şöyle oldu böyle oldu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şöyle oldu böyle oldu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2018 Perşembe

Yeniden aylak olmak...

Bu bloğu Mart 2010'da açmıştım. Yaklaşık 3 yıldır reklam yazarı olarak çalıştığım ajanstan hepimizi sepetlemişlerdi ve ben de kendimi oyalamak için blog açmaya karar vermiştim. Ama blogu açtıktan 1 ay sonra en son çalıştığım kurumsal şirkete başladığımdan, aylaklığım fazla uzun sürmemişti...

8.5 yıl sonra yine işsizim. 5 Temmuz Cuma itibariyle, boş gezenin boş kalfası bir insanım. Ama hayatımda kendimi bu kadar huzurlu ve rahat hissettiğim bir dönem azdır herhalde. Çünkü son 1 yıldır, ciddi ciddi mobbing görüyordum. Tek ben mi, ekipteki diğer arkadaşlarım da. Hep beraber çilekeşlere dönmüştük.

Önce, 7 yıldır çalıştığımız departmandan başka bir departmana aktarıldık, yöneticilerimiz gönderilmek istendi. Yöneticisiz kaldık. Sonra başımıza bizi ezmeye çalışan/yok sayan bir direktör geldi. 2.5-3 ay canımıza okuduktan sonra defolup gitti. Sonra? Bitmedi. 

İşe benden sonra giren ekip arkadaşımı müdür yaptılar, üstüm oldu. Ha, bu arada, 8.5 yıl boyunca terfi almadığımı, stajyerler benimle aynı pozisyona gelirken, yöneticilerim yükselirken yani astım üstüm, sağım solum terfi ederken benim bunca yıl aynı unvanda kaldığımı da ekleyeyim. 

En son da, bizi yıllardır çalıştığımız binadan/bölümden alıp ofisin bahçesindeki kardeş işyeri olan ajansa aldılar. O arada bir sürü isyan, İK ile pazarlıklar vs... "İstemeyen gider" dendi. Zorla oraya gönderildik yani. Dedim bunlar bizi çoktan gözden çıkardı, istifaya zorlayıp tazminatsız atmaya çalışıyor. Passiflora ile yıkanırım, damardan Lustral alırım yine her tür mobbinge dayanırım da istifa edip bunca yıllık emeğimi, tazminatımı yedirmem! 

Mart sonunda ekipten 2 arkadaşımızı çıkardılar, aramızda sıra kimde diye konuşup takmamaya çalışırken, meğer sıra bana ve birine daha gelmiş. Saçma sapan bağırıp kavga çıkarmasıyla benim de haksız yere işten çıkarılmama sebep olan diğerine. Giderayak yine çamurluk yapmaya kalktı İK. Neyse ki yapamadan, iş dünyası jargonuyla "Yollarımızı ayırdık". İçimde kalanları yazdığım bir maili tüm şirkete yolladım ve haberin bana verildiği an topladığım 4 bez çantaya sığan eşyamla, bu maceranın da sonuna geldim. Haklarımı az zorlayarak da olsa aldım, defteri kapattım. Fin. Adios!



İçim rahat, yaza denk geldiği için ayrıca mutluyum. Tek bir gözyaşı dahi dökmedim, omuzlarımdan ağır bir yük kalktı. Yorulmuş ve sıkılmıştım. Yakında "Çayları da siz dağıtacaksınız bundan böyle" deseler şaşırmayacak hale gelmiştim. Eşşek kuyruğu gibi ne uzayıp ne kısaldığım yetmiyor gibi, kısırdöngüye girmişti mevzu. Kangrene dönmüştü. Kesip atmak iyi oldu. Ne demişler, bir kapı kapanmadan yenisi açılmıyor... Özleyeceğim insanlar olacak elbette, ama istedikten sonra her türlü görüşürüz. İstemediklerime de katlanma zorunluluğu kalmadı artık. Herkesin yolu açık olsun. Ama kırgınlık var, doğru düzgün bir vedayı bile hak etmemişim bunca yıl emek verdiğim yerde, canları sağolsun...

Kızımla olmanın, hafta içi Moda'ya, adalara gidebilmenin, bomboş metroya/metrobüse binmenin, sabahları erken kalkmak zorunda olmamanın keyfini yaşıyorum 3 gündür. Umarım dinlendikten sonra kafama göre bir iş de bulurum. Son yer gibi, büyük ve kurumsal olmasına gerek yok. Küçük olsun, düzgün olsun. Ayak oyunlarından, dedikodulardan, ikiyüzlülükten ve adaletsiz her tür durumdan midem bulanmıştı. Arınmam zaman alacak. Ama her yerin/herkesin bir vadesi var ve benimki doldu. Kimsenin kuyusunu kazmadığım, işimi düzgün yaptığım için kafam da vicdanım da huzurlu. Hayat herkese hak ettiğini yaşatsın. 

Artık önümüzdeki maçlara bakacağız. Madem hayat limon verdi, limonata hatta kokteyl yapacağız. Kalanlara sabır diliyor, mapushane çıkışı gibi "Allah kurtarsın canlar!" diyorum. Bu "acı" bitti, sıradaki tatlı gelsin :)



7 Temmuz 2018 Cumartesi

Neyse, Patrick Melrose

Geçen metroda giderken, nasıl olmuşsa denk gelmiş oturmuştum. Arada hamileyim sanıp yer veriyorlar, çok yorgunsam hiç bozmayıp çöküyorum. Tam işe yarayacağı zaman göbeğimin ekmeğini yemeyeyim mi yani? Hamileyken yer vermediklerine saysınlar artık. Millet benim için kavga ediyordu o ara (böyle deyince bi havalı oldu ha), "Ay hamile kadına yer vermiyorlar ayıp be, şş kalksanıza gençler hüoop" diye. 

Neyse, tepemde dikilen kızın elindeki kitap dikkatimi çekti: "Neyse". Bi hoşuma gitti adı. Baktım yazarına, Emrah Kabba. Hiç duymamışım. Kendisi Twitter'da çok meşhurmuş, oradaki mahlası @yokmaalesef'miş. Bence kesin reklamcı. Hayatını yazarak kazanıyorsa öyledir gibime geldi. Bu imlayla editör olamaz, yok yok, değildir :) 

İnternet siparişlerine ekledim kitabı hemen. Başladım ama imla filan hak getire, anlatım bozukluğu gırla... Normalde acayip takılırım, resmen okumamı engelliyor ama rakı masasında muhabbet eder gibi yazıldığı için herhalde, çok da umursamadım. Metroda-metrobüste yer yer sırıtarak, arada kitabın kahramanı Nuri'nin bahtsızlığına hayıflanıp gülerek bitirdim kitabı. İyi geldi içime. Ananem, sevdiği yemeğin üstüne çay içince böyle der hep: "Ooh, iyi geldi içime; yakıştı"

Tavuk dönerden nefret ederim, gerçekten sarışınlık atfedip tapmasına da güldüm. Kitap çok heyecanlı yerinde bitti, devamı gelir herhalde. Şu blogger'ların dizüstü edebiyat serisi gibi, çok da bir şey beklemeden okunursa eğlenceli. Yani edebi bir tat, afili bir üslup beklememek lazım. Sürükleyici ama. Kafa yormadan lıkır lıkır gidiyor. ekşi sözlük'ten tanıdığım birilerinin tarzına benzettim, olur mu olur. Belki de kendisi suser, bilemedim. Soyadı filan, takma gibi. Kaba'ymış da Kabba yapmış sanki. Plajda, tatile çıkamıyorsanız da toplu taşımada okumak isterseniz kapağı altta. Kendisiyle yapılmış bir röportaj da >> şurada.




Ne zamandır dizi izlemiyordum. En son "Şahsiyet"e başlayıp bırakmıştım. Şimdi ise 5harfliler'de gördüğüm yeni bir diziye başladım: "Patrick Melrose". Başrollerde Benedict Cumberbatch, Hugo Waeving. İlki oğul, ikinci baba rolünde. Uyuşturucu bağımlısı, snob, takıntılı, aklının bir köşesinde intihar hep olan ve her şeyin 'kaliteli'sini arayan Patrick'in, babasının ölüm haberini almasıyla başladı ilk bölüm olan "Bad News". Normal insanlar için üzücü/yıkıcı olabilecek bu haberi sevinçle karşılamasından, babasıyla olan ilişkisinin nasıl olduğunu anlıyoruz aslında. Spoiler'ları okumamaya çalıştım, merak edenler için ben de anlatmayayım ama dizideki ilk çocukluğa dönüş sahnelerinden babasının onu çocukken taciz ettiğini açıkça anlıyoruz. Taciz deyince hafif kaçtı, bildiğin öz babası tecavüz ediyor 8 yaşındaki çocuğa. İyi piyano çalan, gaddar avcı, 'rafine' (!) zevkleri olan, zengin, sapkın ve acımasız bir baba... 

Küçük bir erkek çocuğun hayatı tam da burada kaymaya başlıyor. Karnıma ağrılar saplandı daha ilk bölümden. Dizi, edebiyat uyarlaması. Edward St. Aubyn’in aynı adlı roman serisinden uyarlanmış. Yazar, uzun yıllar tekliflere dirense de Cumberbatch'ın bir röportajında bu karakteri canlandırmayı çok istediğini söylemesiyle fikrini değiştirmiş. Beş ciltlik romanı, beş bölüme sığdırmışlar. 

Şu diyalog dizinin özeti olabilir:
* Öldüğüne üzüldün mü?
-Yaşadığı için üzüldüm asıl

İnsanlar durduk yere alkol/uyuşturucu bağımlısı, intihara meyilli olmuyor. Her şeyin kaynağı çocukluk. "Çocuktur anlamaz, hatırlamaz" denilen zamanlar... Son haberlerden sonra ruh halim böyle bir şey izlemeye hiç hazır değil. Sanırım karnıma ağrılar girerek, tırnaklarımı kemirerek izleyemeye devam edeceğim. Artık dayanabildiğim yere kadar. Uyuşturucu sahneleri beni biraz rahatsız etti. Patrick'in sürekli kendi kendine konuşması, babasını taklit etmesi filan çok üzücü. Hep şunu düşünürüm böyle travmalar yaşayan çocuklarda, anneleri hiç mi fark etmez? Daha korkuncu fark ediyorlarsa, nasıl ses çıkarmazlar? Bu nasıl bir çaresizlik olabilir? Muhtemelen kendileri de çocuklarına bunu yapan adamlardan şiddet gördükleri için.

Şuraya tanıtım videosunu bırakayım. Gıcık olduğum İngiliz aksanını sevdiren, çok acayip oyuncu Benedict hatrına izlenir... "Ya en iyisi olsun ya da hiç olmasın"




Geç keşfettiğim genç müzisyenler oldu bir de bu ara, ofisteki arkadaşlar ve spotify sağolsun. Bunlardan biri de Evrencan Gündüz. Kesin biliyorsunuzdur, Asım Can Gündüz'ün oğluymuş. Şarkıları eğlenceli, tarzını sevdim. Arkadaşlarıyla tıngırdatıp eğlenirken kaydetmişler sanki hep şarkıları. 

Annesi tarafından büyütülmüş. Daha 21 yaşında. 15 yaşında Beşiktaş vapurunda müzik yapmaya başlamış. Sonrası sokak müzisyenliği. Sempatik bir tip. Yıllarca (galiba liseye kadar) görmediği babası için "Çok iyi bir insan ama baba olabilecek biri değilmiş aslında, kendi çocukmuş. İstememiş çocuk, alamamış o sorumluluğu. Becerememiş" gibi bir lafı var. Hoşuma gitti samimiyeti, şefkatli ve sahici hali. Trip atmak yerine, babasını ve durumu kabullenmiş. Müziğin iyileştirici hali merhem olmuş yarasına. Baba meselesini çözemese, acısını çok çekerdi. Acıyı müzikle bal eylemiş. İyi kalpli olmak daha önemli şu hayatta. Kindarlıkla ömür geçmiyor. Aferin Evrencan.

"La La La" diye şarkı olur mu, olmuş...



Al, saçları ve müzik yeteneği babasına çekmiş işte. Genetikten kaçamıyorsun. Eh, herkes anne baba olmak zorunda değil, olmaya uygun da değil kimisi. Zorla değil ya. Hepimiz bir süre sonra, anne-baba olsak da olmasak da; bir zamanlar burun kıvırdığımız anne babalarımıza dönüşeceğiz. Mukadderat. Sonra gün gelip elimiz böğrümüzde, pişmanlık ve keşke'lerle yokluklarına alışmaya çalışırken bulacağız kendimizi. 

"Ya babama ve kaderime küsüp bunalım bir tip olacaktım ya da hayatıma devam edecektim." mealinde bir şey demiş Evrencan. İkinci yolu seçerek iyi yapmış, hayat küsmek ve bunalmak için çok kısa be gerçekten. Bunalım yaptığı zamanlara acıyor insan bir süre sonra. Ben de bir sürü ayı/yılı öyle geçirdim. Düşündüm de, ne saçmaymış. 

Şimdi ise tek derdim, kızımla daha çok ve güzel vakit geçirmek. Onun eğlendiğini, mutlu olduğunu görmek. İyi bir insan olduğunu... Sağlığıma dikkat edersem, sırf bu yüzden ederim yani. Benim için "Tatlı bir annem var, beni sevdiğini hep hissettirdi bana" dese mesela, delirecek gibi olurum herhalde sevinçten. Bazen ben bulaşık yıkarken filan "Annee seni denize, adalara, göökyüzüne kadar seviyorum" diyor da, elimdeki köpüklü tencereyi filan bırakıp "Yıaa anne, bıraak" diye elimden kaçana kadar öpüyorum. Canım kıvırcığım <3

Hava çook sıcak. Ofisteyim, cep telefonumu evde unutmuşum. Bir tuhaf boşluk var. Yemekte yine tavuk var ama hayata olumlu tarafından bakıyoruz madem, karpuz var diye sevindim kendi kendime. Yanımdaki arkadaş (!) vize işlemleriyle uğraşırken, ben de "Ulan bu yaz tatil yapabilecek miyiz, yaparsak bikiniye girebilecek miyim?" diye dertleniyorum. Derde gel. Neyse, bir mayo bin ayıp örter. Of, o uzuun bayram tatili desen, daha 1.5 ay var. Ama olsun, bir yere gitmesem de izin alacağım. Kızımla zaman geçiririm. Umut etmesi bile güzel geldi şu an, ne de olsa yaz dediğin yılda bir kere geliyor. Ben de kızım gibi denizin hastasıyım. Olmadı, onun şişme havuzunu doldurur, elimde meşrubat içine otururum.

Kapanış "Mamak Türküsü", Jehan Barbur'la Evrencan Gündüz'den... Haydi Temmuz, artık bi yüzümüzü güldür.

29 Haziran 2018 Cuma

Hayaller hayaller ve kitap kasabası

Blogu unutmuşum. Yazacak bir şey bulamadığımdan mı artık, yazasım mı kalmadı bilmiyorum... Takip eden var mı acep hala, onu da bilemiyorum. Umut bağladığımız bir sürü şey de elde patlayınca (ki en büyük hayal kırıklığı son seçimdi galiba) yüreğim sıkıştı. İçim daraldı. 

Yaz desen, o da adabıyla gelmek bilmiyor. Haziran bitiyor, yağmur-şimşek gırla... Halıyı kilimi ormana-çayıra yayacakken, arabasına serer oldu millet. Hoş, yaz gelse sanki hemen tatil beldelerine koşacakmışım gibi bir hal bendeki de. En sakin ay ne zaman, Eylül; eh yine o zaman düşeriz yollara cepte para varsa. Ufak tefek, samimi aile işletmelerine gideriz belki yine. Annelerin kabak çiçeklerini sabahtan ayıklayıp dolmasını öğlene pişirdiği, oğulların servis yapıp babaların balık tuttuğu yerler işte... Ben bunları yazıp böyle minnak hayaller kurarken, yan masa komşum ailece yurtdışı tatil planı yapıyor misal. Hayat adil mi? Değil. Yuroyla dolar herkese eşit yükselmiyor demek.

Neyse. Kendimce tasarruf tedbirim ya da tüketmeme şiarım nedir, yeni bir kıyafet/ayakkabı vs almıyorum uzun süredir. Giymediklerimi/ay dursun ya da zayıflarsam giyerim dediklerimi de çeşitli yerlere bağışlıyor veya bazı sitelerde satıyorum. Bu satma işine yeni başladım. Memnunum valla. Değiş-tokuş mantıklı. Olduğundan ucuza gidiyor ama elden çıkıyor sonuçta. Kendim de oralardan alıyorum. Çünkü dolap dolusu kıyafeti, kutular dolusu ayakkabısı olup da hep aynı şeyleri giyiyorsa insan, e kilosu da umduğu gibi azalmıyorsa saklamanın/biriktirmenin alemi yok. Dolap ferahlasın. 

Bu satmaya/bağışlamaya kızımın küçülen ayakkabıları/kıyafetleri, oynamadığı oyuncakları da dahil... Misal topuklu ayakkabı giyen insan değilim, düğün dernek olur diye özenip almışım. Öylece duruyor. E topuklu ayakkabı da ihtiyaç sahibine bağışlanacak bir şey olmadığından, sat gitsin. Çocuk durmayıp büyüdüğünden, arada ona kıyafet alıyorum mecbur. 

Başka? Ne zamandır kitap okuyamıyordum, ona da az-çok vakit ayırabiliyorum şükür. Ayda 3-5 kitap bitirebilir hale geldim yeniden. Başucumda, çantamda durunca uyumadan önce ya da metroda gidip gelirken filan okuyabiliyorum. Metroda kitap okumama kızan insansılara rağmen... (Pardon biz sığamıyoruz, siz bir de kitap okuyorsunuz?!!! Canım benim, elimdeki kitapla senin göbeğinin/totonun kapladığı alanın korelasyonu sıfır, inan.)




Kızımla her gün 3-5 kitap okuduğumdan, çocuk edebiyatına daha hakimim bu aralar. Çocuk kitabı okuyan arkadaşlarımla da değiş tokuş yapıyoruz, iyi oluyor. Takas candır.

Birçok insan yurtdışına göç etme, buralardan kaçma planı yaparken benim uzaklaşabileceğim en uç nokta belli. En fazla İzmir'e geri dönebilirim gibime geliyor. Sahil kasabasına yerleşme şu an ütopik gibi. Hayali güzel ama. Annem torununa bakmak için bizimle kaç yıldır... Evini unuttu kadın. İzmir'de hem o kendi evinde olur, hem kızımı yine ona emanet edebilirim. Abim orada yaşıyor, babam oranın toprağında... Yine bir çekirdek aile ortamı. Arkadaşlarımız var İzmir'de, havası-suyu güzel. İnsanı medeni. Daha yaşanabilir geliyor. Buluruz kirası saçma yüksek olmayan düzgün bir ev... Bakalım.

İstanbul'dan yıldım. Metro-metrobüs dolusu suratsız insandan, pahalılığından, sağlı sollu dümdüz edilip kentsel dönüşen toz toprak içindeki sokaklarından, seçimi kazandılar diye ortalığı mermiye boğan manyaklardan, hafta sonu trafik ya da park yeri yokluğu yüzünden deniz kenarına bile gidememekten, meşguliyet yüzünden arkadaşlarını görememe saçmalığından bıktım. Kızımı İzmir'de büyütmeyi isterim. Okul çağı gelmeden çözebilsek iş mevzularını. İstanbul'da bırakmaktan üzüntü duyacağım pek de bir şey gelmiyor şu an aklıma. Acı. Ama gerçek. İki çay içip az lakırdı edecek vakti bulamadıktan sonra arkadaşlarınla, nedir yani?




Şöyle (şu üstteki) bir kasaba varmış, iltica edemesek de bir benzerini kurabilsek keşke... Fındık içi kadar yer ama çoğu ikinci el olmak üzere, 40'tan fazla kitapçısı varmış. Adı da Hay-on-Wye'miş. Galler’in İngiltere sınırında, Wye nehri kıyısındaki iki bin nüfuslu küçük bir pazar kasabası ve topluluğuymuş.




Biz böyle bir kitap kasabası kursak, kitaplık raflarının yakacak odun olarak görülüp sökülmesi, kitapların da çalınması kaç gün (hatta saat?) sürer acaba, bilemedim. Salman Rushdie'nin katıldığı "Hay Edebiyat ve Sanat Festivali" olsa hele, önce adını "Hay senin kitabını..." diye değiştirir, akabinde kitaplarla beraber konukları da yakarlar. 

Hele başında satıcı olmayan kitaplıktan kitabı alıp parasını posta kutusuna atmak filan, düşününce bi gülme geldi bak. "Aa, yok yok, bizim insanımız yapmaz öyle şey" demeyin, ben diyemiyorum artık. Diyebilen iyimserlere de en kalbi selamlarımı gönderiyorum buradan. Bizim insanımız kim, biz kimiz, ondan hiç emin değilim uzun süredir. Twitter'da takip ettiklerimizden, Instagram'da beğendiklerimizden ibaret değil bu ülke. Bu gerçek, her seçim dönemi yüzümüze yüzümüze vurulmasa iyiydi. Benden şimdilik bu ka, görüşürüz ki yine. Yani umarım. 

İyi şeyler olsun, ferah şeyler... Dondurma yiyelim, denize bakalım, çimlere oturalım, ağaçlara filan sarılalım.





10 Temmuz 2017 Pazartesi

Tatil iyi de dönüşü kötü

Yaz rehaveti... Sıcak ve bayık günler birbirini kovalarken, Defnoş'la minik bir parantez açtık. Analı kızlı bir Çeşme yolculuğu. Gerçi "Çocukla tatil yoktur, yer değiştirme vardır" cümlesine katılmamak elde değil. Pişir-yedir-uyut üçgeni, 2 yaş sendromu ve sonu gelmeyen "Hayıy"larla birleşince zorlasa da, güzel vakit geçirdik. 



Denizde-bahçede bol bol gezindi, bütün gün cıbıl ayak çimenlerde dolaştı, yere eğilip karıncalarla hasbıhal etti, bir sürü ağacın yaprağını/dalındaki kelebeği inceledi, çakıltaşı-kozalak-deniz yıldızı topladı, bahçedeki biberleri suladı, kitap okudu, suluboyayla taşları-çimenleri boyadı, parkta oynadı, dondurma yedi, canavar maskesine dönüştürdüğümüz mukavva kutuyla eğlendi, bizimle saklambaç oynadı, çimenlere yatıp yıldızları izledi, "Ay ay başım döndü" deyip dönerek elindeki sinek kovucularla dans etti. O eğlendi, ben de onun eğlenmesiyle eğlendim. Bir ara karpuza sarılıp yanındaki arkadaşlarıyla (kavunlar) denize gelmesini söylüyordu :)




Kendim içinse işten uzaklaşmak iyi geldi, İstanbul'a döndüğümde gözümün önüne gelip ferahlatacak birkaç güzel manzara biriktirdim. Azıcık kendimi dinledim. Kızımı izledim. Çocukken babamla kaldığımız kamp yerine baktım uzaktan; babamı ve o günleri özledim, o an yanımda olup da o günleri Defne'ye onun anlattığını geçirdim içimden. İşte öyle. Gözümün önünde büyüyen kızımın varlığı ve ektiğim koca gül fidesinin ardında mezar taşı kaybolan babam. Oysa o günleri hatırlamak bile tekrar yaşamaya yetiyor. 

Tatil iyi de, dönüşü gibi hayallerin tuzla buz oluşu da fena. İstanbul sıcak, kalabalık ve çirkin göründü gözüme. Bavulları boşaltmaya fırsat kalmadan sızdım, sabah da metrobüse binip işe gelirken camdaki aksimden kendim korktum. Öyle bir suratsızlık. Bir önceki akşam arkadaşların yaptığı ev rakısı yanında deniz fasulyesi kemiriyordum ama! Şimdi ise işe gitmek istemiyorum ve metrobüste kimseye değmemeye çalışarak ofise ulaşmaya çalışıyorum. Daha da tatilden pazar dönmem. Hiç olmazsa bir gün, evde uyum çalışması şart. Sevimsizsin İstanbul. 



14 Şubat 2017 Salı

Siervas, Hoşbeş, 45'lik kazak, 10 yıl önce #11 #12

Siervas'ı duydunuz mu? Rahibelerden oluşan müzik grubunu? Görünce/dinleyince insanın suratına koca bir sırıtma gelip yerleşiyor. Şarkılarında ne dediklerini anlamıyorum ama şu tuhaf dünya üstünde gitar, davul, bas, keman çalan, şarkı söyleyen rahibelerin olması güzel yani. 12 kişilik kalabalık bir grup. Japon, Perulu, Arjantinli, Venezuelalı, Şilili, Filipinli, Çinli ve Ekvadorlu güler yüzlü rahibelerden mürekkep.

Röportajlarında "Rahibelerin de normal insanlar olduğu unutuluyor" demişler, biz normal nasıldı onu unuttuk. "Bizler de pop ve rock müzik dinliyoruz" diye de eklemişler. Konserlerden elde ettikleri geliri hayır işlerinde kullanıyorlarmış. İki albüm çıkarmışlar, yanlış anlamadıysam prodüktörleri de zamanında Nirvana ve Foo Fighters'la çalışmış adamlar. Hayallerinde sahneye çıkmak var mıydı bilinmez ama, sahnede manastırdan daha eğleniyormuş gibiler. Kalabalık da bir hayran kitleleri var. 



Alttaki şarkıda İngilizce şarkı sözleri de eklemişler.  



Çantama her sabah kitabımı atmaya çalışıyorum. Metro -metrobüs sıkışıklığında okumak, en şahane bir şey olmasa da mecbur. "Vejetaryen" bitti, şimdi John Berger'in "Hoşbeş"ini okuyorum. Karşılıklı hoşbeş edip Rosa Luxemburg'tan Charlie Chaplin'e, dostu Sven'den "münasebetsizler"e, yaklaşık 80 yıllık yazı serüveninde aklına takılan herkesi anıyoruz. 'Rosa'ya Armağan' kısmındaki şu yazıyı şuraya iliştirmeden gitmeyeyim. Bu sözler Rosa Luxemburg'a ait:

"Sadece hükümet taraftarlarına, Parti üyelerine tanınan özgürlük -bu insanların sayısı ne kadar fazla olursa olsun- özgürlük değildir. Özgürlük daima farklı düşünenler için olmalıdır."




Çelıncda finale 5 kala...


Dolabımdaki en eski kıyafet, 45 yıllık bir kazak. Abimden bile büyük. Annemin gençliğinden kalma. Turuncu. Boğazlı. İncecik ama şahane ısıtıyor. En son Kars'a gittiğimizde giymiştim, sıcacık etmişti. Ne bir yırtık, ne bir sökük, ne tüylenme, ne de renk solması. Taş gibi. 

Annemin üstünde o nefis İspanyol paça kot pantolonu, uzun düz saçlarıyla gülümsediği gençlik fotoğraflarında giydiği, bayıldığım kazak. (Annemin o fotoğrafları İzmir'de babaevinde, o yüzden iliştiremiyorum.) O kot pantolonlarına sığamıyorum madem, bari kazağa halleneyim deyip atmışım dolaba. (Wrangler marka, İspanyol paça kotunu lisede giymeye kalkmış içine sığamamıştım. Nar çiçeği nişan kıyafetinin de sırt fermuarını patlattığımdan, narin olmadığımı kabul edip susarak oturdum.) 























Fotoğrafları annem telefonuyla çekti, telefonun fotoğraf çekiminden memnun değil. Yoksa kazak bu kadar acıklı durumda değil. Sadece kışlıkların arasında buruşmuş garibim.

Annem benim dolapta kendi kazağını görünce "Aaa, atmadın mı sen onu? Satın aldığım adam bile ölmüştür ayol" demişti. Nereden aldığını da sonradan hatırladı zaten. Çamlıca'daki evlerinin oraya bavulla gelen bir amca varmış, giysi satıyormuş; ondan almış kazağı. Mağazadan filan da değil. Annem eskileri saklamayı pek sevmez, bense hatırası olan eşyalara kıyamam. Dedemin kol saatini de takmıştım uzun süre. Defne benim bazı eşyalarımı beğenip giyse, çaktırmasam da sevinirdim. Ki berelerim ona daha çok yakışıyor :)



Son 10 yılda neler oldu, geriye sarayım... Bir reklam ajansında reklam yazarı olarak çalışıyordum, bekardım. Sonra ajansta işler kötüledi, tüm kreatif ekibi şutladılar; işten çıkarıldım. İşsizken canım sıkılmasın diye bu blogu açtım (Mart 2010'da). Blogu açtıktan 1 ay sonra, şimdi çalıştığım yere girdim. Aylaklık günleri pek de uzun sürmedi. Hiçbir yere 3 seneden fazla dayanamazken, nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde hala buradayım; 7 sene doluyor.

Haziran 2002'den beri ekşisözlük'ten tanıdığım, Gülşen Abi misali dertleştiğim bir adam 9 yıl sonra eşim oldu. Ondan sonra hayatımıza iki de kara kedi, Obi'yle Yoda eklendi. Kocalı ve kedili hayatın son yeniliği ise Defne. 

2011'de evlendim, 2013'te babamı kaybettim, 2014 sonunda da kızımı kucağıma aldım. Evet, hayli büyük değişiklikler olmuş aslında. Evlilik, yetimlik, annelik... Hayat, böyle geçmiş.

Eh, bugün 14 Şubat... Sevgi neydi? Hani eskide 'Love is' sakızları vardı ya... "Selvi Boylum Al Yazmalım"da dediği gibi Asya'nın; sevgi emekti, sonra didişmekti, özlemekti, sonra gün içinde "Defne nasıl, mamasını yemiş mi?" demekti. Kampa ya da sinemaya gitmekti, iki rakı parlatıp bi muhabbet etmekti, ağlarken başını diğerinin omzuna yaslamaktı, sonracıma normalde burun kıvıracağın romantik komedileri sırf diğeri seviyor diye izlemekti, "Akşam gelirken ekmek al" ya da "Bugün yemek yapamadım pizza söyleriz" demekti :)



6 Şubat 2017 Pazartesi

Floransa #9

Pazar günkü Kistik Fibrozis Aile Toplantısı, beklediğimden iyi geçti. Bütün gün Defne'yi göremeyeceğim için gönülsüz gitmiştim ama, toplantı umut verici bir videoyla başladı. 

Türkiye'de "20'sini 30'unu göremez" denilen KF hastalarını düşününce, bu videodaki hayat hikayesi iyi geldi. Amerika'da yaşayan, 59 yaşındaki KF hastası Elyse Goldberg'in hikayesiydi izlediğimiz. Elyse 3 yaşında tanı almış, ailesine 7-8 yaşına kadar yaşayacağı söylenmiş. Ailesi elinden geleni yapmış onun için. Bütün hayatı sporla geçmiş, hamile kalması riskli bulununca 2 çocuk evlat edinmiş (oğlu 21 kızı ise 18 yaşında), hayata sımsıkı tutunmuş, arkadaşları ve ailesine çok düşkün, güçlü ve şahane bir kadın Elyse. 


Başlarda günlük rutin tedavisi bitmeden evden çıkamadığı için arkadaşlarıyla sabahları buluşmuyor ve herkes onu uykuya düşkün bir kadın zannediyormuş. Tedavilerini eğlenceli hale getirmeye çalışmış hep. Neşeli, matrak, oksijen tüpüne isim takacak kadar kendiyle ve hastalığıyla barışık. Organ nakli olması gerekmiş. 50'sinde uygun bir akciğer bulununca nakil olmuş, ama hazır anestezi almışken burun ve göğüs estetiğini de aradan çıkarmış :) 


Nakilden o kadar memnun kalmış ki, yıllardır onu yorup hayatını kısıtlayarak sürekli kendini hatırlatan akciğerleri artık yokmuş gibi hissetmiş. Öyle bir hafiflik... Yeni akciğerleriyle geçirdiği ilk yılında bir doğum günü kutlaması organize etmiş ve arkadaşlarıyla 5 km'lik maratona katılmış. Şimdi ise hastanedeki KF hastalarına destek olmak için çalışıyor. Tanıştığımıza memnun oldum Elyse, bilmesen de seni tanımayan bir sürü insanın içine su serptin.

Çelıncda 9. soru...


Bu soru, kafamı karıştırdı... Sonuçta, 'zorunlu' göç size seçim şansı bırakmayan korkunç bir durum. Evinizi, ülkenizi, kenarda biriktirdiğiniz her şeyi bırakıp sadece üstünüzde taşıyabileceğiniz kadarını alarak canınızı kurtarmak için kaçıyorsunuz. Dandik botlarla ya da buldukları her türlü araçla ülkelerinden kaçan Suriye'deki insanların ülkemizi çok da isteyerek seçtiklerini sanmıyorum. Gelmek zorunda kaldılar; horlanacaklarını, itilip kakılacaklarını bilerek, daha kıyılarına adım atmadan can vermeyi göze alarak, vatan belledikleri topraklardan arkalarına bakmadan kaçmak zorunda kaldılar. Benzer bir durum başlarına hiç gelmezmiş  zannedenlerin zalimliği de, onları oy ya da nakit para olarak görenlerin fırsatçılığı da midemi bulandırıyor. 


Şu çocuğa üzülüp sonra da "Ay ama onlar da savaşsalarmış, gelmeselermiş" demek, nasıl bir manevra yeteneği gerektiriyor, bilemiyorum. Kendi seçiminle, imkanlarını kullanarak başka bir ülkede yaşamayı seçmek başka, can havliyle 'kapağı nereye atabilirsen' oraya sığınmak başka... Ki şimdi bir sürü kişi de, Türkiye'den kaçmak için planlar yapıp duruyor. Durum bir sürü insan için belirsiz, endişe verici. İleriyi görememek, korkutucu. Hayır'lısı...

Türkiye'den başka bir yerde yaşamadım. Berlin-Prag-Roma-Floransa gibi birkaç kente kısa turistik ziyaretleri saymazsak. Hepsini çok beğenmiştim. Ama kısa bir süre gördüğüm yerlerde hayatımı geçirmek ister miydim, belki. 

Başka bir ülkede yaşamayı 'seçseydim' eğer sokaklarıyla köprülerine, sokakta karşıma çıkan enfes heykellerine hayran olduğum, içlerinde en çok sevdiğim Floransa'yı tercih ederdim herhalde. Bir daha gitmeyi çok istiyorum, ne zaman mümkün olabilir bilemiyorum. Defne biraz büyüyüp Euro insaflı bir seviyeye düşünce herhalde :)

Uffizi Galeri'nin penceresinden Ponte Vecchio

4 Şubat 2017 Cumartesi

Kediler #7 Kendime yeni bir ben lazım #8


Hafta sonunda çelınc kaynamasın, 2 soruyu birden yanıtlayayım. 

Obi Paşa
Hayvan olsam kedi olmak isterdim. Bir kedi gibi özgür, rahat, başına buyruk ve keyfine düşkün olabilmek şahane değil de ne? Dokuz tane can da cabası. Hep derler ya, kediyle birlikte yaşamak kediye sahip olmak filan değil, sen onun değil o senin sahibin :) Seninle yaşamak isterse yaşar, yoksa vınnn!

Hava soğuk mu, sobanın yanına kıvrılayım, mamam önümde suyum arkamda; mis. Günde 16 saat uyuduğum bilimsel olarak da kanıtlanmış, kim tutar beni... Kafamın sığdığı her yerden geçebiliyorum, kim engelleyebilir her yere burnumu sokmamı? Karanlıkta da görebiliyorum, oh geceler benim! Kendimden büyük hayvanlara bile kafa tutabilme cesaretim de bonus. İnsanlar ne kadar istemezse istemesin, bir yolunu bulup kendimi sevdiriyorum. Gırlıyorum, mırlıyorum, hop kucaktayım. İstemediklerime ise basıyorum patiyi, ısrar edene çakıyorum tırmığı... Kuyruğumla anlatıyorum zaten derdimi, canım konuşmak istemiyorsa miyavlamama bile gerek yok. "Ay n'oldu, neyin var?" diyen baksın kuyruğuma anlasın yani sinirli miyim, mutsuz muyum; hayret bir şey. 

Kimseye görünesim, kimseyi göresim yok mu; anında kaybolur, sıvışırım.


Şevkat mi arıyorum, hareketim belli; fittin fittin, yoğur dur... Süt kimin umurunda, bedavadan masaj yapıyorum bir de bana nankör diyor bu insanoğlu.




Valla olmak istediğim kişinin hayatı iyi gibi görünse de, belki hiç de göründüğü gibi değildir. İçi seni dışı beni yakar. O yüzden yine bildik tanıdık olarak, kendim olmak isterdim. Az çok tanıyorum kendimi, çok fena insan değil. Şahane olduğumdan mı yine kendim olayım diyorum, yok tabii ki değil. Zayıf olduğum, sevmediğim, lanet ettiğim bir sürü özelliğim var. Herkesin kendince duvarları, sırları, yaraları, dokunulmazları, karanlık yanları var. 

Sevmediğim özelliklerimin bazılarını biliyorum, bazılarının belki hala farkında değilim. Bazılarını törpülemeye çalıştım, bazılarını bir türlü değiştiremiyorum. Başkalarını tanımak için harcadığımız eforu, kendimizi tanımak için harcamıyoruz sanırım. Ki bence en zoru kendini tanımak. İnsan içinde ya kayırıyor kendini, ya fazla zalim davranıyor kendine. Birbirini tanıdığını zanneden bir sürü insan da ne kadar emin tanıdığından, bilemiyorum. Kendimiz olabilmek, mühim şey. "Kendini kaybetmek" diye bir laf var ya hani, hah; bence daha zoru "kendini bulmak". Ve kendini sevmek. Kendiyle barışık olmayan başka birini nasıl sevip kabullensin?


Yine kendim olayım ama aynı ben olarak değil. Misal, daha iyi bir ben olayım. Ne bileyim daha iyi, daha cesur, daha sabırlı... Daha az detaycı. En azından yeni sürüme geçme ya da kendimi güncelleme şansım olsun. Elime geçen fırsatları değerlendirebileyim, yaralarımı iyileştirebileyim. Mutlu olabileyim ki mutlu edebileyim, eksilmeyip çoğalayım... Di mi ya? Öyle işte. 

3 Şubat 2017 Cuma

Sarı sıcak yaz, çocukluk #6

Bulutlu ve karanlık bir Cuma günü... Hani güneş açacaktı, hava ısınacaktı? Neyse, hafta sonu geldi diye sevinmemizi de kimse engelleyemez! Hafta sonu planlarım arasında Defnoş'u 'paaka' ya da dün buluşup kudurdukları arkadaşı Zeyno'ya götürmek ve Pazar günkü Kistik Fibrozis Aile Toplantısı'na gitmek var. 

Bu aile toplantılarının ilkine, Defne KF tanısı aldıktan birkaç gün sonra gitmiştik. Şoktaydık ve teşhise inanamıyorduk. "Gidin, kendiniz gibi ailelerin olduğunu bilmek size iyi gelir" demişlerdi. Piknikli bir toplantıydı ve Defne henüz bebekti. Cerrahpaşa'da korkunç bir 3 hafta geçirmiştik. Aynı yatakta kıvrılıp uyuduğumuz, kuzudan günde 7-8 kez kan aldıkları, kafasından bile damar yolu açtıkları, ortalıkta kedilerin gezdiği ve enfeksiyonu olan çocuğun odamıza alınmasından sonra Defne'ye de enfeksiyon bulaştırdığı ve servisi karantinaya aldıkları, yaz sıcağında iyice canımızdan bezdiren 3 korkunç hafta... Hala düşündükçe yüreğim sıkışıyor. Zar-zor 300 gr aldırdığımız çocuk, kilo verip çıkmıştı hastaneden. 

Moral olsun diye gittiğimiz piknikte etrafımızdaki tüm çocukların çok zayıf olduğunu görünce ve konuştuğumuz ilk kişinin de oğlunu 20 küsur yaşında bu hastalıktan kaybettiğini öğrenince neredeyse bütün piknik boyunca ağlamıştım. Ağladığımı gören bir sürü insan çevreme toplanıp teselliye çalışmıştı, içlerinden yaşıtım olan biriyle hala sık sık görüşüyoruz. Caanım İnci. İçime nasıl su serpmişti. O olmasa herhalde koşa koşa kaçardım o gün. Ama ondan sonraki toplantılarda not tuttum, doktorları pür dikkat dinledim ve aklıma gelen her şeyi utanıp çekinmeden sordum. Elimden geldiğince başka ailelerin sorunlarını da çözmeye çalıştım. 

Hepimizi tek dileği, bu hastalığın tedavisinin bir an önce bulunması. O yüzden bu toplantılar önemli. Ay çenem düştü, ama hayatımın gerçeklerinden en önemlisi bu. 

Çelıncda 6. soruya geldim. 

Çocukluğuma dair hatırladığım birçok anı var ama bunların bazılarından emin olamıyorum. Çünkü bana anlatılan bir şey mi, yoksa gerçekten birebir yaşadım mı, karışıyor. Bazılarında "Sen çok küçüktün, hatırlaman mümkün değil" diyorlar. 

Neriman ve Nurettin'le Ferthiye'deki evimizde
Aklıma ilk gelenler; 2 yaşındayken pek sevdiğim kırmızı yün elbisem üstümde, kuzenimle oynadığımız oyunlar, sonra evde koşarken üstüne bastığım civcivi annemin zeytinyağıyla ovalayarak iyileştirmesi, annemin kucağında babamı işe uğurlayışlarım, abimin yaramaz arkadaşları elime büyüteçle güneş ışığı tutunca yandığı halde inadına "Acımadı ki" deyişim (çocukların saçma cesaret gösterileri), öğle uykusundan uyanıp da evde kimse yok diye panikleyip kısık sesimle bahçede annemleri arayışım (o korkuyu çok net hatırlıyorum), sokakta bulduğum her kedi köpeği koltuğumun altına kıstırıp gizlice eve getirişim, ananemlerin 2 katlı, sobalı küçük evinde kendi yaptığım oltayı merdivenden sarkıtıp  fare yakalamaya çıkışım, rahmetli dedemin biz geleceğiz diye tadelle ve Çamlıca gazozuyla doldurduğu dolabı talan edişimiz, tahta kılıçlarla şövalyecilik oynayışımız... hangisi en eskisi hatırlayamıyorum, kronolojik olarak pek oturmuyor kafamda. 

Belki de gerçekte, babamla o fotoğraflara baka baka kurgulamışımdır bunları. Çocuk aklı. Babam çok severdi eski fotoğraflara bakmayı, arada beni de yanına oturtur, artık ezberlediğim hikayelerini bıkıp usanmadan anlatırdı. O günleri özlüyordu. Tıpkı benim şimdi özlediğim gibi... 


Ama galiba bu anıların en eskisi (ya da benim en sevdiğim) Fethiye'deki evimizdeydi. Prefabrik gibi tek katlı ahşap evlerden oluşan, daire şeklinde sıralanmış, yan yana lojman daireleri, evin önü bataklık. Kocaman bir yeşillikle çevrili etrafımız, evlerin bitiminde ise bekçi kulübesi var. O kulübe lojman havası veriyor zaten, yoksa sayfiye yerinden farksız. 

Babamla gündüz evde otururken (hafta sonu filandı demek) çinkoyla kaplı çatıda gök gürültüsü gibi bir ses duyup bahçeye fırlamıştık. Ben taş düştü sanmıştım. Sonra acıklı bi cikirdeme duyunca sese yöneldik. Babam, kocaman avucunda minicik bir kuş yavrusuyla döndü. Kanadı kırıktı, ama uçarken nasıl düştü çatıya, onu hatırlamıyorum. Babam bir yuva yaptı ona. Günlerce misafirimiz oldu. Babam kanadını sardı, bense her gün elimde buğdaylarla iyileşmiş mi diye gidip bakardım. Sonunda kuş iyileşti ve babam da avucunun içinden gökyüzüne saldı onu. Önce bir yalpaladı, sonra hızla yükseldi. Gözden kayboluncaya kadar izlemiş, gitti diye pek üzülmüştüm. Geri döner ya da en azından arada uğrar diye bekledim ama yok, gelmedi. Babamla benim aramdaki güzel anılardan biri olarak kaldı.

2 Şubat 2017 Perşembe

Özlemek #5




26 Ocak, babamın doğum günüydü. Dolabımda sakladığım eski fotoğraf kutusunu çıkardım ortalığa. Günlerdir içine dalıp dalıp gidiyorum. O günlerden aklımda neler kaldı diye zihnimin köşelerinde dolanıyorum.

Bizim çocukluk, annemle babamın ise gençlik halleri... Ne kadar tanıdık ama bir yandan da -artık- ne kadar uzak. O günlerin geri gelmeyeceğini bilmek, insanın içinde bir yerleri sızlatıyor. Ama o günleri yaşamış olmak da güzeldi. Babamın fotoğraf merakı sayesinde çocukluğumuza dair bir sürü fotoğrafımızın olmasını seviyorum. Çünkü unuttuğum bir sürü şeyi onlar hatırlatıyor. 
Fethiye
Aile ve arkadaşlarla gidilen o kalabalık piknikler, bahçede çamurdan yaptığımız heykellerle açtığımız sergiler, kahverengi şişedeki meyve suları ve pasta börekle kutladığımız doğum günleri, evde beslediğim ve içlerinden geriye Neriman ve Nurettin'in kaldığı civcivler, abimle zeytinyağına bulanıp yaptığımız yağlı güreşler, Büyükada'da geçirdiğimiz ve çok üşüdüğümüz yaz tatili, kaplumbağa yakalamak için evin önündeki bataklığa düşüşümüz ve annemin bizi söylenerek banyoya sokması, Uludağ'da kayaktan yorulunca ödül olarak yediğimiz içi Sarelle'li şahane krepler -kokusu bile burnumda- ve bir sürü fotoğrafta gözüne güneş geldiği için suratını ekşitmiş ben... İnsan yaşarken, bunların anıya dönüşeceğini ve bir gün burnunun direğini sızlatacağını düşünemiyor.
Büyükada
Çelınca dönersem... Her zaman özlediğim şey, artık hayatta olmayan babam. Onunla daha çok vakit geçiremediğim, ona bazı şeyleri söyle(ye)mediğim, tam tersine bazı şeyleri de söylediğim için pişman oluyorum bazen. Ama bunu geri döndürmenin bir yolu yok. Güzel anları anımsamak iyi hissettiriyor. Yazmayı, okumayı, hayvanları bana sevdiren babamla ilgili bir sürü şey aklımdan silinmesin istiyorum. 

Bazen özlediğim şey ise Fethiye ve Bursa'da geçen çocukluk günleri... Güzeldi, eğlenceliydi, apartmandaki ve okuldaki arkadaşlarımla akşamın geç saatlerine kadar sokakta oynayabiliyorduk. Korkmadan, herhangi bir şeyin tedirginliğini duymadan, telaşsız... İnsanlar birbirine daha çok güveniyormuş o zamanlar, sevgi dolu ortamlarda büyümüşüz biz. Ülke o zaman da şahane durumda mıydı, hayır ama biz farkında değildik. Babamın kütüphanesini karıştırıyordum, Gırgır dergisini okumaya çalışmayı seviyordum. 

Hala gözümü kapatınca zihnimde o anları görmek, hoşuma gidiyor. Bursa'daki evimizi, evimizin hemen karşısındaki ilkokulumu düşünüyorum. Güzel günlermiş.

1 Şubat 2017 Çarşamba

Dertli gönüllere girer misin #4

Önümüzdeki birkaç günün güneşli geçeceğini öğrenmek iyi geldi. Soğuk olsun güneş olsun, bahara az kaldı şurada. Enseyi karartmayalım.

4 yıl önce bugün Çıldır Gölü'nün üzerinde, sonsuz ve pofuduk bir beyazlığa doğru yürüyormuşum. O güzel Kars seyahatinden beri bir yere de kıpırdamadım, hamilelik-bebek vs... Sonra da tuhaf bir içe/eve kapanma hali. Bahar bi yeşillenme, tabiata kendini atma, kabuğunu çatırdatarak kırma, bi silkinip kendine gelme umudu taşıyor en azından. 


Çelincda 4. soruya geldim, 12 gün filan gerideyim galiba. Ha gayret, bitirebilirim sanki.


Etrafımdakiler bana bir sorunun çözümü için geliyor mu, öyle bir Gülşen Abi durumum var mı; şöyle bir durup düşündüm. Hayatımda yeri olan her insanın sorusuna-sorununa 7/24 açığım. Telefonla olur, whatsapp dürtmesi olur, kapıya dayanıp dertleşmek olur... Elimden geleni yaparım. Ama ne kadar işe yarar, bunu ölçmenin bir yolu yok. "Can sıkıntısı ya da mutluluk anında sohbet için kapısını çalınız" insanı olmak, beni çok mutlu ederdi. 

Kitaplarla (tavsiye vs)  ya da dilbilgisi ile ilgili sorular geliyor işimle ilgili olduğundan kelli ama, iki alanda da iddialı olduğumu söyleyemem. Haşa, illa daha bilgili/donanımlı kimseler vardır, ama çevrelerinde ben olduğumdan n'apsın garipler :) 

Bir de sevdiğim insanlara hazırladığım ve çok da keyif alarak, kalp çarpıntısıyla gördüklerindeki tepkilerini beklediğim hediyelerden ötürü (eşimle ikimize özel dergi, kızıma fotoğraflardan yılbaşı ağacı, annemle babama içini elle yazarak hazırladığım kitap vs) böyle bir şey hazırlamak istediklerinde fikir danışmak için gelen arkadaşlarım var. Ama bunlar sorun değil, soru aslında. Danışma ihtiyacı. Kimin ne yarasına merhem olmayı başardım şu hayatta, cidden bilemedim şu an. 

Genelde mevzu karışıksa, şöyle hayret eden bir ifadeyle dinliyorum anlatılanları.


Kitap mı seçilecek, bütün kitaplığımı gözden geçirip kitap sitelerine bakıp favorilerimi düşünüp listeler yapar yollarım :) Liste yapmak demek ben demektir çünkü. Bir de evcil hayvan danışmanı gibi oldum, ofisin orada kediye araba çarpar beni çağırırlar, kutu bulur arabalı arkadaşı ikna edip veterinere götürürüz. En son bugün, çalıştığım kurum bahçedeki kedileri tuzaklı kafesle bir (neresi o yerler? bilemiyoruz) yerlere götürüyor diye twitter'dan haklı tepki gösteren hayvanseverlere ne cevap yazsak diye bana sordular, dedim ona bir şey yapamam çünkü o tuzaklı kafesleri benim de tekmeleyesim var. Ne zararı var bahçedeki 2-3 kedinin?!

İlişkilerden, memleket meselelerinden, hayattan zaten hep konuşuyoruz ama bu konularda hepimizin kafası karışık. Kimsenin diğerine tavsiye verecek hali yok, anca dinleyip fikir beyan edebiliyoruz. Bizim gibi düşünmeyenleri ikna edebildiğimiz yok, kalanlarla da anca ağlaşabiliyoruz. 

31 Ocak 2017 Salı

Hayatım roman mı #3

İstanbul'da hava güneşli ve fekat ayaz mı ayaz. Ocak'ın da son günü. Yetti bu ka kış, bahar gelsin çimlere yayılalım. Sabah işe gitmek için evden çıktığımda Defne hala mışıl mışıl uyuyordu. Gece uyumak bilmediğinden... Onu görüp öyle gitmek istiyorum işe, aklım kalıyor. Ama uyanıkken de arkamdan melül melül bakması ya da "Anne gitme" demesi içime dokunuyor. Neyse, geldik dükkana....

Kitap okuyamıyordum ne zamandır, ofisçe verilen toplu idefix siparişi sayesinde beklediğim birkaç kitapla birlikte, merak ettiğim Han Kang'ın Vejetaryen'ine kavuştum. Man Booker ödüllü bir kitap, güzel işler basan April Yayıncılık'tan çıkmış. Heyecanlı gidiyor şimdilik. Sıradan hatta silik sayılabilecek bir kadının, gördüğü rüya sonrasında vejetaryen olması ve yaşadığı değişimi kocasının gözünden izliyoruz. 'Ürkütücü bir yolculuk' denmiş, bakalım.



Defne de ona aldığım kitaba bayıldı. Dün gelir gelmez kucağıma kıvrıldı, beraber okuduk. Bütün gece de elindeydi, sayfaları çevirerek kendi kendine anlatıp duruyordu. Evdekiler yetmezmiş gibi kitap da kara kedili. Ama hikaye çok sevimli. Adı Çok Yaramaz Kedi, Nar Çocuk'tan çıkmış. Ödüllü bir kitap, çizimleri çok güzel...



Kaplumbağa hızıyla takip ettiğim çelıncda daha 3. sorudayım, rezillik. Devam ediyorum. 


Tezer Özlü'yü severim, sevdiğim başka yazarlar ve kitaplar da var ama "Yaşamın Ucuna Yolculuk"un yeri ayrı. Hayatımız bir yolculuk ve yıllar geçtikçe de sonuna doğru yaklaşıyoruz. Yolculuğun tadı ise yol arkadaşlarıyla çıkıyor. Yol, öyle çekilir hale geliyor. Yolda izlenen manzara da, yol da, yol arkadaşları da değişiyor zamanla. Kimi zaman trenle ağır aksak ilerliyor hayat, kimi zaman uçakla havadan bakıyoruz kendimize. Kimi zaman eksiliyor yol arkadaşları, kimi zaman beklenmedik yoldaşlar ekleniyor.

O yüzden hayatım kitap olsa adı "Yaşamın Ucuna Yolculuk" olurdu sanırım. Türü de deneme. Deneyerek yaşıyor, yanıldıkça öğreniyorum. Deneye yanıla yaşıyoruz hepimiz. 

"Yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. insan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu ararken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?"

Yolumuz açık, yolculuğumuz keyifli olsun madem. Çelınclara gelesi ben, artık işe döneyim. Arada Defne ile telefonda konuştum, "Günaydın" dedikten sonra "Kolay gelsin annecik" dedi. Bugünlük gıdamı da aldım, sırtım yere gelmez. Okunacak yazılar, edit edilecek metinler, yazılacak sloganlar beni bekler. Kalın sağlıcakla.

11 Ekim 2016 Salı

Fotoğraflar

Bugün annemle babamın 45. evlilik yıldönümü. Babam yaşasaydı 45. yıllarını kutlamak için arardım ikisini de. Annem belki babamın çiçek almaya üşendiğinden yakınırdı, babamsa gazetesini suratından indirip unuttuğunu söylerdi. Ama aslında unutmayıp da kendi kendine küstüğü bir şey yüzünden almadığı ortaya çıkardı belki sonra. Didişe didişe geçinip gittiler 40 küsur yıl. Ben bu 45 yılın, 35'inin bilinçli olarak 30-32 senesine tanıktım.

45 yılı düşünüyorum da... İnsan biriyle bu kadar uzun süre yaşar mı, birlikte yaşlanmak nasıl bir şey diye. Bazen insanın kendine tahammül edemediği düşünülürse, başka biriyle bir evi, hayatı paylaşmak... Yani ne bileyim, 5-10 sene neyse de 45 yıl bu. Biz 5'i devirdik, geç evlendiğimizden 45 teknik olarak zor. Ama tıp ilerliyor.

Eski fotoğraflara baktım durdum. İnsanlar ne kadar değişiyor. Onları tanımadığımız o eski zamanlarda, ne kadar da farklılar. Hiç bildiğimiz gibi değiller. Saçıma fön çektirince bile bir tuhaf geliyor, ben değilmişim gibi. Daha çok CHP kadın kolları başkanı ya da ana haber bülteni spikerine benziyorum. Görenler bu sen değilsin diyor. Ne acayip. Hepsi biziz işte, hayat ya da kuaförler bizi tuhaf hallere sokuyor. 


Annemin teyzesini kaybettik Eylül'de. Kıyamıyoruz ya hani bir sürü eşyayı kullanmaya, dolaplardan çıkarmaya; saklıyoruz hep daha iyi günler için. Yok, kullanmak lazım. Daha iyi gün yok, iyisi o an. İleride kullanırım diye saklamak anlamsız. Çünkü sen göçüp gidiyorsun ya, kullanmaya kıyamadığın eşyalarla dolu bir ev kalıyor geride. Sensiz  anlamı olmayan bir ev. Geride kalan insanlar da o eşyaları ne yapacaklarını bilemiyorlar. Atmaya kıyamıyorlar, ihtiyacı olana veriyorlar, bazılarını saklamak istiyorlar ama nereye kadar... Bizden geriye kalanların kıymetini/anlamını kimse bizim gibi bilemeyeceğinden, kullanalım gitsin. Hikmet teyzenin evini boşaltıyoruz. Bir sürü eşya. Ben sadece fotoğraf albümleriyle ilgileniyorum. Hiç görmediğim fotoğraflar. Bambaşka bir Hikmet Teyze. Bilmediğim, tanımadığım. Ne de güzel gülümsemiş bazılarında, çoğunda da en yakın arkadaşı, ilkokuldan ölüme dek ayrılmadıkları Mükerrem Teyze var. Yıllardır hiç kopmadılar. Hastayken birbirlerine baktılar, kardeşten yakındılar. 


Babam gideli 3 yıl oldu. Hala İzmir'deki eve girince, onu balkonda gazete ya da kitap okurken bulacakmışım gibi geliyor. Fotoğraflarına bakıyorum. Hayat bir şekilde geçiyor. Ama genel olarak tadı yok sanki. Kızımın yüzüne bakınca hissettiklerim dışında, kendimde bir şeyler yapmak için motivasyon bulamıyorum. Herkeste genel bir memnuniyetsizlik, bıkkınlık, dünyaya geldiğine pişmanlık... 

Eve koşarak gitme sebebi kızım. Bugün Kız Çocukları Günü'ymüş, bilmiyordum. Dilerim o bizden daha aydınlık, güzel günler görür. Barışı görsün en azından. Kendi tercihlerine göre özgürce yaşayabilsin. Dilediği eğitimi alabilsin, istediği işi yapabilsin ayrımcılık nedir bilmeden. Kendi kararlarını verebilsin, kimseye boyun eğmeden. 

Sabahları onu arkamda bırakarak işe gitmek öyle zor geliyor ki. Bugün 'paaaka' diye tutturup kucağıma atlarken, bi bakacağım koca kız olmuş, "Höf anne yaaaağ" diyor. Parkta üflenen köpüklerin peşinden koşarken bi bakacağız büyümüş de "Ben yurtdışına gitmek istiyorum" diyor. Olsun, hayat kıymetli. Fotoğraflar da. Benden geriye bir tek onlar kalsın isterdim. Mümkünse gıdısız çıktıklarım.