulunmadı, cezalandırılmadı. gözyaşları 13 yıldır dinmedi.

annesi anlatıyor, "onu rüyamda görüyorum, pencereden bakıyor, yardım ister gibi. 'oğlum neden geri geldin?' diyorum. 'seni öpmeyi unuttum' diyor"... insan 13 yıldır ağlar mı? bu kadın ağlıyor... mavi kelebekler toplu mezarlarda açan çiçeklere konuyor, insanlardan arta kalanlar 13 yıl sonra teşhis edilip toprağa veriliyor. ne büyük acı, ne bitmez utanç... ne büyük acizlik... insanlar mavi kelebeğin izinde; artık tek istedikleri, sadece başında dua edip ağlayacakları bir mezar... çok mu?"

yazmışım 4 yıl önce bugün...

2 Temmuz 2012 Pazartesi

2 Haziran 2012 Cumartesi

Bosnalı kadınlar malzeme edilmek istemiyor

Ağlamadan, içiniz dağlanmadan okuyabilirseniz...

"Resmi rakamlara göre Bosna savaşı sırasında 20 bin kadının tecavüze uğradı, ama bu sayının çok daha yüksek olduğu tahmin ediliyor. Bu kadınların çoğu tecavüze uğradıklarını söyleyememiş ve çaresiz bir şekilde doğum yapmış insanlar. ‘Tecavüz mağdurları kürtaja karşı oldukları için değil, tecavüzü sakladıkları için çocuklarını doğurdular’ diyor Kosovalı Gazeteci Burbuce Rushiti. 

Rushiti, Kosova savaşı sırasında tecavüz vakalarıyla ilgili duyduklarını şöyle anlattı: “Bosna gibi Kosova’da da tecavüz vakaları savaş sırasında çokça vardı. Aileden ve toplumsal baskıdan dolayı çok sayıda kadın Sırplar tarafından tecavüze uğradığını konuşamadı ve bu tecavüzleri sakladı. Birçoğu doğum yaptı. 

Çok sayıda kadının başına gelenler özellikle ailesinin önünde tecavüze uğramış kadınlardı. Bir köyde bir kadın eşinin ve çocuklarının önünde tecavüze uğramış, eşi olayı kabul etmiş. Ondan sonra kadın eşinden dört defa hamile kamış. Dört defa kürtaj yapmasını emretmiş eşi, o pis kan temizlensin, Sırplardan bir şey kalmasın istemiş. 

Bazı aileler toplumda kötü gözle bakılmasın diye sakladılar savaş sonrası tecavüze uğradıklarını. Şimdi konuşmak istiyorlar ve protesto gösterileri yapıyorlar Kosova’da. Bunlar savaşta en acı yarayı alan kadınlar çünkü. Bu kadınların ruhu yaralandı, ne zaman ruhun yaralanır, o ölüme kadar gider. Kürtaj meselesine karşı olmadıkları için doğurdu bazıları, tecavüze uğradığını hep sakladı. En acı ve kanayan yara tecavüzdür. Bu yara asla tedavi olmaz.”

Tümü için: 

6 Mayıs 2012 Pazar

40 yıl

40 yıl olmuş Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan idam edileli... Yaşasalardı 64- 65 yaşlarında olacaklardı. Aradan geçen 40 koca yıl unutturmuş mu peki onları, yok etmiş mi? Hayır. Söyleyecek çok şey var, ama sözün bittiği yer sanırım burası. Çok acılar çekilmiş, bir kuşak vura-kıra yok edilmiş...

Dün akşam Deniz Gezmiş'in abisi "Vasiyeti varmış ama söylemediler bize, mektubunda Taylan'ın yanına gömülmek istediğini yazmış meğer. Her şey bittikten sonra verdiler bize mektubu" dedi. Çok içimi acıttı bu söz. Nereye gömüleceğine bile karar verememiş ailesi, vasiyetini dahi yerine getirememiş. Abisi isyan etmiş o an: "Dirisi yetmedi, ölüsünden de mi korkuyorsunuz?"

"Acımayalım" deyip 3 fidanı acıttılar; yaşamaları için bir şans vermediler.  Şimdi daha mı güzel bir yer oldu dünya?


1 Mart 2012 Perşembe

Böyle mi olacaktıııı?

Gazeteleri okumak bazen gerçekten sinir harbi. Böyle elinden fırlatası geliyor insanın. Marmara İletişim Dekanı olacak zat-ı muhteremin eserlerini zaten takip etmekteydik. Sosyla medyada bir efsane kendisi.

Ezgi Başaran'ın bugünkü yazısı da gerçekten düşündürücü ve (sinirden) güldürücü.



Zamanında MİHA varken, (rahmetli) Ünsal Oskay ve Yasemin İnceoğlu oradayken orada okumak, onlardan ders almış olmak ne büyük şansmış meğer. Bundan sonrakilere sabır dilemekten ve hallerine üzülmekten başka bir şey yapılamaz mı acaba?

Lütfen 5 dakika ayırıp okuyun yazı içerisindeki tespitleri ki, bilimselliğe olan inancınız pekişsin, bu derinlik karşısında saçlarınız dikelsin.

"Böyle mi olacaktı? dizisiyle ilgili tespitleri, hakkaten sinirden koltuk dişletecek cinsten. Başarılarının devamını diliyoruz kendisinin.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Asit kurbanı kadınlar

Dünya Kadınlar Günü yaklaşıyor, "Kadınlar çiçektir böcektir, hadi pırlanta alın onlara" mavalları başlamadan yazmak istedim bunları.

Kadınlara karşı işlenen şiddet suçlarına karşı doğru düzgün bir şey yapılmazken, töre cinayetleri, nefret suçları almış yürümüşken, çatır çatır vurulup öldürülürken kadınlar; 8 Mart'ta dağıtılan karanfillerin yapmacıklığı neyi çözer bilmiyorum.

Kadına şiddet konusunda birçok şey duyuyor, okuyoruz. Ancak Banu Tuna'nın bugün Hürriyet'in
Cumartesi ekindeki yazısını okuyunca dehşete kapıldım. Evet, keyifle gazete okurken böyle şeyler okumak insanı irkiltiyor, irkiltmeli de...

Bu nasıl bir vahşet, bunu yapanlar insan mı; anlamakta zorlanıyorum. Hani Bergen diye bir şarkıcı vardı hatırladınız mı? Acıların kadını.Sağ gözünü eski sevgilisinin kezzap fırlatması yüzünden kaybetmişti. Hep o gözünü saçıyla kapatarak poz verirdi. Öldü gitti kadıncağız sonra. İşte Pakistan'da binlerce var Bergen'den...

Haberdeki fotoğrafları internetten buldum. Biz bakmaya dayanamazken, bu kadınlar nasıl bir acı yaşıyor kim  bilir...


Zekiye’nin yüzünü kurtarmak

Bizim dikkatimiz The Artist, George Clooney, Demir Leydi ya da Michelle Williams’da. Ama Oscar’ın sessiz sedasız bir talibi daha var: Kısa belgesel dalında yarışan ‘Saving Face - Bir Yüzü Kurtarmak’. Pakistan’da her yıl asit saldırısına uğrayan, çoğunluğu kadın ve çocuk 150 kişiden Zekiye’nin ve yüzünün yeniden yapılışının hikayesi

Eylül 1997’de, sabaha karşı daha 8 yaşındaki kızı Kauser’le uykudayken evleri basıldı. Saldırganlar ona ve kızına asit attı. Haleema’nın yüzü ve kolları, kızının kulağı tamamen yandı. Saldırganlar yakalanamadı. 

Manzoor Attiqa 22 yaşında bir genç kadındı. Kocası Maqsood Ahmad ile 2 yaşında bir kızları vardı. Kocasının ailesi evliliğinin başından beri şiddet uyguluyordu. Zalimlikleri 26 Nisan 2006’da zirveye ulaştı. Kayınvalidesi, görümcesi ve kayınbiraderi üzerine asit attı. Sonra da bir odaya kitlediler.

Hastaneye götürdüklerinde akşam olmuş, asit derisini ve kemiklerini eritmişti. Kocasının ailesinden kimse ceza almadı.

SALDIRGANLA EVLENDİ

Shamim, üç çocuklu bir duldu. Evlenme teklifini reddettiği bir adamın saldırısına uğradı. 18 Eylül 1993’te, yanında 8 aylık kızıyla uyurken, adam bir arkadaşıyla evine girip üstüne asit döktü. Kızı da kendisi de fena şekilde yandı. Mahalle baskısı yüzünden kendisini sakat bırakan adamla evlenmek zorunda kaldı.



Asit, kadına karşı şiddetin yaygın kullanılan silahlarından. Bizde asit yerine kezzap denir. Daha birkaç ay önce Diyarbakır’da, kocasından boşanmak isteyip evi terk eden Rojda’nın yüzüne kezzap atılmıştı. Pakistan’da yılda 150 kişi asit saldırısına uğruyor. Gerçeğin bunun çok çok üstünde olduğu tahmin ediliyor. Öyle ki, bu konuda hizmet veren sivil toplum örgütleri var. Saldırganlar genellikle reddedilen erkekler ya da aile içi şiddet uygulayan kocalar.

Mohammed Jawad, Pakistan asıllı İngiliz bir plastik cerrah. İngiltere’de pek meşhur çünkü Katie Piper’ın yüzünü düzelten o. Piper’ın hikayesini geçen sene yazmıştım. O da silah olarak asiti seçen bir sevgilinin kurbanıydı. Hayal ettiği televizyon kariyerinde hızla yükselmişti ama umduğu gibi güzelliğiyle değil trajedisiyle. Hayatı belgesel oldu. ‘Katie: Benim Güzel Yüzüm’ tam 3.3 milyon kişi tarafından izlendi. Sonra da ‘Katie: Benim Güzel Arkadaşlarım, isimli bir TV programı yapmaya başladı. Bir vakıf kurdu, hikayesini anlattığı kitabı çok sattı.

İLK KEZ CEZA ALAN ADAM

Katie’ye sayısız ameliyat yapan doktor Jawad’ın dört yıl önceye kadar asit kurbanlarıyla tecrübesi yoktu. Doğup büyüdüğü Pakistan’da olup bitenlerden de habersizdi. Ta ki, Londra’nın merkezindeki prestijli kliniğinde çalışırken içeri Piper girene kadar. Tüm eğitimine rağmen şok oldu. Anavatanında kadınların sistematik asitli saldırılarda sakat kaldığını öğrenince, her üç ayda bir gitmeye başladı. Bağımsız kliniklerle çalışıyor, hayat kurtaran ameliyatlar yapıyor. 39 yaşındaki Zakia (Zekiye) da o kadınlardan, hatta ilki. O da boşanmak istediği kocasının saldırısına uğramış.

Oscar yarışındaki belgesel Saving Face, Zakia ile Rukhsana’nın (25) iyileşme sürecini ve saldırganları adalet önüne çıkarma mücadelesini anlatıyor. Zakia’nin kocası ilk kez ceza alan kişi; iki kez ömür boyu hapse mahkum edildi. Rukhsana’ya saldıran da kocası ve ailesi. Önce asit atmışlar, sonra da gaz döküp ateşe vermişler. Çocuklarına tek başına bakacak durumda olmadığı için hala onlarla yaşıyor. Elbette kimse ceza almamış.

Daniel Junge ile Sharmeen Obaid-Chinoy’un çektiği belgeseli buralarda izleme şansımız olur mu bilmiyorum. Dünyanın hiç de uzak olmayan bir yerinde yaşananları bilin istedim.

16 Şubat 2012 Perşembe

28 Ocak 2012 Cumartesi

Kadifeden kesesi, Beyoğlu'yla dolar içi

Şurada Beyoğlu ile ilgili endişelerimi yazmış idim. Elden gidiyor Beyoğlu. Ve tüm protestolara, itirazlara, yazılıp çizilenlere rağmen hem de. Bağıra çağıra gidiyor...

Mehmet Tez'in tam da burada yazdıklarının  her satırına katılıyorum. Ah Beyoğlu, vah Beyoğlu... Herkes ayrı bir parmakladı seni. Bir köşenden çekiştirdi durdu, şimdi hepten gidiyorsun elden. Ah ciğerimin köşesi...

Kadife kesesini seninle doldurmak isteyenlere gelsin bu şarkı da, hadi bakalım. Hop, yandan!

Ankara'nın taşına bak...

Cumartesi sabahı iç burkucu başladı. NTV'de Uğur Mumcu suikastı belgeselini izliyorum. Yıl 1993. 19 yıl geçmiş aradan. Seneye 20. yıl. Ne büyük utanç! 3 mahkum, birçok soru işareti...

O günü hatırlıyorum. Salonda televizyon izliyordum, haberi duyunca inanamamış, evin diğer odalarında bir şeylerle uğraşan annemle babama koşup bağıra çağıra söylemiştim olanları. Onlar da şok olmuştu, ağlamaklı; televizyondaki haberlere kilitlenmiştik.

Eşi Güldal, oğlu Özgür ve kızı Özge Mumcu'nun cenazedeki vakur hali gözümün önünde.  Sakıncalı Piyade'yi dostları, gazeteci arkadaşları, abisi Ceyhan Mumcu ve ailesi anlatıyor.  O günleri, o günlerde söylenenleri  hatırlayınca, insanın yüreği sıkışıyor.

Yıllar öncesinden birçok şeyi bilip söylemesi/yazması, tehditler alması ve susturulması... Eşini apartmanın kapısında bırakıp her zaman yaptığı gibi, ailesinden önce arabaya binip aracı kontrol etmesi, kontağı çevirmesi ve... Umut etmeli miyiz hala?

Eşi kırılmış gözlüğünü, parçalanmış kalemini, o'nun ve kendi alyansını bir kutuda saklıyor, bıraktığı gibi sakladığı çalışma odasında...

"Öyle bir iş ki, duvar gibi. Bir tuğla çekersek yıkılır"  denmiş. Eşi anlatıyor: "Çekin o zaman" dedim. "Çekemem" dediler. "Çekin, kenara çekilin" dedim, "Yapamam" dediler...

Güldal Mumcu: "Eşi olarak onu çok özlüyorum. Ama 'Çok özlüyorum' dediğimde babam  'Kızım, ölüler özlenmez, sadece hatırlanır' dedi bana"

19 Ocak 2012 Perşembe

Sessizliğin sesi

Bugün ayın 19'u olduğunu, 19 Ocak'ı yaşadığımızı, daha demin bugünün iş notlarını yazarken fark ettim. Utandım, sonra üzüldüm, içim sızladı. Şaşırdım, "Koskoca 5 yıl olmuş demek" dedim kendi kendime. O kadar olmuş işte. İçeride yüceltilen o katil ve büyüyen cesaretinin kahramanlaştırılmaya çalışılmasının üstünden de 5 yıl geçmiş. 

Daha neleri böyle kanıksamamız beklenecek acaba, diye düşündüm. Tam da dün akşam "Sessizliğin Sesi: Türkiye Ermenileri Konuşuyor" kitabını okurken aklımdan geçmişti Hrant Dink. Haberlerde görmüştüm katiliyle azmettiricilerini. Şişli'de çalıştığım ajanstan yürüme mesafesindeydi öldürüldüğü yer. Duymuş bile olabilirdim silah seslerini. O gün, anneannemin de dediği gibi "Yazık ayakkabıcığı da delikmiş" diye düşünmüştüm ilk duyduğumda, "Ama neden?" diye sorduktan hemen sonra.

Kitapta da yazıldığı gibi, ne diyordu Hrant Dink?

"Gelin önce birbirimizi anlayalım...

Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim...
Gelin önce birbirimizi yaşatalım..."

Anlayamadık. Yaşatamadık da.

Anlamak için önce dinlemek lazımdı değil mi? Dinlemediler. Susturdular. Birazcık olsun anlayabilmek, bilebilmek için çaba göstermek lazım. Ece Temelkuran'ın "Ağrı'nın Derinliği" kitabını okumak lazım, bu kitabı da (Sessizliğin Sesi) okumak lazım. Anlamak için, önce bilmek lazım. 

Şimdi ise, 5 yıldır her 19 Ocak'ta Agos'a yürüyen, bu cinayetin çözülmesini isteyen insanların "Hepimiz Ermeni'yiz, hepimiz Hrant'ız" demesine sinirlenenler, bunu aşağılama kabul edenler var. Ya da Ermeni olmadığını anlatmak için çırpınan, dahası böyle olmakla "suçlanan" insanlar var. Onun öldürülmesine tepki gösterenleri küçümseyip susturmaya çalışanlar var. "Buna üzülüyorsunuz, şehit askerlere üzülmüyorsunuz ama" diyebilenler var. Sadece bir şeye, bir "tarafa" üzülmek gerektiğinden o kadar eminler ki. Ona üzülüyorsan, buna üzülemezsin, hakkın yok buna! Ürkütücü. Cinayet, belli bir taraf için olunca meşru onlara göre.

Bu olanın cinayet olmadığını, "milliyetçi duygularla yapıldığını" savunanlar da oldu. Fotoğraf çektirdiler, kahraman ilan ettiler katili. Öfke, kin ve şiddet köpürtüldükçe köpürtüldü, saflar ayrıştırıldı, sınırlar keskinleştirildi. Kan bürüdü bazıların gözünü, saldırganlaştılar. Sadece insan olduğunu, sevdiklerinden yok yere koparıldığını görmedi kimsenin gözü. Bazıları için "Ermeni"ydi, "Çok konuşuyordu", "Cezası verildi". Vay be, 5 yılda bir arpa boyu yol alamamışız. Geriye doğru kaymış elllerimiz. Karanlık bir çukurda olup da çıkamamak gibi.

Böyle korkunç şeyler olduğunda önce "Ah yine rezil olduk dünyaya" diye düşünenler de var. Bu cinayeti işleyen ve onaylayanlarla aynı havayı solumaktan endişelenmiyorlar da, dışarıya karşı dökülen cilalarımızı, açılan yerlerimizi düşünüyorlar.

Bir zamanlar yazdıklarıma bakıyorum, benzer şeyleri düşünüyorum bugün yine. Sadece biraz daha karamsarım sanki. Vicdan, merhamet, sağduyu... Bunları unuttuk mu diye, endişeliyim.



"hrant dink... alnına sürüldüğünü söylediği ve 'bu lekeyle yaşayamam burda' demesine sebep olan lekeden (türk düşmanlığı), kasıtlı suçlamalardan, bilinçli linç girişimlerinden sonra kanı da sokağa dökülmüş, hayattan koparılmış aydın ve gazeteci...

öldürülmesinden sonra 'kim ne der?'den önce bir aydının, bu ülkenin sağduyulu bir ferdinin, ısrarla farklılaştırılmaya/ötekileştirilmeye çalışılan bizden bir sesin susturulmasına, bir rengin soldurulmasına, yaşama hakkının elinden alınmasına üzülmeli; 'nereye gidiyor ya da götürülmek isteniyor bu ülke?' diye düşünmeli... evet, bir renk daha yok edildi. gitti. geride kalanları utanç ve dehşet içinde bırakarak... burada, gittikçe tekinsizleşen bu ülkede yaşama isteği konusunda tereddütlere, gelecek konusunda endişelere sürükleyerek... agos'taki  son yazısında o kadar çok söylemiş ki. anlayana..."

***

"bugün yine delal'in yazısını okudum:

'hadi birlikte ittirelim o kapıyı. hadi be, gelin birlikte kaldıralım şu adamı o kaldırımdan, sonsuza kadar. nasıl birazcık kalkıp geldiyse hrazdan stadı’na göbek atmaya, coşmaya, gelin, öyle bir şeyler yapalım ki, hiç yatmamak üzere kalksın o kaldırımdan. bırakmayalım orada kanamaya devam etsin. o orada yattıkça ve kanadıkça acıyor, acıtıyor... gelin, bırakalım, geçsin sınır kapısından, bir o yana bir bu yana. kedi-köpek koştursun sınırda, hayalindeki gibi. hadi be, ermeni’siyle, türk’üyle... hadi, tutun babamın bi ucundan. uzatın elinizi. merak etmeyin, zaten o nazlanmaz, hele sizi hiç kırmaz, bir dediğinizi iki etmez, hemen kalkar, sizinle birlikte sınır kapısında gidip göbek atmaya. yeter ki bir el verin.' diyen delal...

sonra rakel'in mektubunu:

'sevdiklerinden ayrıldın, çocuklarından, torunlarından ayrıldın, burada seni uğurlayanlardan ayrıldın. kucağımdan ayrıldın. ülkenden ayrılmadın' diyen rakel...

sonra yine düşündüm, acaba bir gün bir şeyler değişecek mi diye... insanların, "farklı" bir ses diye öldürülmeyeceği, yaşama hakkının elinden alınmayacağı, alınanların da katillerinin bulunacağı günler gelecek mi diye... evet, umut var geride kalanlar için; ama bir de o umudu ayaklarının altında hoyratça çiğneyenler... bunun da 'hak'ları olduğunu düşünenler... var. ne yazık ki."


Karin Karakaşlı'nın bugün Agos gazetesinin balkonunda yaptığı konuşmanın tam metni için.