dünya halleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dünya halleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Haziran 2014 Salı

Çocukluğun İstanbul'u ve Dumlupınar

Cihangir'deki Kaktüs / Fotoğraf: Didem Atayılmaz Kalaycı
                                              (Soldan sağa) Kaan, Roberto ve Nebahat.

Yaz geldi... Arada gökgürültüsü, sağanak ve dolu ile bölünse de, yapış yapış sıcak işte. Birden kararıp birden açan hava, sanki biri ışıkları yakıp söndürür gibi. Sıcak evet. Hele bana daha sıcak. Arkadaşımın paylaştığı şu yukarıdaki tipleri görünce gülümsedim. Beyoğlu'na ne zamandır gitmediğimi fark ettim. Eskiden giderdim Kaktüs'e, ama Beyoğlu'ndakine. Severdim de. Zencefil'in ayran aşı çorbasını da severdim. Bir sürü yeri severdim, şimdi adları aklıma gelmiyor. Tavanarası, sonra Urban, Çukur Meyhane vardı; yemekleri hoş, sevimli bir yer.

Beyoğlu'na en son bir dostumun doğumgünü için içmeye gitmiştik, eh şimdi içemediğime de göre... Robinson'a kitap bakmaya gidiyordum genelde, Galata tarafından; o minik kafelerde oturmayı seviyordum, renkli ıvır zıvırla dolu dükkanlara girip çıkıyordum, kapısını açık bulursam Doğan Apartmanı'nı kolaçan ediyordum yerinde duruyor mu diye; oralarda dolaşıyordum o (artık) sevimsiz, gri, beton meydana hiç ayak basmadan. Gezi Parkı'nda dolanıyordum bazen, sonundaki çay bahçesinde oturuyordum. Şimdi Robinson da yok eski yerinde. Canım sıkıldı. Kapanmamış da, bir yerden bir yere taşınıyormuş gibi gösterilmesine de sıkıldım. 35 bin dolar kira ne ya! Başka çare bırakmamışlar ki zaten.

Çocukluğumdaki İstanbul'u düşündüm. Bazı yerlerini kafamda oturtamıyorum, artık olmadıklarından herhalde, bana oralar aslında yokmuş da ben çocuk aklımla hayal etmişim gibi geliyor. Evet, aslında oralar yoğ, uydurmuşum ben meğerse. Annemle Beşiktaş'ta yürüyüşümüzü hatırlıyorum, o kocaman sarı dolmuşlar vardı.  Elimden tutmuştu annem, açık renk bir elbise vardı üzerinde. O eski model tombik arabalardan bozma dolmuşlar, çok severdim onları. Annemle yürürken, tam Deniz Müzesi'nin orada Safiye Ayla'yı görmüştüm. Geriye dönüp arkasından bakmıştım uzunca bir süre. Şimdi şaşıyorum, küçücük çocuk nerden bilirmiş ki Safiye Ayla'yı, rahmetli dedemden belki... 

Bazı güzel korulara giderdik pikniğe, İstanbul manzarası, dolmalar-köfteler-mangalda pişirilen kahveler... Şimdi oralar duvarları yüksek, kameralı villalarla doldu. Beni dondurma yemeye götürürlerdi. Deniz kenarı bir yerlerde Zeki Alasya-Metin Akpınar gösterisi izlemiştik sanki. Büyükada mıydı, kim bilir... Minik vapurlar vardı. Dedemle Üsküdar'daki Kanaat Lokantası'na giderdik, tezgaha boyum yetişmezdi ama dedem bana tavukgöğsü kazandibi ısmarlardı. Garsonlar yine göbekli, tonton amcalardı. Nerelerdi o hatırlamadığım yerler, şimdi gitsem aynı yerlere, gönlüm kırılır biliyorum. Böyle kalsın, daha iyi. 

Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'nin de sülale için acıklı bir hikayesi var. 1953'te, teyzemin (annemin teyzesi) 3 haftalık denizci eşi Mehmet Ali Amerika'ya gitmek üzere görevlendirilmiş. Taze eşi teyzem de Amerika çok uzak, nasıl gider nasıl döner diye endişelenmiş. Nikahları olmuş ama düğünleri olacakmış daha. Sonra Dumlupınar Denizaltısı'nın battığı haberi gelmiş. NATO tatbikatından dönerken bir İsveç gemisiyle Çanakkale'de çarpışmış. 81 denizci şehit olmuş, daha da kötüsü denizaltı battığı yerden çıkarılamamış. Sadece üst kısmındaki birkaç kişi kurtulmuş. O koca şeyin içindeler hala hepsi.



Bizimkiler "Aman bizim çocuk Amerika'da" diye buruk da olsa sevinirken, eniştenin mektubu gelmiş (o zamanlar postanın hızı malum) "Hikmet, Amerika çok uzak diye ben Dumlupınar'daki bir arkadaşımla yer değiştirdim." Ecel. Bizimkiler şokta, teyzem perişan. Assubay çavuş Mehmet Ali Yılmaz da Dumlupınar şehitleri arasında.

Amerika'ya giden arkadaşı hayattayken, Mehmet Ali enişte Dumlupınar Denizaltısı'nda hayatını kaybetti. 82 yaşına geldi teyzem. Başucunda ikisinin de gencecik olduğu, sonradan renklendirilmiş o nikah fotoğrafları. Hala Dumlupınar'ın çıkarılacağı günü bekliyor, filminin çekileceğini duymuş geçenlerde, sinemaya gidemeyeceği için bana "Televizyonda da gösterirler mi?" diyordu en son. 17 yaşında yaşadığı o büyük acı, yakasını hiç bırakmadı. Başında dua edeceği bir mezarı bile olmadı eşinin, denizde kaldı. Yıllar sonra balığa çıkıp fırtına patlayınca ne kayığından, ne kendinden bir iz bulunamaycak abisi gibi eşi de denizde yitti... O yüzden bizimkiler (büyük teyzeler) korkar denizden, sevmezler pek.


Teyzem o haberi aldıktan sonra aylarca yataktan çıkamadığını, çok zayıfladığını, şehit eşi diye davet edildiği o zamanki cumhurbaşkanının huzuruna bile zorla çıktığını, onun "Kızım hayat devzam ediyor, başın sağolsun acın büyük ama toparla kendini" deyişini ve hayatının nasıl da o günde durduğunu anlatır hala. Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'ne yolunuz düşerse, Dumlupınar Şehitleri'nin resimlerinin olduğu odaya girin bir gün. Orada sarışın, minik dudaklı, muzip gülümseyişli bir delikanlının fotoğrafını da göreceksiniz.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Son ağaç, son nehir, son balık...

"Son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda, son balık avlandığında
İşte o zaman paranın yenmediğini anlayacaksınız!"


(Kızılderili atasözü)

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Bucket list

Afrikalı minik Nkaitole, kirli su nedeniyle büyüme sıkıntısı çekiyormuş. Küçük çocuğun, içtiği pis sular yüzünden 5 yaşına kadar büyümesi sadece 5’te 1 oranında mümkünmüş. Çok basit gibi görünen bir şey, temiz suyun olmayışı hayatını mahvetmiş durumda.

WATERisLIFE adlı kuruluş da küçük çocuğa hayallerini gerçekleştirme şansı tanımış. İnsanın 4 yaşındayken yapılacaklar listesi (gavurcası Bucket list) olması ve bu listedekileri  gerçekleştirmek için fazla fırsatı olmaması zaten yeterince üzücü... Ama bir yandan bunları kısacık zamanda gerçekleştirebilmesi bir o kadar güzel. Sağlığına kavuşması mümkün olsa keşke.

Bu kuruluş ona fırsat tanımadan önce Nkaitole, köyünden dışarı hiç çıkmamış. Hayalleri ise sürat teknesine binmek, gokart arabasıyla yarışmak, stadyumda atletlerle koşmak, uçakla yolculuk etmek, stadyumda futbol oynamak, küvette bol köpüklü banyo yapmak, balonla uçmak, buz pateni yapmak, okyanusu görmek gibi şeyler... Bazıları benim listemde de var :) Çoğunu gerçekleştirmiş. Bonus olarak ilk öpücüğünü de almış!

Massai savaşçısı olmak isteyen bu sevimli ufaklığın yapılacaklar listesindeki diğer şeyleri gerçekleştirmesine katkıda bulunmak isteyenler için bu videoyla çağrı yapılıyor (işin ajansı, DDB New York). İzleyince insanın içi bir tuhaf oluyor. Parmak kadar çocuk ve yüzünde nasıl bir mutluluk...


Aşağıda da miniğin listesindeki bazı maddeleri yaparken aldığı keyfi görebilirsiniz.

Via




18 Mart 2013 Pazartesi

Binti Jua

Şaşırtıcı bir haberi paylaşmak istedim bugün. Nedense hayvanların sadece filmlerde böyle şeyler yapabileceğine inanırız.

Mevzu epeyce eskiymiş ama ben yeni haberdar oldum. Eh, geç olsun güç olmasın... Haberin sempatik kısmı tamam, ama dikkat çekmek istediği aslında başka bir nokta. Hayvanlara yapılan işkenceleri, deneyleri durdurmak bu kadar da zor olmamalı.

"16 Ağustos 1996'da, ABD'nin Chicago kentinde bulunan Brookfield Hayvanat Bahçesi'nde çok ilginç bir olay yaşandı. Üç yaşındaki bir çocuk gorillerin arasına düştü. Bunu gören 8 yaşındaki dişi bir goril hemen çocuğu kucağına alıp emniyetli bir yere götürdü. Bir kütüğün üstüne oturdu ve baygın haldeki çocuğu kucağında sallayarak kendine getirmeye çalıştı. Daha sonra çocuğu hayvanat bahçesinin bakıcılarına teslim ederken, hem sevgisini belli etmek hem de iyileşeceğini söylemek istercesine bir-iki kere sırtına vurdu.




Dişi gorilin adı Binti Jua idi. Kameralara çekilen olay bütün dünyada gösterildi. Onu doğadan kopartıp hayvanat bahçelerine hapseden insanlığa ders veren Binti, kahraman ilan edildi.

Peki, goril Binti'nin bu hareketi niye önemliydi? Çünkü Binti'nin davranışı, 'empatinin' yani 'kendini başkasının yerine koyarak onun durumunu anlama; ötekinin acısını hissetme' yeteneğinin sadece insanlarda değil, hayvanlarda da olduğunu gösteriyordu.
Empati kültürel bir şey değildir, nörolojik mekanizması olan bir gerçektir. Bu duruma ayna hücreler deniliyor ve bu hayvanlarda da var, ne eksik ne de fazla.


Bunun gibi pek çok olay var ama çok fazla gündeme gelmiyor, çünkü bu gerçekler bilinip tanınırsa hayvanlar üzerinde deney yapmak ve hayvanat bahçelerinin yanlışlığı gibi hayvanlara yapılan tüm zulümler ortaya serilmiş olur. Tıpkı gorillerin konuşmayı öğrenmesinin gizlenmesi gibi. Yasalar konuşan canlılar üzerinde deney yapılmamasını emreder, oysa genel kitle hala hayvanların zeki olup olmadığının tartışmasını yapar. Onları birer canlı, yaşam formu olarak görmek çok mu zor ?"

Via

17 Aralık 2012 Pazartesi

Ya tutarsa?

Hava yağmurlu ve karanlık... Kıyamet muhabbeti sürüyor. Cuma akşamı mecburi şirket yemeğinde olacağımızdan içim rahat. Aslında o gün Büyük Ev Ablukada ve Yasemin Mori konserleri var. Böyle zorlama organizasyonlara katılması gerekmeyen ve Şirince'ye kapağı atmamış faniler değerlendirebilir. NTV Tarih dergisi Aralık sayısında mevzuyu özetlemiş: "Kıyamet Maya'landı. Ya tutarsa?"

Neyse, koparsa da şu hipopotamla yavrusu gibin kaçarız. Kıyıdan kıyıdan...

13 Aralık 2012 Perşembe

13 Aralık

"Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. Seniyezitseni olarak görüyoruz onları. Kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye. Benim içimdeki çocuk büyümedi. (Yirmiüçnisanda onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. Hayır, büyümezdi.)

Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası. Öğretmenim! Efendim? Ben evlendim. Ağzınıza biber koyarım, susun bakalım. Evlilikten ağzım çok yandı, öğretmenim. Biz çocuk gibiyiz, değil mi Sevgi? Evet canım, çocuk gibiyiz. Çocukluk ettim, öğretmenim: Ülkemizin sorunlarını çözdüğüm gibi, evliliğin içinden de kolayca çıkacağımı düşündüm. Oysa, heykelbüyükadamlar bile, evlerinde, kim bilir ne zorluklarla karşılaşmışlardır, değil mi? ‘Bu-akşam-ona-evlenme-teklif-edeceğim-nasıl-olur-daha-elini-bile-tutmadım’ sorunu nasıl çözülür öğretmenim?

Daha önce vatandaş olarak sorumluluklarımızı bilmeliyiz çocuklar; büyüklerimize karşı ödevlerimizi öğrenmeliyiz. Öğretmenim! Ben, başbakan oldum; ülkemizi yataktan idare ediyorum. Sonra, yataktan kalktım, öğretmenim; Sevgi’ye giderek teklifimi ona bildirmeğe karar verdim: Ben, aşağıdaki sözleri, aklım başımda(pek değildi galiba) ve hiçbir etki altında… Sonra, tozlu yollarda dolaştım, öğretmenim; hemen gidemedim. Güneşi hatırlıyorum, öğretmenim. Çünkü, ülkemizde güneş olmasaydı, toz olmazdı. (Batı ülkeleri temiz olmalarını güneşsizliklerine borçludurlar.) Yolda, bir vitrinin önünden geçerken gözüm camdaki görüntüme takıldı öğretmenim: Gömleğimin arkası, pantalonumun üstünden sarkıyordu, pantalonum da boru gibi olmuştu. Ayaklarıma baktım: Bütün gün tozlu yollarda dolaştığımı anladım.”

(1977'de alıp başını giden Oğuz Atay'ın "Tehlikeli Oyunlar"ından)


13 Aralık da böyle bir günmüş işte. 35 yıl önce göçüp giden bir yazarın yazdıkları ölümünden sonra anlaşılırken, 32 yıl önce taze bir fidan daha 17 yaşında söküp alınmış hayattan... Bu son mektubu yollayıp anacığına.



12 Aralık 2012 Çarşamba

12.12.12 ve 21.12.2012

Fotoğraf: Hobbiton, New Zealand

Movie named The Hobbit: An Unexpected Journey (2012) is shot here.
Hobbiton, Yeni Zelanda
"The Hobbit: An Unexpected Journey" filmi yukarıdaki şahane yerde çekilmiş. 21 Aralık'ta kıyamet kopacak madem, ofistekilerle iş yemeğinde olmak yerine şöyle huzurlu bir yerde olsaydık bari.  İş yemeğindeyken mi batacak dünya, ne fena...



Öte yandan millet 12.12.12 kafasındayken, ben rüyamda üstteki gibi uçan evler, uçan evimize pencereden giren meraklı komşu teyzeler filan görüyorum. Aşure kaselerini soruyorlar durmadan. 
 
P.S.
2-3 hafta sonra beklenirken, dünyamıza teşrif etmek için tam da bugünü seçen minik Emre! Hoş geldin :) Dilerim çok mutlu bir hayatın olur. Sağlıkla, neşeyle, şanslı ve umut dolu günlerle geçirirsin ömrünü. Bak kuzenim diye demiyorum, baban çok iyi bir adam. Annen de öyle. Benden sana tüyo, seni çok seviyorlar.  :)

3 Aralık 2012 Pazartesi

en-gel

onları genelleyen tabirlere değil de (kelimeleri farklı kullanmaya kasıp özürlü, sakat diyenler de mevcut) yaşadıklarına odaklanmak gerekirse, türkiye'de en çok zorluk yaşayan, yok sayılan insanlar topluluğu... 

toplu taşıma araçları, her seçimde sökülüp yeniden yapılan ama yüksekliği azalmayan kaldırımlar, delik deşik ve engebeli yollar, tekerlekli sandalyeye uygun olmayan apartman girişleri, yüksek basamaklar, metro giriş/çıkışları, onlardan çok ihtiyacı olmayanların kullandığı asansörler... ondan da ötesi; ısrarlı bakışlar, küçümseyen tavırlar...

1-2 ay koltuk değneği kullanmam gerektiğinde daha iyi anlamıştım onları. benimkisi geçiciydi, onlarsa bu gerçekle, bu vurdumduymazlıkla yaşamak zorundaydılar. kısa bir süre görmemek için gözlerinizi, duymamak için kulaklarınızı, konuşmamak için ağzınızı kapatsanız siz de anlarsınız onları belki. ama genelde onları anlamak, 'onlar gibi olmak nasılmış'ı öğrenmek için değil de; onları yok saymak için kapatıyoruz gözlerimizi, kulaklarımızı. görmüyoruz onların yaşadıklarını, duymuyoruz çığlıklarını; işimize gelmiyor.

bizden olmayana hep oynadığımız "üç maymun" oyunu gibi... görme, konuşma, duyma. başını öte yana çevir. hiç başınıza bir kaza gelip de onlara katılabileceğinizi düşünmüyor, bunun bir an meselesi olduğunu aklınıza getirmiyor, asla onlardan biri olmayacağınızı sanıyorsunuz belki; ne büyük yanılgı! sayılarını dikkate değmeyecek kadar az sanıyorsunuz, ne büyük cehalet! onları umursamıyorsunuz, ne büyük vicdansızlık! altyapı sorunlarından önce, insanların beyin ve vicdan yapısında iyileştirme gerekiyor. az-biraz izan...

sokağa çıkmaları bile gözünüze batıyor, canınızı sıkıyor. hiç çıkmasınlar evlerinden değil mi efendim, çalışmasınlar, gezmesinler. ne işleri var sokakta! nasıl para kazanacak, nasıl geçinecekler peki? bilmezsiniz! bunlar sadece sizin hakkınız çünkü. çıkmasınlar sokağa ki görmeyin onları, keyfiniz kaçmasın. ama görmezden gelerek görünmez yapamazsınız onları!


Fotoğraf: 3 Aralık Dünya Engelliler Günü Kutlu Olsun!

11 Kasım 2012 Pazar

GSMM ne ola ki?

GSMM... Gayri Safi Milli Mutluluk diye bir şey duymuş muydunuz? Ben duymamıştım, hiç ummadığım şeyler öğreniyorum bazen gazete eklerinden.  (Bkz. Hürriyet Turuncu / Özlem  Türkmen, 10.11.2012)

Halkın mutluluğu da ülke ekonomisi kadar önemsenir olmuş bazı devletler tarafından. Şaşırmadım desem yalan olur. Ne de olsa ekonomi deyince gelir-gider, enflasyon, zam, dış borç gibi şeyler duymaya alışık bizim kulağımız yıllardır. Artık "İnsanlar mutsuzlaşıyorsa ekonomi büyüse ne olur?" diyorlarmış. Duygulandım doğrusu... 

Başına "milli" gelmesine gerek yoktu bence ama milli mutluluğu ölçmek için de bir sürü soru soruluyormuş bir sürü kişiye:

"Yarın hastalansan seni kaç kişi evinde ziyarete gelir?"

"Sana her hafta kaç arkadaş daveti (yemek, sinema, evde toplanma, buluşma, çay içme, parti vs) geliyor?"

"Komşularınla en son ne zaman sosyalleştin?"

"En son ne zaman toprağa yalın ayak bastın?"

"Eşinle/çocuklarınla ne zaman gerçekten birbirinize zaman ayırıp sohbet ettiniz?"

Bu sorulara cevap vermeye çalışalım hepimiz. Sonuç? Uzmanlar diyor ki, sevdiğimiz dostlarınızla geçirdiğiniz zaman yaşadığınız mutluluk, bin lira kazanırken birden iki bin lira kazandığınız zaman yaşadığınız mutlulukla eşdeğer(miş). 



Himalayalar'daki küçük ülke Bhutan, şöyle bir öneride bulunmuş  Birleşmiş Milletler'e:
 
"Ülkelerin zenginliğini ölçmek için kullanılan faktörlere, 'mutluluk' faktörü de eklenmelidir." 


Öneri kabul edilince de  BM şu kararı almış:

"Halkların mutluluğunu sağlamak, en temel insani hedeflerden biridir.


(Bkz. Milliyet, 5.10.2011)

Ve Bhutan Krallığı, Gayri Safi Milli Mutluluk ölçümü yapan ilk ülke olmuş. Tebrik ediyorum kendilerini. "Asıl zenginlik, mutluluktur" demişler...

Nobel ödüllü Jo Stiglist, İngiltere Başbakanı David Cameron Gayri Safi Milli Mutluluk konusuna büyük önem veriyormuş. Bizdeki durumu sormaya teşebbüs etmek bile ürküttü.  Sözü açılabilecek durumda mıyız acaba? 


 
Satın alma kararlarımızın %80'i duygusal, %20'si mantıksalmış. Bu mutluluk ölçümlerinin daha fazla alışverişi gazlamak için olduğunu öğrenmek, hayal kırıklığı olurdu doğrusu. 


Ama yukarıdaki soruları sormaya başlamak, harekete geçmek için başlangıç olması açısından işe yarayabilir.  Ben mesela bilgisayarı kapatıp beyle sokaklara atacaktım  kendimi zaten,  güneşin tadını çıkarmaya gidiyorum. 

Mutlu pazarlar...

6 Ekim 2012 Cumartesi

Metro kuçuları

Moskova'da metroyla seyahat eden sokak köpekleri varmış. Seyahat nedeni de banliyöde yaşayan köpeklerin çöplerde yiyecek bulabilmek için metroyla şehir merkezine gitmek istemesiymiş. Karınlarını doyurduktan sonra akşam saatinde yine metroyla banliyöye dönüyorlarmış.



Konuyu merak edip araştıran Moskova Ekoloji ve Evrim Merkezi'nden Anrei Poiarkov, Hürriyet Cumartesi'deki haberde beni en çok güldüren şu cümleyi söylemiş: "Köpekler doğru metro durağında inmek için alıştırma yapıyor. Birbirlerine metroda ne kadar kalmaları gerektiğini öğretiyor. Uyuyakaldıklarında duraklarını kaçırıyorlar." Ahaha, yerim sizi be!

Buradan (English Russia) da başka bir yazıyla fotoğraflara ulaşmak mümkün. 

Şu blogda da görebilirsiniz.


11 Eylül 2012 Salı

E çocuk haklı


"Hayvanat bahçeniz bir hapishane.
Kafesleriniz çok küçük.
Kaplan ağlıyordu.
Ziyaretimden nefret ettim."


(Bir çocuğun hayvanat bahçesi yönetimine yazdığı mektup. Haksız mı? Değil. Türkiye'dekileri ziyaret etse, kaplan dışında hepsinin ağladığını görüp hayattan tiksinirdi yavrucak.)

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Lö kariyer

Kariyer... 20. yüzyılın en büyük kandırmacalarından biri. "Daha çok çalış, daha çok yüksel, daha çok kazan!" Buna inanıp kendini kaptıran ve hırs küpü olanlar da var. Eminim hem kariyer, hem çocuk, hem de kulağına sokacak kadar çok cukka yapmayı başarıyorlardır.

Asla o kadar hırslı ol(a)madım. Yükselmek, altında emredecek adam olması, zattiri zotrok müdürü olmak gibi dertlerim de olmadı. Para da yetecek kadar lazım insana. Huzur  olsun, bizim olsun. Her şeyin fazlasının insana saç döküklüğü, mide asidi ve yiten beyin hücreleri olarak döneceğini düşünürüm.

Into the wild'ın gerçek kahramanı Alexander Supertramp de hislerime tercüman olmuş.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Marquez ve Alzheimer

Gabriel Garcia Marquez; sevdiğim, okurken sayfaları arasında kaybolup hiç bitmesin dediğim şahane kitapların yazarı... "Aşk ve Öbür Cinler", "Yüzyıllık Yalnızlık", "Kolera Günlerinde Aşk", "Kırmızı Pazartesi" ilk aklıma gelenler...



Alzheimer ise en çok korktuğum, kelimeleri, bildiğiniz her şeyi yavaş yavaş sizden uzaklaştıran, en sonunda da her şeyinizi elinizden alan korkunç bir hastalık...

En korktuğum şeylerden biri bu: Kelimelerin tükenmesi. Konuşmak, yazmak; ifade etmek isterken bomboş, şaşkın ve ne yapacağını bilemeden kalakalmak. Kafanın içinde sözcüklerin seslerini duymak, boşlukta birbirlerine çarpışlarını hissetmek ama karanlıkta uzaktan sana göz kırparlarken derdini anlatamamak...

Ve öğreniyorum ki, ikisi bir araya gelmiş. Alzheimer ve Marquez. Eğer doğruysa, çok üzüldüm. Dünyası kelimeler olan birinin elinden çekip alınıyor her şey. İğrenç bir hastalık yüzünden. Zaten "öldü" haberleri dolaşıp duruyor, rahat bıraksalar ya adamı...

Bir de şöyle bir veda mektubu var ki, çok fena...

Haber için tıklamak lazım.

11 Haziran 2012 Pazartesi

Mandık?

"Mantık evliliği denilen şeyi hiçbir zaman anlamadım sanırım. Aşkta mantık vardır yoktur tartışması değil kastettiğim. Aşık olunca salaklaşıyor insan, akıl mantık paçadan sıvışıyor; yine de ne hallere düşeceğini umursamıyorsun. Kalbin küt küt atınca da salak görünmeyi önemsemiyorsun.

Ama mantık evliliği komik bir şey. Aşık olursun, hayatını o kişiyle geçirmek, sabahları onunla uyanmak, buruştuğunda bile elini tutmak istersin; o yüzden evlenirsin. Aşk evliliği mantık evliliği diye bir ayrım çok saçma değil mi? Aşık olmadan nasıl evlenilir yahu, hayat geçer mi öyle? Kastedilen mantık "Parası var hayatımı garantiye alırım" mı ya da "Pısırık bir şey bu, sesini çıkarmaz, ben de carlarım bolca; ümüğüne çökerim" mi?

Düğün dernek, kaç kaç

Hafta sonumuz düğünlerle geçti. Cuma akşamı beyin bir arkadaşının oğullarının sünnet düğününe icabet etmemiz gerekti. Cağnım müdürüm sayesinde (neyse ki tatile çıktı, oh) ofisten 8'e doğru çıkabildim. Çok yorgun ve bezgindim. Ofise gittiğim kıyafetlerle katılmaktan başka çare kalmadı haliyle. Beyle kankası da kot-tişört geldi. Düğün mekanına gitmemizle birlikte, cümleten günümüzü görmemiz bir oldu.

Şöyle diyeyim, çocukların babası papyon takmıştı, annesi ise Oscar törenine gidip kırmızı halıda salınsa "Uuuuv" dedirtecek, çok şık, beyaz bir tuvalet giymişti. Kuğu gibiydi kadın bildiğin. Masanın tül örtüsünün altına saklanmak istedim bir an, sonra saldım çayıra... Herkes acayip şık, Boğaz manzarası nefis; yemekler, ortam klas... Çocukları eğlendirmek için animatörler, ufaklıklara dondurma, patlamış mısır ikramları... Masalara dağıtılmış minik, renkli cam kumruları pek beğendim. İki tanesi salonumuzu süslüyor şu an.

"Çocukların sünneti böyleyse, düğünü nasıl olur la?" diye merak ettik bir ara. Ama beyin saçlarını kısacık kestirmesi, eski arkadaşları için gecenin en büyük haberine dönüştü. Smokin giyse bu kadar şaşırırlardı herhalde. Neyse ki reklamcı tayfası da rahat giyinip gelmiş, içime su serpildi.  Akabinde yemek, beyin eski iş arkadaşlarıyla muhabbet, şarap, kakara kikiri derken; "Unchained Melody"den başlayan hoş müziğin, her düğünün vazgeçilmezi Fatih Ürek'in "Haydi Lililili" adlı eserine yol almasıyla "Eh artık gitme vaktidir." deyip kaçtık.

Cumartesi ise düğün sırası bizim taraftaydı. Annemin kuzeninin kızı evleniyordu. Kendisini çocukluğundan beri 1-2 kez görmüşümdür herhalde. O da yine düğün dernektedir muhtemelen. Yapmacık haller, kokoş tavırlar, gösteriş merakı... Pek hoşlanmadığım şeyler.

Neyse, hatır için gittik mecburen. Ben davetiyeden başımıza gelecekleri anlamıştım. Kartondan (hatta kontrplak), 30 cm'lik cetvel uzunluğunda, adam dövmelik bir davetiye geldi. Ne çantaya ne posta kutusuna sığar. "Ne ka büyük, o ka havalı" diye düşünmüşler herhalde. Kokteyl ve yemek olduğu belirtilmiş, LCV istenmiş. Mekana gitmemiz 1 saat 15 dakika sürdü zaten korkunç trafikte, sıkıntıdan uzun elbiseyi filan fırlatmak istedim üstümden, saçımı başımı dağıtasım geldi. 

Gittik, kokteyl filan yok. Yalan. Yani bir (rakamla 1) masada cips ve yeşil zeytin vardı. Nikah şekerleri pahalı yabancı bir marka ama, sadece tek bir çikolata var içinde; etraftaki çocuklar da talan etti o karton kutudaki çikolataları.

Evet, Boğaz manzarası güzeldi. O kadar. Ama tuvalet ve yemekler berbattı. Ki en önemli iki unsur. Mekanda jimmy jib (tepeden çekim yapan hareketli kamera), barkovizyon vs gibi gereksiz detaylar... Avatar'ların oturabileceği uzunlukta sandalyeleri olan nikah masası...  Her şey çok zorlama ve abartılıydı. Yapmacık, prova edildiği belli. Danslar, yakılıp duran meşaleler, damadın ısrarı üzerine patlatılması istenen şampanyalar...

Karton olduğu çok belli beyaz bir kuleyi kesiyor gibi yaptılar, ardından böğürtlen reçelli boktan çikolatalı pasta geldi. Sarhoş bir amca da sirtaki yapmaya kalkıp ağzındaki rakı kadehiyle, kıçına kor kaçmış gibi zıplayıp milletin üstüne kaykılınca, bizim kadar sıkılan anneyle beraber kaçtık ortamdan... Hatır-matır da bir yere kadar.

Geçen hafta da bir nikah için şehir dışındaydık, e yeter da! Göbek atmaktan hoşlanan bir bünye de değilim. Sanırım düğünleri pek sevmediğime de artık emin oldum. Sadece kendiminkini ve bir-iki yakın arkadaşımınkinde eğlenmiş bile olabilirim.

Neyse ki bu kadar iğrenç bir düğüne gitmem gerekmedi henüz. Gerizekalılar sizi

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Soğan cücük, metin güdük

Cüccük kadar bilgiyle katalog, tanıtım kitapçığı ve daha bir sürü metin yazmam isteniyor. Bir nevi soğan zeytinle, kral sofrası kurmanın beklenmesi gibi bir durum. "Ha?" demek istiyorum kendilerine. Şaka mı bu? Değil. Hmm, komik de değil zaten.

Şu şaşkın koalayı gördüm sonra, sinirim bozuldu. Aynen böyle hissediyorum şu an.

17 Mayıs 2012 Perşembe

How common is your birthday?

İnsan şu tabloyu görünce, birçoook insanın anne-babasının Aralık ayının soğuuk günlerinde ne yaptığını şıp diye anlıyor. Ekleyin Aralık'a 9 ay 10 gün. Hah, işte o yüzden Eylül ayının sütunu kapkara. Doğan doğana, nüfus patlaması... Doğal ısınma yöntemi her daim popüler.

Ben de Eylül ortasında doğduğum için sıradan hissettim doğrusu kendimi şu an. Oysa Aralık öyle mi, sakin ferah...

14 Mayıs 2012 Pazartesi