acayip şeyler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
acayip şeyler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2014 Cumartesi

20'lik :)

Tam 20 gündür 'küçük' bir maruzatımız, tatlı bir meşguliyetimiz var hayatımızın ortasında... Cimcime Defnaaanım, sonunda dünyamıza teşrif etti. Bloga son yazıyı yazmamdan 1 gün sonra, 28 Kasım Cuma gecesi hastaneye koşturduk. Kız, önden suyu yollayıp "Ben geliyorum"un ilk işaretini çaktı. Aynı günün sabahı kontrole gitmiştim zaten, her şey de normal görünüyordu ama, kuzu biraz aceleciymiş. Gecesine yine hastanedeydik. Bu sefer doğum çantamızla.

Aceleci diyorum ama aslında beklemesi gerekenleri bekledi benim kızım. "Ben gelene kadar sabretsin" diyen ananesini (annem Perşembe akşamı geldi İzmir'den, radyoterapisi anca bitmişti; kız da ertesi akşam koşturdu bizi hastaneye), 4-5 gündür yurtdışında olan ve o cuma sabahı işbaşı yapan kadın doğum doktorumu... Daha n'apsın?

Eh, su geldi ama ertesi gün (cumartesi) öğleden sonra olduğu halde, sudan başka bir işaret (sancı, rahimde açılma) gelmeyince bütün bir gün suni sancı çektim. Serum askısını kendime kavalye edip doğumhane koridorlarında saatlerce yürüdüm, NST'ten kızımın kuş gibi atan kalbinin sesini dinledim ve 25 saat süren normal doğumun ardından, 30 Kasım'da geceyarısı minik kuzuyu kucağıma verdikleri o an, her şey uçup gitti. Çok acayip! O kadar sancı, saatlerce ıkınma, ağrı, kan kaybı... Bitti! Minicik bir şeyi koydular göğsüme. Mordan kırmızıya dönen rengini gördüm önce, miniminnacık kafasını fark ettim sonra. Saatlerdir o dışarı çıkmaya uğraşıyor, bense onu itmeye çalışıyordum. Yorgun düşmüştük. Onu gördüğüm ilk an ağlamışım, doğuma giren eşim anlattı. Farkında bile değildim. Ağlamasını duyduğum andan itibaren, ilk kontrolü ve temizliği bitse de kavuşsak diye sabırsızlıkla bekliyordum. İçimde hissedip ultrasondan kime benziyor tahminleri yaptığımız şey, kucağımdaydı işte. Avaz avaz ağlaması bitmiş, uyukluyordu.  



Ve aradan 20 gün geçti işte. 20 gündür gecemiz gündüzümüze karıştı, 7/24 sütçülüğe başladım, bazen yemek yemeye ya da duş almaya bile vakit bulamadım, uyusun diye telefondan saç kurutma makinesi sesi dinlettim (hakkaten işe yarıyor) ama... hepsine değer! Suratına baktıkça benim kızım olduğuna inanamıyorum, sanki birkaç gün bir arkadaşımın bebeğine bakıyordum. Minik süt vampirim benim, meme ucun yara olunca soğanı ikiye kesip memeye bağlayacaksın deseler gülerdim. Şimdi öyle şeylere gülmediğim gibi işe yaramalarına da şaşırmıyorum. Doğal yöntemlere saygım daha da arttı. Gülmeyin rica ederim. 

Bana "Normal doğuramazsın" diyen müdürüme "Size inat çatır çatır doğuracağım" demiştim. Ona inattan ziyade, doğalı bu olduğu ve kızımı bir an önce emzirmek istediğim için normal doğumu istedim. Çatım dar mı geniş mi, o muayene bile olmamıştı daha. Zordu, acılıydı ama nedense normal doğum denince aklıma düşen, ahırda (yoksa tarlada mıydı) korkunç sesler çıkarıp deli çığlıklar atarak doğum yapan Türkan Şoray filmindeki kadar da fena değildi yani.




Ve şimdi mimikleri saniye saniye değişen, süt emerken suratı şekilden şekile giren (o anları sadece ben görüyorum diye üzülüyorum bazen), karnı acıktı mı etinden et koparılmış gibi çığıran, memeyi bulamayınca sinirlenip memeye kafa atan, hıçkıran, hapşıran, pırtlayan ve altını dolduran mis kokulu tontik bir minnak kızım var. İyi ki gelmiş. O dünyaya ve bize, biz de ona alışmaya çalışıyoruz. Bir yerde okudum, bu ilk zamanlarda annesinin ayrı bir varlık olduğunu algılamıyormuş zaten, aynıyız sanıyormuş; pek güldüm. 

Oğlanların pabucu biraz dama atılır gibi oldu ama olacak o kadar. Kızın önce sesiyle, sonra hastane battaniyesindeki kokusuyla tanıdılar zaten. Sallanan pusetteyken de çevresinde bir iki tur döndüler. Yakında iyice kaynaşırlar. Bence iyi geçinecekler. 

Unuttular bizi  la
Beni üzen tek şey, keşke babam da Defne'yi görebilseydi... Öpüp koklasaydı, o hep istediği kız torun geldi ama zamanlama olmadı. Babam çok erken gitti hayatımızdan ve bu dünyadan. Dostum Z "Baban Defne'ye ömür verdi, emin ol görüyordur" dedi. Bilmiyorum, belki de. İkisi, babam ve Defne, birbirini severdi bence. Bir şekilde aralarında bir bağ olduğunu düşünmeden edemiyorum. Belki bazı huyları ya da bir mimiği, hali, tavrı babama; hiç tanımadığı dedesine benzeyecek. Babam sağ olsaydı kesin biraz büyüdüğünde Defne bitkisinin Latince adını söyler, Daphne'nin mitolojik öyküsünü anlatırdı ona. Ama olmadı. Minik kuzum, deden seni izliyor bir yerlerden...

Bugün yarı kırkı olan minnağı ilk kez sokağa çıkardım. Fırından ekmek, çiçekçi abladan kokina alıp küçük bir mahalle turu attık. Çingene abla "Ay nazar değmesin, bizim  oralarda lohusa da bebesi de karanlığa kalmasın kırkı çıkmadan derler" dedi ve dualarla yolladı bizi. Söz dinledim ben de, döndüm eve.



Kuzu bu kadar yazabilecek kadar oturmama müsaade ettiği için kendisini öpmeye ve beslemeye gidiyorum şimdi. Arkadaşıma takılırken dediğim gibi (söyleme esnasında göğüs yumruklanacak yalnız) anayım ben ana :)

Görüşmek üzere! 

21 Ağustos 2014 Perşembe

Hedy teyze, büyüksün!

Gazetede fotoğrafını gördüm ilk. Yaşlı bir kadın polislerin arasında, elleri kelepçeli götürülüyordu. Suratında mağrur bir ifade. Azıcık da huysuz ihtiyar hali var sanki. Yer, Amerika Birleşik Devletleri. Kimileri için rüyaların, fırsatların ülkesi. Geçenlerde polisin silahsız bir siyahi genci, 23 yaşındaki Michael Brown'ı 6 (ALTI!) kurşunla vurup öldürdüğü özgürlükler ülkesi de aynı zamanda. Ferguson'da halk artık polis şiddetinden de, ırkçılıktan da yıldığı için bu son olayda protestolar şiddetlendi; ortalık karıştı. Obama itidal çağrısı yaptı, kimse umursamadı. Başgan, o çağrıyı polislere yapsa daha iyi olurmuş aslında. Herkes isyan etti. İyi de oldu. İnsanların ses çıkarması iyidir; ortalık acık toz duman olsun, zarar çıkmaz. 

Benzer bir olaydan esinlenerek geçen sene çekilen ödüllü bir film, var Fruitvale Durağı. Bu olayda da polis silahsız siyahi bir genci, Oscar Grant'i metrodan indirip silahla vurmuş. Arkadaşlarının gözü önünde. Üstelik elleri arkadan kelepçeliyken ve hiçbir sebep yokken... İzlerken sinirlerim bozulmuş, filmin sonunu tırnaklarımı kemirip ağlayarak getirebilmiştim.



Gelelim kelepçeli yaşlı teyzeye... İşte o da, 1924 doğumlu Hedy Epstein da bu protestolara katıldığı için gözaltına alınanlardan biri. Evinde oturup örgü örmek yerine, bir sürü insanla birlikte polis şiddetine ve ırkçılığa dur demek için sokaklara döküldü. 90 (DOKSAN) yaşındaki, St. Louis'de yaşayan bu kadın, Vali'nin bürosu önünde toplanmış insanlarla beraber protesto hakkını kullanırken, polisin "Dağılın!" uyarısına uymadığı için gözaltına alındı.

Kendisiyle ilgili bir yazıya, ara ara baktığım riya tabirleri'nde rastlayınca haberdar oldum ayrıntılı hayat hikayesinden. Kelepçelenmiş götürülürken şöyle demiş muhabire: "Ben bunu yeni yetmeliğimden beri yapıyorum," (Filistinlilerin hakları için İsrail'e düzenlenen protestolara, eylemlere çok katılmış, bazılarını örgütlemiş.) "Ama 90'ıma geldiğimde hâlâ yapmam gerekeceğini düşünmemiştim. Bugün ayağa kalkmalıyız ki, insanlar 90 yaşına geldiklerinde hâlâ böyle yapmak zorunda kalmasınlar." Yürü be Hedy teyze!



Aslında Hedy teyzenin hayatı da pek kolay geçmemiş. "Kindertransport" çocuklarından biriymiş. İngiltere'nin, Nazi hakimiyetindeki Almanya, Polonya, Çekoslavakya, Avusturya ve Danzig'den çoğu Yahudi olan yaklaşık on bin çocuğu kendi topraklarına götürüp güvenlik altına aldığı bir operasyonmuş "Kindertransport".  Sayesinde birçok çocuk hayatta kalma şansı yakalamış. 2. Dünya Savaşı'nın başlamasına dokuz ay kala gerçekleştirilen bu operasyonla kurtarılan çocukların hemen hepsi, ailelerinin soykırımdan kurtulan tek üyeleri olmuşlar. Acıklı bir hikaye. Hedy Epstein da 14 yaşındayken, götürüldüğü İngiltere'den ABD'ye göçmüş, 1948'den beri de burada yaşıyor.


Hedy teyzeyi daha yakından tanımak için Los Angeles Times'taki röportajı: "Holocaust survivor explains why she became Palestinian rights activist".

Hikayesini okuyunca duygulandım, 90 yaşında ve haksızlıklara karşı sessiz kalmıyor. "Aay oram ağrıyor, ooy çok fenayım" deyip yün çoraplarıyla koltuğunda oturup bütün gün pencereden sokağı da izliyor olabilirdi. Kanım ısındı kendisine birden. Üstelik hayatını sürdürmesi de bir kurtarma operasyonu sayesinde olmuş. Soykırım, savaş, ırkçılık... günümüzde hâlâ tartışıyor olmaktan utanmamız gereken sözcükler. Ama nalet olsun ki, ne yazık ki varlar. Hedy teyzeyi merak ettim. Bir gün kurabiyemi alıp gitsem, parktaki banklarda termostan bir çay içip muhabbet eder miydik  azıcık? Hem şu alttaki kolyesini de pek beğendiğimi söylerdim arada çaktırmadan. 

25 Haziran 2014 Çarşamba

Çook paran olunca n'aparsın?

Şu altta göreceğiniz binayı babam göstermişti 3-4 yıl önce. Alaçatı yakınlarında, tepede bir yerdeydi yanlış hatırlamıyorsam. Manzarası güzel, önü açık, kartal yuvası gibi bir tepede. Babam böyle değişik şeyleri bulur, bulunca da bize göstermek isterdi. 

Adamın biri ev inşa ettirmiş (bana kalırsa zevksiz de bir ev, kalpli sütunlar filan pek çirkin), burada bir sorun yok. Zevk meselesi. Yapar yapar... Ama aynı adam bahçe duvarını da akvaryumdan yaptırmış. Ya da akvaryumu bahçe duvarı yapmış! (Gerçi bu da zevk meselesi ama kabul edelim ki, azıcık acayip)

İçinde kocaman kocaman balıklar yüzen, (öyle minicik süs balığı filan da değil, yılan balıkları filan var), belli noktalarına kameralar yerleştirilmiş upuzun bir akvaryum-duvar.  Evi tümüyle çevreliyor. Gelen geçen bakıyor, cık cık diye kafasını sallıyor. Adam ilgi çekmek istemiş ve başarmış, millet turist gibi ziyaret ediyor. Ha, banane ama benim de ilgimi çekmiş ki, buraya yazıyorum yani.

Akvaryum duvarı görünce her Türk gibi benim de aklıma "Millet bu balıkları çalmıyor mu, çalıp da yanında rakıyla mangala yatırmıyor mu?" sorusu geçti. Kuğulupark'taki kuğuları pişirip yemiş milletiz biz. Sonra da düşündüm, iyi ki çok param yok. Olunca insan böyle n'apacağını şaşırıyor demek ki. "O akvaryum nasıl temizleniyor, o hayvancıklar nasıl besleniyor?" gibi teyze sorularını da geçtim... Alaçatı-Çeşme taraflarına yolunuz düşer de burayı görürseniz, siz  sorarsınız belki sahibine: "Peki ama neden?!" 



Yoda ile Obi'yi bıraksam şu akvaryum duvarın önüne, günlerce ayrılmazlar önünden herhalde. Bir sürü gıda, üstelik de hareketli ama cam bir duvarın arkasında. Gör ama dokunama! 

Eski fotoğraflara bakıyordum, Obi'nin Yoda'ya şafkatle sarılışına, sonra firar karelerine pek güldüm. Dikkat ettim, hep kaçışı başlatan Obi. Yoda garibim, ya onu takip ediyor çaresiz ya da erketelik yapıyor. 


13 Aralık 2013 Cuma

Milli piyango ve saatli ev

Kar-buz derken günler geçiyor, hala evde oturup battaniye-kakao-kitap üçlüsü keyfini yapamadım. Neyse, umudum hafta sonuna kaldı. Enerji depoladım depoladım... Pazartesiden itibaren korkunç bir hafta olacak çünkü bir editör işten ayrıldı, diğeri de yurtdışı tatiline çıkıyor. Kalan tek kişi olarak huni takıp gezerim artık!

İşe dair pek bir umudum yok ama sayısala ve piyango biletlerine inanıyorum. Bi çeyrekliği, İzmir'de lokma yediğimiz sokağın köşesinden almıştım. Tutar mı tutar. Hem o zaman belki alttaki eve dair bir umudum da olur.

Dün kuzenimin komik oğlunun ilk doğum günüydü, bahaneyle bütün aile bir araya geldik. Hayatımda gördüğüm en sevimli oğlan, Yoda ve Obi'yle de acayip iyi anlaşıyor. Hediyelerine bayıldı, bütün akşam gülüp durdu, her bir şeyin tadına baktı. Hediyelerle ilgilenmek yerine, poşetlerin sapını kulaklarına taktı. Bi zirzop oğlan, 25 kişiyi hipnotize etti. Mutlu, şahane, eğlenceli ve sağlıklı upuzun bir hayatın olsun Emre kuzusu. Maaile çok seviyoruz seni.



Alttaki fotoğrafları da internette dolanırken gördüm. Brooklyn'deki bu dev saatli eve de, manzarasına da bayıldım. Döne döne baktım bu 7 fotoğrafa. "Vay be" dedim. İleride belki çatı katlı bir evimiz olur, belki bir deniz fenerine ya da taş değirmene yerleşiriz?

Via








18 Kasım 2013 Pazartesi

Son kaplan


Son Anadolu kaplanını vurmasalardı eğer, İstanbul'a bir tepeden bakıp bunları söylerdi bence...

Fotoğraf, Zeitgeist Türkiye'nin Facebook sayfasından...

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Bucket list

Afrikalı minik Nkaitole, kirli su nedeniyle büyüme sıkıntısı çekiyormuş. Küçük çocuğun, içtiği pis sular yüzünden 5 yaşına kadar büyümesi sadece 5’te 1 oranında mümkünmüş. Çok basit gibi görünen bir şey, temiz suyun olmayışı hayatını mahvetmiş durumda.

WATERisLIFE adlı kuruluş da küçük çocuğa hayallerini gerçekleştirme şansı tanımış. İnsanın 4 yaşındayken yapılacaklar listesi (gavurcası Bucket list) olması ve bu listedekileri  gerçekleştirmek için fazla fırsatı olmaması zaten yeterince üzücü... Ama bir yandan bunları kısacık zamanda gerçekleştirebilmesi bir o kadar güzel. Sağlığına kavuşması mümkün olsa keşke.

Bu kuruluş ona fırsat tanımadan önce Nkaitole, köyünden dışarı hiç çıkmamış. Hayalleri ise sürat teknesine binmek, gokart arabasıyla yarışmak, stadyumda atletlerle koşmak, uçakla yolculuk etmek, stadyumda futbol oynamak, küvette bol köpüklü banyo yapmak, balonla uçmak, buz pateni yapmak, okyanusu görmek gibi şeyler... Bazıları benim listemde de var :) Çoğunu gerçekleştirmiş. Bonus olarak ilk öpücüğünü de almış!

Massai savaşçısı olmak isteyen bu sevimli ufaklığın yapılacaklar listesindeki diğer şeyleri gerçekleştirmesine katkıda bulunmak isteyenler için bu videoyla çağrı yapılıyor (işin ajansı, DDB New York). İzleyince insanın içi bir tuhaf oluyor. Parmak kadar çocuk ve yüzünde nasıl bir mutluluk...


Aşağıda da miniğin listesindeki bazı maddeleri yaparken aldığı keyfi görebilirsiniz.

Via




14 Ağustos 2013 Çarşamba

Pazar güreşi

Bazı pazar günleri, masa ve kamp sandalyelerini alıp sahilde kahvaltı yapmak hoşumuza gidiyor. Bu pazar da öyle yaptık; nevaleler evde hazırlandı, gazeteler  alındı; 5 dakika sonra Suadiye sahilde bir ağaç altındayız. Gölgenin serinliği, tepemizde ağaç, önümüzde deniz; karşımızda adalar... Şukela!


Kahvaltı ve çay faslı bittikten sonra gazetelere daldık. Güzel de bir müzik çalıyordu usul usul, mis. Masa altından çimlere ayak basıp bünyeyi topraklama... Birkaç saat böyle geçti.

Derken 2-3 ağaç ötemize birkaç karayağız ve de üstsüz adam geldi, uzun şortlarıyla. Piknik malzemesi filan çıkardılar. Denize girecekler zannettik önce.









Sıcaktan bunalmışlardır dedik. Ancak beş dakika sonra manzara şuydu; abiler alt alta üst üste, harala gürele güreşiyorlar!

Nasıl bir eğlenmek, coşmak anlatamam... "Ahı ahı, la la!" sesleriyle çocuklar gibiler, ama kalıp itibariyle adamlar at kadar.

E n'oldu, gitti bütün huzur, elektrik yüklendi bünye yeniden. Yahu, ne acayip insanlarmışsınız ben anlamadım. Dakikalarca tuhaf sesler çıkararak güreştiniz, bizim ve diğer ağaçların altındakilerin de kahvaltı keyfinin içine ettiniz. Fotoğraflamadım ama gerçekten acayip bir manzaraydı bu çayır eğleşmesi. 

İstanbul bayram tatilinde boşalmıştı güya, ama nöbetçi güreşçiler şehri bırakmamış... Memlekette biraz çayır-çimen görünce genel refleks, ya AVM yapmak ya da üstünde güreşmek şeklinde tezahür ediyor. Bir dahaki sefere daha sakin bir ağaç altı bulmak lazım, onu anladım ben.

5 Temmuz 2013 Cuma

Yaşarken yazılan tarih

NTV Tarih, sevdiğimiz, evimize giren bir dergiydi. İçeriğini merak eder, okuduklarımdan keyif alır, değişik şeyler öğrenirdim. Bu şekilde (Gezi Parkı direnişiyle ilgili içeriği nedeniyle Doğuş Grubu’nun Temmuz sayısını yayımlamaması ve dergiyi kapatma kararı alması) yayın hayatına son verilmesi, zaten utanç içinde olan Türk basını için gerçekten büyük kayıp. Bu kadar tahammülsüzlük, korku ve kraldan fazla kralcılık, fena bir şey. Siyasetin her şeye bu kadar sirayet etmesi de öyle. Otokontrolse de eğer, durum daha da vahim.

Ama internetin en güzel yanı da şu, bir şeyin basımını durdurabilirsiniz ama yayınlanmasını engelleyemezsiniz. İsteniyorsa yayılır. İnsanlar sevdikleri şeylere sahip çıkar. Onca kişinin emek verdiği, matbaa aşamasına gelmiş bir dergiye bunu yapmak... yazık, ayıp. Sevindim o yüzden bu haberi okuduğuma. Yazılı basın uzun süredir can çekişiyor ama artık akıllı telefonlardan, tabletlerden, bilgisayarlardan gazete-dergi okunabiliyorken; insanları bunlarla korkutmak pek mümkün değil.

Eskiden gazetede çalışmak çok güzel bir şey gibi gelirdi kulağa, benim gibi iletişim mezunlarının hayaliydi. Bir süre gazetede, dergide çalışarak yaptığım bu meslek, bana eskisi kadar şahane gelmiyor artık ve bu benim suçum da sayılmaz. Çünkü istediğiniz yayın organında çalışsanız bile istediğiniz şeyi yazamıyorsunuz. Annemin 90'lık halası hala soruyor köşe yazılarımı ne zaman okuyacağını ama, bu artık biraz da kadıncağızın hafızasının gidip gelmesi yüzünden...

Gezi Parkı'ndaki sanatçılar bildiri okurken şuna değinmişti: "Burada bir sürü basın mensubu günlerdir çalıştı, sabahtan akşama kadar yanımızdaydı ama çektikleri, yazdıkları yayınlanmadı." diye. Bu durumda suçlu, oradaki basın emekçisi insan değil; o kocca medya karteli. Böyle bir ortamda basından, hele ki özgür olanından nasıl söz edilebilir? Bir zamanlar reklam yazarı olarak çalıştığım ajansın patronunu hatırlattı. Adam beyaz eşya mağazası açmak yerine reklam ajansı açmıştı. (Bize"Siz okudunuz da n'oldu, patron benim ha ha!" da demiş bi insandır kendisi) Fabrika açacağına gazete almak... Ne farkı var? Ticaret.

Uzun lafın kısası, takip etmek isterseniz NTV Tarih artık Yaşarken Yazılan Tarih olarak Facebook'ta ve kendi sitesinde. Aşağıda ilüstrasyonlardan birkaçını (Taha Alkan'ın işleri fevkaledenin fevkinde), yayımlanmayan son sayının kapağını ve editör yazısını bulabilirsiniz.




28 Mayıs 2013 Salı

Nasıl bir ülke oldu burası?

Vapur iskelesini satmak?

Şaşırma eşiğimin şirazesi bozuldu yemin ederim. Sonuç.

Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun İstanbul'da kesilen ağaçlar için yazdığı bir şiirden dizeler...



Merhametten nasibini almamak, nasıl bir utanç...

24 Kasım 2012 Cumartesi

Emekli kitaplar

Haberi şurada gördüm. Geleceğe yönelik bir kitap arşivi fikri hoşuma gitti. Geleceğe yazılan mektuplar, ileride bizi merak ettiklerinde yaşamımızı anlatasınlar diye kullandığımız eşyalarla doldurulan kapsüller gibi... (Gerçi kapsülün gömüldüğü yer ileride cami, köprü yapılır mı bilinmez)

Haberi aynen alıntılıyorum.

Kütüphaneler ve üniversitelerdeki istenmeyen kitapların emekliliklerini nerede geçirdiklerini hiç merak ettiniz mi? İnternet çağında, arşivleme sistemlerinin değişmesiyle birlikte birçok kitap kullanım dışı duruma geliyor.

Her hafta, bu istenmeyen kitaplardan 20.000 tanesi Brewster Kahle’nin geliştirdiği "İnternet Çağındaki Fiziki Arşiv" adlı proje için hazırlanmış konteynırlara ekleniyor. 3 milyon dolarlık bu projenin amacı, her kitabın bir kopyasını, yani yaklaşık olarak 10 milyon kitap toplamak.

Projenin sahibi Kahle: "Asla bir kültürün portresinin ileride nelerden olaşacağını söyleyemezsiniz. Geçmişe sahip çıkmalıyız, yeni bir gelecek oluştururken bile. Eğer İskenderiye Kütüphanesi'ndeki her bir kitabın birer kopyası Çin’e veya Hindistan’a gönderilmiş olsaydı, Aristo’nun diğer çalışmalarına ve Euripides’in elimizde olmayan eserlerine de sahip olurduk" diyor ve ekliyor "Sadece bir yerdeki tek bir kopya yeterli değil."

Siz ne düşünüyorsunuz? Kahle’nin düşüncesi sizce de mantıklı mı yoksa artık bugünün dünyasında bir şeylerin fiziksel kopyasını tutmak gereksiz mi?


Düşündüm de, Kahle çok da haksız değil. Gerçi kitapları neye göre sınıflandırıyor, hangisi 100 yıl sonra değerini koruyacak; bu önemli bir nokta. Ben teknolojiye güvenen biri sayılmam. E-posta  çıktı mektup; tablet, ebook vs çıktı kitap bozuldu. Bozulmadı da, kıymetini yitirdi. Metroda bakıyorum, herkesin elinde akıllı telefon var ama çoğu okey, iskambil oynuyor ya da bir takım renkli balonları patlatmaya çalışıyor. Kitap okuıyan pek yok, gazetelerin çoğu da spor gazetesi...

Kitap güzeldir, selüloz iyidir.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Für Elise

Klasik müzik dünyasındaki bir muamma daha aydınlığa kavuşturulmuş. Yani önemli ölçüde. Beethoven’ın ünlü sonatı "Für Elise"yi kimin için yazdığı uzuun yıllardı merak edilen bir mevzuymuş. (Besteyi, şimdi birçok okulun zilinden anımsayacaksınız.)



Kanadalı müzik bilimci Rita Steblin yememiş içmemiş, uğraşıp didinerek bu sırrı çözmeye çabalamış. Steblin’e göre Beethoven, 1810’da piyano için bestelediği “Für Elise” sonatını Bavyeralı şarkıcı Elisa Barensfeld’e adadı.

Avusturya ve Almanya’da, gazete haberleri, polis raporları, soyluların hatıra defterleri ve mektuplarını inceleyerek iz süren müzik bilimci, Beethoven’ın “Elise için, 27 Nisan, Lv.Bthvn. ın anısına” şeklindeki el yazısına ulaştı.

Üstünden yüzyıllar geçmiş gizemli olayları çözen insanlara saygı duyuyorum. "Mozart'ı Kim Öldürdü?" kitabını okuduğumdan beri böyle şeyler daha ilgi çekici gelmeye başladı. Hikayenin ayrıntılarını merak edenler, haberi okuduğum ntvmsnbc'ye göz atabilir.

Ben ise serbest çağrışımla, pek sevdiğim "Elisa" adlı eseri şuracığa iliştiriyorum. Jane Birkin'den gelsin. 

20 Kasım 2012 Salı

Molok


"Bu dikenli kertenkele de ne?" diyenler için tanıştırayım (artistlik yapıyorum ama ben de yeni tanıştım): Molok (Thorny Devil). Kendisi "Boynuzlu şeytan" diye anılsa ve minik dinazor gibi görünse de, çölde yaşayan zararsız bir hayvancağızmış. 

Susuzluk için de ilginç bir çözümü varmış. Dikenlerinin üstünde oluşan çiy damlaları ağzına akıyor ve böylece su arama zahmetine katlanmadan haftalarca yaşayabiliyormuş. Karıncayla besleniyor ve çok sıcak olunca da kendini kuma gömüyormuş. Duruma göre bukalemun gibi renk de değiştirebiliyormuş. 


Pek acayip bir canlıymışsın Molok, memnun oldum tanıştığımıza. Daha ayrıntılı bilgi için tıklayınız.



12 Kasım 2012 Pazartesi

Diken üstü

Bu acayip hayvanın adından bir türlü emin olamadım. Cüce dağ baykuşu mu, dağ serçe baykuşu mu neyse artık; pek güzel bir suratı var.

Son derece ürkek durduğu bu fotoğrafı da pazartesi tedirginliğinin simgesi olarak iliştiriveriyorum şuraya...

Kaynak
Kuzeybatı Montana, Fotoğraf: Donald M. Jones

11 Kasım 2012 Pazar

GSMM ne ola ki?

GSMM... Gayri Safi Milli Mutluluk diye bir şey duymuş muydunuz? Ben duymamıştım, hiç ummadığım şeyler öğreniyorum bazen gazete eklerinden.  (Bkz. Hürriyet Turuncu / Özlem  Türkmen, 10.11.2012)

Halkın mutluluğu da ülke ekonomisi kadar önemsenir olmuş bazı devletler tarafından. Şaşırmadım desem yalan olur. Ne de olsa ekonomi deyince gelir-gider, enflasyon, zam, dış borç gibi şeyler duymaya alışık bizim kulağımız yıllardır. Artık "İnsanlar mutsuzlaşıyorsa ekonomi büyüse ne olur?" diyorlarmış. Duygulandım doğrusu... 

Başına "milli" gelmesine gerek yoktu bence ama milli mutluluğu ölçmek için de bir sürü soru soruluyormuş bir sürü kişiye:

"Yarın hastalansan seni kaç kişi evinde ziyarete gelir?"

"Sana her hafta kaç arkadaş daveti (yemek, sinema, evde toplanma, buluşma, çay içme, parti vs) geliyor?"

"Komşularınla en son ne zaman sosyalleştin?"

"En son ne zaman toprağa yalın ayak bastın?"

"Eşinle/çocuklarınla ne zaman gerçekten birbirinize zaman ayırıp sohbet ettiniz?"

Bu sorulara cevap vermeye çalışalım hepimiz. Sonuç? Uzmanlar diyor ki, sevdiğimiz dostlarınızla geçirdiğiniz zaman yaşadığınız mutluluk, bin lira kazanırken birden iki bin lira kazandığınız zaman yaşadığınız mutlulukla eşdeğer(miş). 



Himalayalar'daki küçük ülke Bhutan, şöyle bir öneride bulunmuş  Birleşmiş Milletler'e:
 
"Ülkelerin zenginliğini ölçmek için kullanılan faktörlere, 'mutluluk' faktörü de eklenmelidir." 


Öneri kabul edilince de  BM şu kararı almış:

"Halkların mutluluğunu sağlamak, en temel insani hedeflerden biridir.


(Bkz. Milliyet, 5.10.2011)

Ve Bhutan Krallığı, Gayri Safi Milli Mutluluk ölçümü yapan ilk ülke olmuş. Tebrik ediyorum kendilerini. "Asıl zenginlik, mutluluktur" demişler...

Nobel ödüllü Jo Stiglist, İngiltere Başbakanı David Cameron Gayri Safi Milli Mutluluk konusuna büyük önem veriyormuş. Bizdeki durumu sormaya teşebbüs etmek bile ürküttü.  Sözü açılabilecek durumda mıyız acaba? 


 
Satın alma kararlarımızın %80'i duygusal, %20'si mantıksalmış. Bu mutluluk ölçümlerinin daha fazla alışverişi gazlamak için olduğunu öğrenmek, hayal kırıklığı olurdu doğrusu. 


Ama yukarıdaki soruları sormaya başlamak, harekete geçmek için başlangıç olması açısından işe yarayabilir.  Ben mesela bilgisayarı kapatıp beyle sokaklara atacaktım  kendimi zaten,  güneşin tadını çıkarmaya gidiyorum. 

Mutlu pazarlar...

6 Kasım 2012 Salı

Kirlenmesin diye nehirde el yıkamamak

Dukhalar'dan şurada bahsetmiştim. Bu da Atlas'ın belgeselinden bir parça. Beni en çok çarpan şey, Türk olmalarından ziyade nehirler kirlenmesin diye içinde ellerini bile yıkamayacak kadar doğaya saygı duymaları oldu. Bazı ağa oğulları, sırf Türkçe konuşuyorlar diye bu insanları topraklarına göz dikmez umarım.



26 Ekim 2012 Cuma

Sahipsiz bavullar

Herkesin korkuları var. Benim korkularımdan biri de aklımı yitirmek. Evet, delirmek bana çok korkunç geliyor. "Iris" filmini izlediğimde de Alzheimer'ın korkunç olduğunu düşünmüştüm. Belki de bazılarının düşündüğü  gibi büyük özgürlüktür, tüm akıl bağlarından kurtulmak. Ama bence ürkütücü. Sevdigim bloglardan pek güzel şeyler'deki bu fotoğrafları görünce de içim buruldu... 

Akıl hastanesine yatan hastaların, yanlarında getirip ölene kadar hastaneden çıkamadıkları için bir daha asla teslim alamadıkları bavulları... 1960'larda kapatılan akıl hastanesinin çatı katından çıkmış. İçlerinde mektuplar, taraklar, fotoğraflar... Binlerce kırık anıyla dolu bavul... Gerisi, pek güzel şeyler blogunda.




9 Ağustos 2012 Perşembe

Beatle'lardan John

Yurdum medyası da pek pismiş yani. Tamam, ben de sevmem Yoko Ono'yu ama olmaz ki, böyle de başlık atılmaz ki... Ayrıca "Beatle'lardan John" ne demek yahu?