müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2018 Cumartesi

Neyse, Patrick Melrose

Geçen metroda giderken, nasıl olmuşsa denk gelmiş oturmuştum. Arada hamileyim sanıp yer veriyorlar, çok yorgunsam hiç bozmayıp çöküyorum. Tam işe yarayacağı zaman göbeğimin ekmeğini yemeyeyim mi yani? Hamileyken yer vermediklerine saysınlar artık. Millet benim için kavga ediyordu o ara (böyle deyince bi havalı oldu ha), "Ay hamile kadına yer vermiyorlar ayıp be, şş kalksanıza gençler hüoop" diye. 

Neyse, tepemde dikilen kızın elindeki kitap dikkatimi çekti: "Neyse". Bi hoşuma gitti adı. Baktım yazarına, Emrah Kabba. Hiç duymamışım. Kendisi Twitter'da çok meşhurmuş, oradaki mahlası @yokmaalesef'miş. Bence kesin reklamcı. Hayatını yazarak kazanıyorsa öyledir gibime geldi. Bu imlayla editör olamaz, yok yok, değildir :) 

İnternet siparişlerine ekledim kitabı hemen. Başladım ama imla filan hak getire, anlatım bozukluğu gırla... Normalde acayip takılırım, resmen okumamı engelliyor ama rakı masasında muhabbet eder gibi yazıldığı için herhalde, çok da umursamadım. Metroda-metrobüste yer yer sırıtarak, arada kitabın kahramanı Nuri'nin bahtsızlığına hayıflanıp gülerek bitirdim kitabı. İyi geldi içime. Ananem, sevdiği yemeğin üstüne çay içince böyle der hep: "Ooh, iyi geldi içime; yakıştı"

Tavuk dönerden nefret ederim, gerçekten sarışınlık atfedip tapmasına da güldüm. Kitap çok heyecanlı yerinde bitti, devamı gelir herhalde. Şu blogger'ların dizüstü edebiyat serisi gibi, çok da bir şey beklemeden okunursa eğlenceli. Yani edebi bir tat, afili bir üslup beklememek lazım. Sürükleyici ama. Kafa yormadan lıkır lıkır gidiyor. ekşi sözlük'ten tanıdığım birilerinin tarzına benzettim, olur mu olur. Belki de kendisi suser, bilemedim. Soyadı filan, takma gibi. Kaba'ymış da Kabba yapmış sanki. Plajda, tatile çıkamıyorsanız da toplu taşımada okumak isterseniz kapağı altta. Kendisiyle yapılmış bir röportaj da >> şurada.




Ne zamandır dizi izlemiyordum. En son "Şahsiyet"e başlayıp bırakmıştım. Şimdi ise 5harfliler'de gördüğüm yeni bir diziye başladım: "Patrick Melrose". Başrollerde Benedict Cumberbatch, Hugo Waeving. İlki oğul, ikinci baba rolünde. Uyuşturucu bağımlısı, snob, takıntılı, aklının bir köşesinde intihar hep olan ve her şeyin 'kaliteli'sini arayan Patrick'in, babasının ölüm haberini almasıyla başladı ilk bölüm olan "Bad News". Normal insanlar için üzücü/yıkıcı olabilecek bu haberi sevinçle karşılamasından, babasıyla olan ilişkisinin nasıl olduğunu anlıyoruz aslında. Spoiler'ları okumamaya çalıştım, merak edenler için ben de anlatmayayım ama dizideki ilk çocukluğa dönüş sahnelerinden babasının onu çocukken taciz ettiğini açıkça anlıyoruz. Taciz deyince hafif kaçtı, bildiğin öz babası tecavüz ediyor 8 yaşındaki çocuğa. İyi piyano çalan, gaddar avcı, 'rafine' (!) zevkleri olan, zengin, sapkın ve acımasız bir baba... 

Küçük bir erkek çocuğun hayatı tam da burada kaymaya başlıyor. Karnıma ağrılar saplandı daha ilk bölümden. Dizi, edebiyat uyarlaması. Edward St. Aubyn’in aynı adlı roman serisinden uyarlanmış. Yazar, uzun yıllar tekliflere dirense de Cumberbatch'ın bir röportajında bu karakteri canlandırmayı çok istediğini söylemesiyle fikrini değiştirmiş. Beş ciltlik romanı, beş bölüme sığdırmışlar. 

Şu diyalog dizinin özeti olabilir:
* Öldüğüne üzüldün mü?
-Yaşadığı için üzüldüm asıl

İnsanlar durduk yere alkol/uyuşturucu bağımlısı, intihara meyilli olmuyor. Her şeyin kaynağı çocukluk. "Çocuktur anlamaz, hatırlamaz" denilen zamanlar... Son haberlerden sonra ruh halim böyle bir şey izlemeye hiç hazır değil. Sanırım karnıma ağrılar girerek, tırnaklarımı kemirerek izleyemeye devam edeceğim. Artık dayanabildiğim yere kadar. Uyuşturucu sahneleri beni biraz rahatsız etti. Patrick'in sürekli kendi kendine konuşması, babasını taklit etmesi filan çok üzücü. Hep şunu düşünürüm böyle travmalar yaşayan çocuklarda, anneleri hiç mi fark etmez? Daha korkuncu fark ediyorlarsa, nasıl ses çıkarmazlar? Bu nasıl bir çaresizlik olabilir? Muhtemelen kendileri de çocuklarına bunu yapan adamlardan şiddet gördükleri için.

Şuraya tanıtım videosunu bırakayım. Gıcık olduğum İngiliz aksanını sevdiren, çok acayip oyuncu Benedict hatrına izlenir... "Ya en iyisi olsun ya da hiç olmasın"




Geç keşfettiğim genç müzisyenler oldu bir de bu ara, ofisteki arkadaşlar ve spotify sağolsun. Bunlardan biri de Evrencan Gündüz. Kesin biliyorsunuzdur, Asım Can Gündüz'ün oğluymuş. Şarkıları eğlenceli, tarzını sevdim. Arkadaşlarıyla tıngırdatıp eğlenirken kaydetmişler sanki hep şarkıları. 

Annesi tarafından büyütülmüş. Daha 21 yaşında. 15 yaşında Beşiktaş vapurunda müzik yapmaya başlamış. Sonrası sokak müzisyenliği. Sempatik bir tip. Yıllarca (galiba liseye kadar) görmediği babası için "Çok iyi bir insan ama baba olabilecek biri değilmiş aslında, kendi çocukmuş. İstememiş çocuk, alamamış o sorumluluğu. Becerememiş" gibi bir lafı var. Hoşuma gitti samimiyeti, şefkatli ve sahici hali. Trip atmak yerine, babasını ve durumu kabullenmiş. Müziğin iyileştirici hali merhem olmuş yarasına. Baba meselesini çözemese, acısını çok çekerdi. Acıyı müzikle bal eylemiş. İyi kalpli olmak daha önemli şu hayatta. Kindarlıkla ömür geçmiyor. Aferin Evrencan.

"La La La" diye şarkı olur mu, olmuş...



Al, saçları ve müzik yeteneği babasına çekmiş işte. Genetikten kaçamıyorsun. Eh, herkes anne baba olmak zorunda değil, olmaya uygun da değil kimisi. Zorla değil ya. Hepimiz bir süre sonra, anne-baba olsak da olmasak da; bir zamanlar burun kıvırdığımız anne babalarımıza dönüşeceğiz. Mukadderat. Sonra gün gelip elimiz böğrümüzde, pişmanlık ve keşke'lerle yokluklarına alışmaya çalışırken bulacağız kendimizi. 

"Ya babama ve kaderime küsüp bunalım bir tip olacaktım ya da hayatıma devam edecektim." mealinde bir şey demiş Evrencan. İkinci yolu seçerek iyi yapmış, hayat küsmek ve bunalmak için çok kısa be gerçekten. Bunalım yaptığı zamanlara acıyor insan bir süre sonra. Ben de bir sürü ayı/yılı öyle geçirdim. Düşündüm de, ne saçmaymış. 

Şimdi ise tek derdim, kızımla daha çok ve güzel vakit geçirmek. Onun eğlendiğini, mutlu olduğunu görmek. İyi bir insan olduğunu... Sağlığıma dikkat edersem, sırf bu yüzden ederim yani. Benim için "Tatlı bir annem var, beni sevdiğini hep hissettirdi bana" dese mesela, delirecek gibi olurum herhalde sevinçten. Bazen ben bulaşık yıkarken filan "Annee seni denize, adalara, göökyüzüne kadar seviyorum" diyor da, elimdeki köpüklü tencereyi filan bırakıp "Yıaa anne, bıraak" diye elimden kaçana kadar öpüyorum. Canım kıvırcığım <3

Hava çook sıcak. Ofisteyim, cep telefonumu evde unutmuşum. Bir tuhaf boşluk var. Yemekte yine tavuk var ama hayata olumlu tarafından bakıyoruz madem, karpuz var diye sevindim kendi kendime. Yanımdaki arkadaş (!) vize işlemleriyle uğraşırken, ben de "Ulan bu yaz tatil yapabilecek miyiz, yaparsak bikiniye girebilecek miyim?" diye dertleniyorum. Derde gel. Neyse, bir mayo bin ayıp örter. Of, o uzuun bayram tatili desen, daha 1.5 ay var. Ama olsun, bir yere gitmesem de izin alacağım. Kızımla zaman geçiririm. Umut etmesi bile güzel geldi şu an, ne de olsa yaz dediğin yılda bir kere geliyor. Ben de kızım gibi denizin hastasıyım. Olmadı, onun şişme havuzunu doldurur, elimde meşrubat içine otururum.

Kapanış "Mamak Türküsü", Jehan Barbur'la Evrencan Gündüz'den... Haydi Temmuz, artık bi yüzümüzü güldür.

5 Eylül 2014 Cuma

Walter, Shazam, Vance Joy

Walter gibi şen olmak ister deli gönül. Bu nasıl bitmeyen bir enerji yahu, ahaha! Ve onca koşturmadan sonra denize kavuştuğu anki o sevinç, ploffff... Denizden çıkmayan biri olarak hislerini anlıyorum Walter'cuum.



Başka? Diyete devam. Kan almaya da. Ama diyetten sonra şeker yükseldi, bu işte bir yanlışlık var. Her akşam Caddebostan'a kadar yürüyüş. Sahilde kaykaycı gençlik, patenle hokey oynayanlar, bisiklet yolunda gazlayan gerzek motorsikletliler, kamp sandalyelerini alıp denizin dibinde ya da çimlerde birasını, kahvesini yudumlayanlar, darbuka çalan minik çingene kızlar, usul usul demlenen amcalar, bisikletliler, köpekliler... Kalabalık gırla. Önceki akşam gökgürültüleri, şimşekler karşıda patlarken hızlı hızlı yürüdük, tepemize yıldırım inip de yağmur bizim tarafa gelmeden arabaya kılpayı yetiştik. Meteroloji 6'da tufan, hortum demişti ama günlük güneşlikti ortalık?

Bu arada Shazam'ın çok şahane bir icat olduğuna karar verdim bir kez daha. Bu programı telefonunuza indirdiniz. Başını kaçırdığınız, adını ya da söyleyenini bilmediğiniz ve deli gibi merak ettiğiniz bir şarkı duyduğunuzda telefonu o tarafa tutuyorsunuz, o tüm interneti tarıyor ve şak diye şarkının adını, icracısını söylüyor. Yıllarımı harcadım radyoda kıçını başını duyduğum şarkıları bulmaya çalışırken. Mırıldanarak anlatmaya çalışırken maymun oldum. Teknoloji işte, canına yandığım.

Riptide da Shazam'la keşfettiğim son şarkı. Caddebostan sahildeki kaykaycı oğlanlar dinliyordu, pek hoşumuza gitti. Shazam sağolsun, çaktırmadan o tarafa tutunca telefonu, merakımızı giderdi.

Şarkıyı söyleyen oğlan, gerçek adı James Keogh olan Vance  Joy, Avustralyalıymış. Melbourne'lü bir folk popçu. Ukulele de çalıyormuş. Altta dinleyeceğiniz şarkısı da yılın şarkısı seçilmiş memleketinde. Bu da web sitesi.  

Ekşi sözlük'ün yalancısıyım, 5 şarkılık EP'si varmış, Eylül'de de "Dream your life away" adlı albümü çıkıyormuş. İlk single "First time"ın klibi çıkmış bile. Valla kaykaycı oğlanlardan sonra biz de pek sevdik kendisini. Caddebostan sahilinden selamlar...

 

25 Şubat 2014 Salı

Some Better Day

Bu ara izlediğim filmlerden (Blue Jasmine -Cate abla muhteşem bir oyuncu evet-, Last Vegas -İyi oyuncular, eğlenceli bir film, Robert abi yeter-, Frances Ha -Konu hoş, başrol oyuncusu iyi, siyah beyazın tadı ise bambaşka-, Elysium -Bilim kurguların geleceğe pesimist bakanları canımı sıkıyor ama bunu izledim, dünya böyle olursa hakkaten durum acıklı)  memnun kaldım. 

Şarkılarını pek sevdiğim gruplar arasına da, beyin aypoduma yüklediği I am Kloot girdi. Aylovdit.

Eh, dün akşamdan beri dinlediğimiz iğrençlik kaydından sonra kirlenen kulakları musikiyle temizlemek lazım. Hem güzel günler göreceğiz hep birlikte, az kaldı... Uyuma, dinle.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Spring of War




İlk duyduğumda Türk olduklarına inanmakta zorlandığım enteresan bir grup The Ringo Jets. Kurulalı 2.5 yıl olmuş ama albümleri yeni çıktı. Klip çektikleri ilk şarkıları da sosyal medyada ortalıkta ne zamandır, dinlemeyen varsa buyursun. Ben pek beğendim.

Yukarıdaki de ilk albümlerinin ilk video klibi. "Nabertürk" isimli kanalda, Gezi protestoları sırasındaki haber bülteni yer alıyor. Haberleri sunan, grubun davulcusu Lale Kardeş. Alandaki muhabir ise gitaristleri Deniz Ağan. Arada reklamlar var, "Democrazy" deterjanı vs. Sevdiğimiz manidarlıklar bunlar... 

Barış Akpolat röp.

4 Şubat 2014 Salı

Nasıl mutlu şarkı yazılır ki?

Salı ama ben Pazartesi gibi hissettim. Dün akşam geldik yoldan. Kars'ı bilahare yazacağım, kafamı ve fotoğrafları toparlar toparlamaz... Ama kesinlikle gidilip görülmeli. Doğası nefis, insanı can. Çok sevdik. -31'i de gördükten sonra "Soğuk, üşüdüm" demem bence bi daha. Utanırım.

Fiona abla böyle demiş, içimi burdu. O zaman kendisinden bir şarkı gelsin bugün. 


23 Ocak 2014 Perşembe

Ho Hey

Bazen sadece dinlemek de iyi gelir. The Lumineers şarkılarını peşpeşe diziniz, dinleyiniz; iyi hissediniz...
Seviyoruz merkez.

29 Kasım 2013 Cuma

Sarı saçlarına kurban David

David Garrett, keman virtüözü ve de yetenekli bir Alman- Amerikan kırması kardeşimiz. 'Kardeşimiz' diyorum çünkü 1980 doğumlu, sarışın, eli-yüzü düzgün bir insan evladı. Bir de Başak burcu. İmajı için biraz kasıyor, yüzüğüyle saçıyla fazla alakadar oluyor gibi gelse de sanatına saygımız sonsuz. Tarzı daha çok cover üzerine. Ama 'Ankara'nın Bağları'nı çalsa, dinlenir diyorlar. Konserlerinde pek de esprili, flörtöz.

Yetenekli dememin sebebi de şu; saniyede 13 nota basabilen (2008'de dünyanın en hızlı keman çalan insanı seçilmiş, rekorlar kitabına girmiş) David, keman çalmaya 4 yaşında, konser vermeye ise 7 yaşında başlamış. Babası abisine almış kemanı, ama abisi eline almazken David kendi kendine çalmayı öğrenmiş. Yetmemiş, virtüöz olmuş. Kirpikleri uzun, saçları da sarı, demiştim sanırım (saçları boya, dişleri -galiba porselen ama olsun, bir tek kaşlarını almayaymış iyiymiş). Yaşayan en önemli keman virtüözlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Ama aynı zamanda da sakar bir oğlan. 2007'de Londra'daki Barbican konseri öncesi sahnede ayağı takılmış ve paha biçilmez Stradivarius kemanının üstüne düşüp kırmış. Yerinde olsam, ay rezil oldum, güzelim keman da gitti diye karalar bağlardım herhalde. Ekşi sözlük'te kırılan kemanın Giovanni Battista Guadagnini tarafından yapıldığı, telaşa hacet olmasa da  değerinin 1 milyon dolar olduğu, tamiri için de 120 bin dolar gerektiği yazılı.  1772 yılında yapılmış bu kemanı, 2003'te 1 milyon dolar sayıp da almış çocuk. Az para mı?! Geçenlerde, Berlin'deki 2010 Rock Symphonies konserini izledim bir yerlerde. Albümünün adı da bu: Rock Symphonies. Albümündeki cover'lar şöyle sıralanıyor:

1. Smells Like Teen Spirit
2. November Rain
3. The 5th
4. Walk This Way
5. Toccata
6. Vivaldi vs. Vertigo
7. Master of Puppets
8. 80's Anthem
9. Live and Let Die
10. Asturias
11. Kashmir 

Yani bildiğiniz bir sürü rock ve pop parçasını çalıyor, güzel de çalıyor. Klasik eserler yok mu, var; onları da nefis icra ediyor. Karayip Korsanları'nın müziği de var repertuarında ama onu zaten pek sevmem, hele atv haberlere fon müziği olduğundan beri gıcığım. David'i Kurt Cobain'e benzetenler de var, ona bir şey diyemeyeceğim. Yarı çıplak pozlarına da hiç girmeyeyim... Allah sahibine bağışlasın.

Ama böyle deri ceket, cepten sarkan zincir ve elde keman.. enteresan tabii. Şikayetçi değiliz. Klasik müziği sevmeyen varsa, popülerleştirerek sevdirme çabasını takdir ediyorum. Şarkıların bu versiyonları da hoşuma gitti aslında. Mehmet Tez'e mi seslensem bilmiyorum, Türkiye'ye gelmez mi, bir keman da burda kırmaz mı?

Sevdiğim 'Kashmir'i böyle yorumlamış.



Bkz. bu da 'Smooth Criminal'.

 

Ve 'Live and Let Die'. Paul McCartney ile. 

24 Kasım 2013 Pazar

Dilek tutmak

Genç Osman'ın "Gökyüzü Masmavi" albümünden dinlediğim şarkılar hoşuma gitti. İzini, Mavi Sakal günlerinden sonra kaybetmiştim. Solo albümü çıkmış. Pek de güzel olmuş. İyi geldi bu şarkı...



Onu seven, bunu da sever bence...

11 Kasım 2013 Pazartesi

Filmli şarkılar, şarkılı filmler #2


Haftaya güzel başlamak lazım dedim. Üşengeçlik etmeyeyim, inceden listeye devam edeyim...

"Yes Prime Minister" dizisi vardı hani, yeniden çevrimi yayınlanmaya başlamış cnbc-e'de. Gerçi bizde o dizinin alası çekiliyor ya, neyse. Kaç çocuk yapacağımıza, hangi yöntemle doğuracağımıza, hangi evlerde kimlerle kalacağımıza (daha doğrusu kalamayacağımıza) karışanlar, milleti jurnalciliğe özendirenler varken sinirleniyor insan haliyle. Diziyi de sevmezdim, düşündüm de hangisi daha sevimsiz bilemedim.

Neyse, şarkılarda sıra. İyi haftalar olsun...

15. Juno "Tire Swing"-Kimya Dawson
16. Nick & Norah's Infinite Playlist "Our Swords"-Band of Horses
17. Natural Born Killers "Sweet Jane"-Cowboy Junkies
18. Kaybedenler Kulübü "Yalnız"-Gülce Duru 
19. Kaybedenler Kulübü "Sigaramın Dumanı"-Asu Maralman 
20. High Fidelity "Oh! Sweet Nuthin"-The Velvet Underground
21.Thelma & Louise "The Ballad of Lucy Jordan"-Marianne Faithfull
22. Forrest Gump  "Sweet Home Alabama"- Lynyrd Skynyrd

23. Trainspotting "The Passenger"-Iggy Pop
24. Pulp Fiction "Girl You'll Be a Woman Soon"-Urge Overkill 
 

8 Kasım 2013 Cuma

Вальс

Bu akşam Roxy'de olacakmış Bay Grinko, gitmek isteyenlere duyurulur...
Dostum E., sana iyi konserler... Bir dahakine geleceğim, söz.

(Vals)

7 Kasım 2013 Perşembe

Lou...

Lou Reed de göçüp gitti. Bu ara herkes tası-tarağı toplayıp gitme derdinde, bu ne telaş... Sizsiz buralar sıkıcı, haberiniz olsun. Öte taraf gittikçe kalabalıklaşıyor, neşeli büyükannesi Sarika'yı kaybeden dostum K.'nin dediği gibi "Umarım orada birbirlerini güle oynaya karşılıyorlardır." 

Reed'in haberini duyunca kendi kendime "Babamdan yaşlıymış" dediğimi fark ettim. Bu ara göçen herkes için bunu söylüyorum içimden: "Babamdan gençmiş/yaşlıymış"... Sanki bunun bir önemi varmış, sanki acımı azaltabilecekmiş gibi...

O zaman bu şarkı da bizi bu tarafta, kızlı erkekli  yaya bırakan tüm göçenlere gelsin Lou Reed'den. Bıyıklı gündemden nefes alamayanlar da bir ara bunu okusun.

Ha, bu arada Lou Reed'in Metallica ile yaptığı albüm (Lulu) hakkında ileri geri konuşmuş olabilirim zamanında, beni affetsin. Bu şarkısını koymadım, zaten sevmeyen yoktur onu.

Not: Bugün İstanbul için yağmurlu şarkılar vakti, bunları [November Rain (Guns'n Roses), Purple Rain (Prince), The Rain Song (Led Zeppelin), Yağmurun Elleri (Yeni Türkü),  Yağmur (Bülent Ortaçgil), Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da (MFÖ)] Facebook profilinde filan paylaşmayanı dövüyorlar mıdır ki :)

6 Kasım 2013 Çarşamba

Filmli şarkılar, şarkılı filmler #1

Sevdiğim filmlerin sevdiğim müziklerini yazmış mıydım buraya, hatırlayamadım. O kadar çok ki... Ama bahsettiğim, müzikaller değil. İnsanların durup dururken birden şarkı söyleyerek birbiriyle konuşması filan tuhaf geliyor bazen. 

Neyse, yazayım şimdi madem. Başlayayım yavaştan, hazır aklıma gelmişken; bitmeyen çarşamba çarşafa dolanmadan...

1. Dream with the Fishes ("Fisherman's Blues"-The Waterboys)
2. 500 Days of Summer ("Hero"-Regina Spector)
3. 500 Days of Summer ("Please Please Please Let Me Get What I Want"- The Smiths)
4. Pirate Radio ("A Whiter Shade of Pale"- Procol Horum)
5. The Singles ("Would"-Alice in Chains)
6. Dead Man Walking ("Face of Love"-Eddie Vedder-Nusrat Fateh Ali Khan)
7. Philadelphia ("Philadelphia"-Neil Young)
8. Girl Interrupted ("End of the World"-Skeeter Davis)
9. Braveheart ("Wallace Courts Murron"-James Horner)
10. Little Miss Sunshine ("Chicago"-Michael Danna/DeVotchka)
11. Eternal Sunshine of the Spotless Mind ("Everybody's Gotta Learn Sometimes"-Beck)
12. Donnie Darko ("Mad World"- Gary Jules)
13. The Blues Brothers ("Everybody Needs Somebody to Love"-The Blues Brothers)
14. Fight Club ('Where is My Mind"-Pixies)


31 Ekim 2013 Perşembe

Marble Sounds

 Sevdim. Anneannemin sevdiği yemekler için söylediği gibi: "İçime iyi geldi..."

 

Tiger mountain peasant song

Bu da sevdiğim Fleet Foxes şarkılarından. Videodaki yerlerden birinde olmak; bir kaya tepesine ya da ağaca tüneyip manzaraya bakarak dinlemek isterdim bu şarkıyı.

İşe zerrece konsantre olamazken güzel gidiyor. Dağları ve ormanları seven herkese gelsin madem... 

He doesn't know why

Bu şarkıyı çok seviyorum, nuh nebiden kalma ipod'umda döndüre döndüre dinliyorum. Öyle böyle dinlemek değil yani. Elim sürekli reply tuşunda. 

Yumuşak şekerleme gibi bir şarkı. Klipteki keçilere de ayrıca bayılıyorum. Siz de dinleyin diye yavaşça bırakıp gidiyorum.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Fountain

Helloradio sayesinde keşfettiğim biri oldu Devics'in vokalisti Sara Lov. Pek de memnun oldum tanıştığımıza. Azıcık bakınınca kimdir nedir diye, hakkında ekşi sözlük'te yazılmış şu satırları okudum:

"Altı yaşında, büyüyünce şarkıcı olacağını fısıldayan bir çocukmuş Lov. Artık Devics gibi fevkalade bir grubun vokalistliğini üstleniyor. Oldukça ilginç ve dokunaklı bir geçmişi de var sesinin efkarına yansımış sanıyorum. Los Angeleslı bu çocuk, ebeveynleri boşandıktan sonra annesiyle yaşarken, 4 yaşında babası tarafindan kaçırılmış ve İsrail'de birtakım kanun kaçaklarıyla büyümüş. Sonra bir şekilde birilerinin yardımıyla Amerika'ya getirilmiş, sonra işte ünlü olmuş, bize şarkılar söylemiş." (Doğruysa eğer, film gibiymiş hakkaten)



Kendisine de (Sara'ya değil, Helloradio'ya) yazdığım gibi
"Eğer güzel sesli insanlarla en derindeki bazı yaralarımız iyileşebilseydi, bu abla da o listede olurdu bence." Hepimizin yaralarını bir şekilde iyileştirmeye ihtiyacı var ne de olsa...

Hastası oldum, takip edeceğim diyenler için:


16 Ekim 2013 Çarşamba

The Funeral...

Sevdiğim bir gruptur. Bu şarkıları da hoşuma gitti. Şuracığa iliştirip kaçayım...