![]() |
Cihangir'deki Kaktüs / Fotoğraf: Didem Atayılmaz Kalaycı
|
(Soldan sağa) Kaan, Roberto ve Nebahat.
Yaz geldi... Arada gökgürültüsü, sağanak ve dolu ile bölünse de, yapış yapış sıcak işte. Birden kararıp birden açan hava, sanki biri ışıkları yakıp söndürür gibi. Sıcak evet. Hele bana daha sıcak. Arkadaşımın paylaştığı şu yukarıdaki tipleri görünce gülümsedim. Beyoğlu'na ne zamandır gitmediğimi fark ettim. Eskiden giderdim Kaktüs'e, ama Beyoğlu'ndakine. Severdim de. Zencefil'in ayran aşı çorbasını da severdim. Bir sürü yeri severdim, şimdi adları aklıma gelmiyor. Tavanarası, sonra Urban, Çukur Meyhane vardı; yemekleri hoş, sevimli bir yer.
Beyoğlu'na en son bir dostumun doğumgünü için içmeye gitmiştik, eh şimdi içemediğime de göre... Robinson'a kitap bakmaya gidiyordum genelde, Galata tarafından; o minik kafelerde oturmayı seviyordum, renkli ıvır zıvırla dolu dükkanlara girip çıkıyordum, kapısını açık bulursam Doğan Apartmanı'nı kolaçan ediyordum yerinde duruyor mu diye; oralarda dolaşıyordum o (artık) sevimsiz, gri, beton meydana hiç ayak basmadan. Gezi Parkı'nda dolanıyordum bazen, sonundaki çay bahçesinde oturuyordum. Şimdi Robinson da yok eski yerinde. Canım sıkıldı. Kapanmamış da, bir yerden bir yere taşınıyormuş gibi gösterilmesine de sıkıldım. 35 bin dolar kira ne ya! Başka çare bırakmamışlar ki zaten.
Çocukluğumdaki İstanbul'u düşündüm. Bazı yerlerini kafamda oturtamıyorum, artık olmadıklarından herhalde, bana oralar aslında yokmuş da ben çocuk aklımla hayal etmişim gibi geliyor. Evet, aslında oralar yoğ, uydurmuşum ben meğerse. Annemle Beşiktaş'ta yürüyüşümüzü hatırlıyorum, o kocaman sarı dolmuşlar vardı. Elimden tutmuştu annem, açık renk bir elbise vardı üzerinde. O eski model tombik arabalardan bozma dolmuşlar, çok severdim onları. Annemle yürürken, tam Deniz Müzesi'nin orada Safiye Ayla'yı görmüştüm. Geriye dönüp arkasından bakmıştım uzunca bir süre. Şimdi şaşıyorum, küçücük çocuk nerden bilirmiş ki Safiye Ayla'yı, rahmetli dedemden belki...
Bazı güzel korulara giderdik pikniğe, İstanbul manzarası, dolmalar-köfteler-mangalda pişirilen kahveler... Şimdi oralar duvarları yüksek, kameralı villalarla doldu. Beni dondurma yemeye götürürlerdi. Deniz kenarı bir yerlerde Zeki Alasya-Metin Akpınar gösterisi izlemiştik sanki. Büyükada mıydı, kim bilir... Minik vapurlar vardı. Dedemle Üsküdar'daki Kanaat Lokantası'na giderdik, tezgaha boyum yetişmezdi ama dedem bana tavukgöğsü kazandibi ısmarlardı. Garsonlar yine göbekli, tonton amcalardı. Nerelerdi o hatırlamadığım yerler, şimdi gitsem aynı yerlere, gönlüm kırılır biliyorum. Böyle kalsın, daha iyi.
Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'nin de sülale için acıklı bir hikayesi var. 1953'te, teyzemin (annemin teyzesi) 3 haftalık denizci eşi Mehmet Ali Amerika'ya gitmek üzere görevlendirilmiş. Taze eşi teyzem de Amerika çok uzak, nasıl gider nasıl döner diye endişelenmiş. Nikahları olmuş ama düğünleri olacakmış daha. Sonra Dumlupınar Denizaltısı'nın battığı haberi gelmiş. NATO tatbikatından dönerken bir İsveç gemisiyle Çanakkale'de çarpışmış. 81 denizci şehit olmuş, daha da kötüsü denizaltı battığı yerden çıkarılamamış. Sadece üst kısmındaki birkaç kişi kurtulmuş. O koca şeyin içindeler hala hepsi.
Bizimkiler "Aman bizim çocuk Amerika'da" diye buruk da olsa sevinirken, eniştenin mektubu gelmiş (o zamanlar postanın hızı malum) "Hikmet, Amerika çok uzak diye ben Dumlupınar'daki bir arkadaşımla yer değiştirdim." Ecel. Bizimkiler şokta, teyzem perişan. Assubay çavuş Mehmet Ali Yılmaz da Dumlupınar şehitleri arasında.
Amerika'ya giden arkadaşı hayattayken, Mehmet Ali enişte Dumlupınar Denizaltısı'nda hayatını kaybetti. 82 yaşına geldi teyzem. Başucunda ikisinin de gencecik olduğu, sonradan renklendirilmiş o nikah fotoğrafları. Hala Dumlupınar'ın çıkarılacağı günü bekliyor, filminin çekileceğini duymuş geçenlerde, sinemaya gidemeyeceği için bana "Televizyonda da gösterirler mi?" diyordu en son. 17 yaşında yaşadığı o büyük acı, yakasını hiç bırakmadı. Başında dua edeceği bir mezarı bile olmadı eşinin, denizde kaldı. Yıllar sonra balığa çıkıp fırtına patlayınca ne kayığından, ne kendinden bir iz bulunamaycak abisi gibi eşi de denizde yitti... O yüzden bizimkiler (büyük teyzeler) korkar denizden, sevmezler pek.
Teyzem o haberi aldıktan sonra aylarca yataktan çıkamadığını, çok zayıfladığını, şehit eşi diye davet edildiği o zamanki cumhurbaşkanının huzuruna bile zorla çıktığını, onun "Kızım hayat devzam ediyor, başın sağolsun acın büyük ama toparla kendini" deyişini ve hayatının nasıl da o günde durduğunu anlatır hala. Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'ne yolunuz düşerse, Dumlupınar Şehitleri'nin resimlerinin olduğu odaya girin bir gün. Orada sarışın, minik dudaklı, muzip gülümseyişli bir delikanlının fotoğrafını da göreceksiniz.
Yaz geldi... Arada gökgürültüsü, sağanak ve dolu ile bölünse de, yapış yapış sıcak işte. Birden kararıp birden açan hava, sanki biri ışıkları yakıp söndürür gibi. Sıcak evet. Hele bana daha sıcak. Arkadaşımın paylaştığı şu yukarıdaki tipleri görünce gülümsedim. Beyoğlu'na ne zamandır gitmediğimi fark ettim. Eskiden giderdim Kaktüs'e, ama Beyoğlu'ndakine. Severdim de. Zencefil'in ayran aşı çorbasını da severdim. Bir sürü yeri severdim, şimdi adları aklıma gelmiyor. Tavanarası, sonra Urban, Çukur Meyhane vardı; yemekleri hoş, sevimli bir yer.
Beyoğlu'na en son bir dostumun doğumgünü için içmeye gitmiştik, eh şimdi içemediğime de göre... Robinson'a kitap bakmaya gidiyordum genelde, Galata tarafından; o minik kafelerde oturmayı seviyordum, renkli ıvır zıvırla dolu dükkanlara girip çıkıyordum, kapısını açık bulursam Doğan Apartmanı'nı kolaçan ediyordum yerinde duruyor mu diye; oralarda dolaşıyordum o (artık) sevimsiz, gri, beton meydana hiç ayak basmadan. Gezi Parkı'nda dolanıyordum bazen, sonundaki çay bahçesinde oturuyordum. Şimdi Robinson da yok eski yerinde. Canım sıkıldı. Kapanmamış da, bir yerden bir yere taşınıyormuş gibi gösterilmesine de sıkıldım. 35 bin dolar kira ne ya! Başka çare bırakmamışlar ki zaten.
Çocukluğumdaki İstanbul'u düşündüm. Bazı yerlerini kafamda oturtamıyorum, artık olmadıklarından herhalde, bana oralar aslında yokmuş da ben çocuk aklımla hayal etmişim gibi geliyor. Evet, aslında oralar yoğ, uydurmuşum ben meğerse. Annemle Beşiktaş'ta yürüyüşümüzü hatırlıyorum, o kocaman sarı dolmuşlar vardı. Elimden tutmuştu annem, açık renk bir elbise vardı üzerinde. O eski model tombik arabalardan bozma dolmuşlar, çok severdim onları. Annemle yürürken, tam Deniz Müzesi'nin orada Safiye Ayla'yı görmüştüm. Geriye dönüp arkasından bakmıştım uzunca bir süre. Şimdi şaşıyorum, küçücük çocuk nerden bilirmiş ki Safiye Ayla'yı, rahmetli dedemden belki...
Bazı güzel korulara giderdik pikniğe, İstanbul manzarası, dolmalar-köfteler-mangalda pişirilen kahveler... Şimdi oralar duvarları yüksek, kameralı villalarla doldu. Beni dondurma yemeye götürürlerdi. Deniz kenarı bir yerlerde Zeki Alasya-Metin Akpınar gösterisi izlemiştik sanki. Büyükada mıydı, kim bilir... Minik vapurlar vardı. Dedemle Üsküdar'daki Kanaat Lokantası'na giderdik, tezgaha boyum yetişmezdi ama dedem bana tavukgöğsü kazandibi ısmarlardı. Garsonlar yine göbekli, tonton amcalardı. Nerelerdi o hatırlamadığım yerler, şimdi gitsem aynı yerlere, gönlüm kırılır biliyorum. Böyle kalsın, daha iyi.
Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'nin de sülale için acıklı bir hikayesi var. 1953'te, teyzemin (annemin teyzesi) 3 haftalık denizci eşi Mehmet Ali Amerika'ya gitmek üzere görevlendirilmiş. Taze eşi teyzem de Amerika çok uzak, nasıl gider nasıl döner diye endişelenmiş. Nikahları olmuş ama düğünleri olacakmış daha. Sonra Dumlupınar Denizaltısı'nın battığı haberi gelmiş. NATO tatbikatından dönerken bir İsveç gemisiyle Çanakkale'de çarpışmış. 81 denizci şehit olmuş, daha da kötüsü denizaltı battığı yerden çıkarılamamış. Sadece üst kısmındaki birkaç kişi kurtulmuş. O koca şeyin içindeler hala hepsi.
Bizimkiler "Aman bizim çocuk Amerika'da" diye buruk da olsa sevinirken, eniştenin mektubu gelmiş (o zamanlar postanın hızı malum) "Hikmet, Amerika çok uzak diye ben Dumlupınar'daki bir arkadaşımla yer değiştirdim." Ecel. Bizimkiler şokta, teyzem perişan. Assubay çavuş Mehmet Ali Yılmaz da Dumlupınar şehitleri arasında.
Amerika'ya giden arkadaşı hayattayken, Mehmet Ali enişte Dumlupınar Denizaltısı'nda hayatını kaybetti. 82 yaşına geldi teyzem. Başucunda ikisinin de gencecik olduğu, sonradan renklendirilmiş o nikah fotoğrafları. Hala Dumlupınar'ın çıkarılacağı günü bekliyor, filminin çekileceğini duymuş geçenlerde, sinemaya gidemeyeceği için bana "Televizyonda da gösterirler mi?" diyordu en son. 17 yaşında yaşadığı o büyük acı, yakasını hiç bırakmadı. Başında dua edeceği bir mezarı bile olmadı eşinin, denizde kaldı. Yıllar sonra balığa çıkıp fırtına patlayınca ne kayığından, ne kendinden bir iz bulunamaycak abisi gibi eşi de denizde yitti... O yüzden bizimkiler (büyük teyzeler) korkar denizden, sevmezler pek.
Teyzem o haberi aldıktan sonra aylarca yataktan çıkamadığını, çok zayıfladığını, şehit eşi diye davet edildiği o zamanki cumhurbaşkanının huzuruna bile zorla çıktığını, onun "Kızım hayat devzam ediyor, başın sağolsun acın büyük ama toparla kendini" deyişini ve hayatının nasıl da o günde durduğunu anlatır hala. Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'ne yolunuz düşerse, Dumlupınar Şehitleri'nin resimlerinin olduğu odaya girin bir gün. Orada sarışın, minik dudaklı, muzip gülümseyişli bir delikanlının fotoğrafını da göreceksiniz.