"Ay yaz geliyor, saçımı nasıl kestirsem?" diyenlere gelsin bu fotoğraf da. Ben sağ üst köşedekini beğendim, Ayşe Arman klasik modeline benziyor. Uu, havalı.
ordan burdan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ordan burdan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Mayıs 2012 Salı
Ne ki bu?
Şu hayvancağızı gördüm sabah sabah internette. Ne olduğu, hangi ülkenin cangılında yaşadığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Gerçek değil de photoshop ile olabilir. Ama pek sevimli.
Sanki boz ayı ile koala münasebetinden mürekkepmiş gibi geldi bana bir an, belki işin içine panda da karışmıştır. Bilemedim. Bilen varsa lütfen söylesin, ailecek meraktayız.
Sanki boz ayı ile koala münasebetinden mürekkepmiş gibi geldi bana bir an, belki işin içine panda da karışmıştır. Bilemedim. Bilen varsa lütfen söylesin, ailecek meraktayız.
18 Ekim 2011 Salı
Bir tost nelere kadir
Neyse ki, öğle yemeği yerine biraz önce hüplettiğim sucuklu kaşarlı tost, sinirimi az biraz azalttı. Bir de bey, acil durum müdahalesi yapıp aradı. Sesini duymak iyi geldi. Oyh, ya sabır yareppim.
Yeni evli muhabbetinde, yetişilmesi zor mevzulardan biri de fotoğraf meselesi. Her arayan “E noldu fotoğraflar?” diyor. E duruyorlar. Fotoğrafçının hazırlayacağı albümler hoşumuza gitmedi. Nasılsa tüm fotoğraflar bizde, kendi istediğimiz gibi bir şey hazırlayıp bayramdaki aile ziyaretlerinde teslim edeceğiz. Dicıtıl değil, selülozlu filan. Elde tutulur cinsinden. Bir yıldönümü dergisi, bir de yıldönümü kitabından sonra albüm yapmak nedir ki? Aile için öneminin ve değerinin farkındayız elbet, lakin fırsat olmadı.
Acıktım yine. Evde yemek yapmak keyifli bir şey. Yakında istediğimiz yemek masasını alınca, iki kişilik keyfimize dostlarımızı da dahil edeceğiz. Eksikler tamamlanıyor yavaştan. Donduran havanın güzelliği, evi düzenlemek için daha fazla fırsat yaratması. Yeni koltukla, herkesin yatacak/yayacak bir koltuğu oldu :) Oğlanlar da bizi ve koltukları paylaşıyor, yayıp duruyorlar.
O halde Pyro gelsin, şu an onu dinliyorum; paylaşayım naçizane…
4 Ekim 2011 Salı
Mazi hortlağı bünye
Cem Yılmaz doğru söylemiş. İlkokul arkadaşlarını 25-30 sene sonra bulmak hakkaten saçma. "Naptın?" "Okumayı söktüm, sen?" Ben facebook'tan bile sildim, yıllar geçmiş tek laf etmemişiz; görüşmüyoruz koklaşmıyoruz. İhtiyaç da duymuyorum ne yalan söyleyeyim...
Bu konuya nereden geldim? Gelesim yoktu aslında. Şöyle oldu. Bugün ofisteki en civcivli anlardan birinde cep telefonum çaldı, ekranda tanımadığım bir numara. Açtım, ismimi söyledi karşıdaki. E doğru. Soyadımı da ekledi, o da doğru. E ama ben tanımadım? Bilmiş bilmiş "Nasıl tanımazsın, bende numaran kayıtlı ama" filan. Manasız bir ısrar. Böyle azarlar tonda.
Sinirim yavaş yavaş kulaklarımdan beynime doğru çıkmaya başlamıştı ki, anadolu lisesinden biri çıktı! Oha! Neredeyse 20 yıl olmuş! Hayır, lisede de o kadar sevişmezdik. Bankacı olmuş, 4 sene önce evlenmiş, kocası mali müşavirmiş filan. Of, çok sıkıcıydı. Ama kapatamıyorum da. "Sen naptın, evlendin mi, kocan ne iş yapıyor, niye aramıyorsun hayırsız?" bilmem ne... N'apıcan la? Sanırsın daha dün görüşmüşüz, ben arayacakken caymışım, haber beklemiş halleri. Oyh, darlandım. Bütün gün pencerede çekirdek çitleyip, oradan sokaktaki insanı çenesiyle esir alan meraklı teyzeler gibi. Kaçamıyorsun, "Üf sus be" diyemiyorsun.
Ama nasıl olduysa 10-12 dakika sürdü, hatta benim görüştüğümü öğrendiği, onunla aynı şehirde yaşayan ama onunla en görüşmek istemeyen kişinin tel numarasını sordu ısrarla. "Aa, mutlaka ziyaret etmek isterim" diye de ekledi. İşte o an kaçma vaktinin geldiğini anladım. Gaç gaç... Ee, toplantım var deyip dar sıvıştım! Yalan tabii. Lakin utanmıyorum da yani. Anlar insan biraz halden. Yoksa utanmalı mıyım? Amaaan neyse.
22 Eylül 2010 Çarşamba
Lö işgüzar dö egosantrik
İşgüzarlık… Pek sevdiğim bu kelimenin kanlı canlı örnekleriyle iş hayatında sıkça karşılaşıyorum. Ego kelimesinin hemen peşinden geliyor ofis sözlüğünde. Egosantrik. İşgüzar.
Herkes işi bir yerinden parmaklamak, “Ben de dokundum, ah bak ben de elledim” demek istiyor. Kutlama varsa tebrikleri herkesten önce kabul etmek için yanındakileri ittiriyor. Ama herhangi bir hata çıktığında bu hevesli bünyelerin hiçbirini göremiyorsunuz bittabi ortalıkta. Toz!
İnsanlardan, onlara yetki ve sorumluluk vermeden, inisiyatif kullandırmadan hatalarını kabullenmelerini beklemek, en hafif şekliyle saflık. Herkes elini taşın altına soksun madem, başarı kadar hatayı da kabullenmek şartıyla… Ama bir iş bu kadar mıncıklanmaz ki, bitmez ki böyle herkes bir şey derse!
Ha, bir de her şeyi bağırarak, ortalığa gösteriş yaparak ilan edenler, en yüksek perdeden buyuranlar, normal konuşurkenki sesi bile kulaklığı delenler var ki, ses tellerini bağırsaklarına düğümlemek en büyük dileğim!
İnsanlardan, onlara yetki ve sorumluluk vermeden, inisiyatif kullandırmadan hatalarını kabullenmelerini beklemek, en hafif şekliyle saflık. Herkes elini taşın altına soksun madem, başarı kadar hatayı da kabullenmek şartıyla… Ama bir iş bu kadar mıncıklanmaz ki, bitmez ki böyle herkes bir şey derse!
Ha, bir de her şeyi bağırarak, ortalığa gösteriş yaparak ilan edenler, en yüksek perdeden buyuranlar, normal konuşurkenki sesi bile kulaklığı delenler var ki, ses tellerini bağırsaklarına düğümlemek en büyük dileğim!
Ne demişler, bir cinnet her şeyi çözer! Akabinde dellenip dalacağım topunuza, o olacak.
14 Eylül 2010 Salı
Bono'lama
* Bu arada aklıma geldi, Bonobo diye bir müzisyen var; severim.
Yok, maymun türünden bahsetmiyorum. http://www.myspace.com/sibonobo
-o-
Yıldırım Türker'den Bono iğnelemesi:
Çağımızın Bono'su
"Rock, başkaldırıdır. İsyandır. Uzlaşmalar dünyasının dışına taşandır. Kül yutmayandır. Sorgulayandır.
Sahnede durmadan “devrim” diye haykıran bir adam geldi geçti. Dünyanın bir numarası. Herkesin gözbebeği. Rock dünyasının kralı. Bono.
Koskoca bir paket. Zorla dar deri giysilere sıkıştırılmış besili gövdesi, envai çeşit gözlüğüyle bir asri zaman peygamberi. Tuhaf mı tuhaf bir yaratık. Bütün performansı da kendi gibi travesti. Bunca yolu nasıl katetmiş olduğu üstüne yazmak içimden gelmiyor. Nasılsa dünyanın şu son 20 yılını birlikte yaşadık. Mutantlar çağını.
Bono, onların en muteberlerinden.
Hazret, müthiş şarkıları, unutulmaz müziğine rağmen benim için çoktan ölmüştü. Hatta hayranlıktan nefesini daraltan can dostu Tony Blair’i, görevinin son günü yalnız bırakmayıp onun ne bulunmaz İngiliz kumaşı olduğunu dünyaya ilan etmesinden çok önce.
E, Blair de yeni çıkan otobiyografisinde Bono’yu Britanya’nın başbakanlığına ne kadar yakıştırdığını ballandırıyor. Kanımca anahtar cümlesi de Bono’yu W. Bush’la tanıştırışını anlatırken kullandığı. Tarihin en düşkün siyasilerinden Blair, Bono’nun Bush’la anlaşacağını düşünüyor ve şöyle diyor: “O, kendi alanındakilerin çoğunda görülen fazilet müsveddesi aşağılayıcı bir tavırla yaklaşmazdı nasılsa...”
Doğru bir tahmin elbette. Nitekim yoldaşı Blair’i de yanıltmamış.
Bono, uzunca bir süredir, devletler üstü bir vicdan mercii, bir kıymetli insanlık hazinesi olarak o saraydan bu saraya mekik dokuyor.
Gün geçmiyor ki şu dünyanın vahşi muktedirlerinin birinin kolunda bir resmi çıkmasın. Daha geçenlerde sözgelimi, Medvedev Bono’yu üstünde bir kot bir gömlekle karşılamış. Ama gelin görün ki Bono’nun üstünde suratsız bir ceket. Tutturamamışlar cilvenin öpüşünü.
O, Blair’i üzen rockçular gibi Bush’u ve benzerlerini küçük görmüyor. Onlara faziletlilik taslamıyor.
Memleketimize de gelir gelmez yanında hükümetin en batılı girişkenleriyle Boğaz köprüsü üstünde kıtaları teftiş ediyordu. Sonra Başbakanımızla uzun uzun görüştü.
O, artık bizle, dinleyicisiyle konuşmuyor zaten. Kendi kıratında adamlardan alıyor bilgileri. Öyle olmasa yiğidim aslanım Zülfü’yü yattığı yerden kaldırıp karşımıza diker miydi?
Ama bu kadar araştırma yetiyor Bono’ya. Fehmi Tosun’un adını andıkça Erdal Eren’in, Ahmet Kaya’nın, Ape Musa’nın adını anarken Başbakanın bende yarattığı hissin aynısı.
Bono, bütün serüvenini bundan yıllar önce halklar ile iktidarlar arasında arabuluculuğa adadı. Bir rock yıldızı olarak saraylarda görünüp ruhumuza su serpmeye çalıştı. Oysa Beatles zamanında, üstelik kendi ülkesinin sarayında nasıl “joint” içtiğini anlatmıştı. Hem de kraliçenin elinin ısısı elinde daha soğumadan.
Ama işte Bono, çağımızın rock yıldızı.
Bize, muktedirlerin aslında kötü adamlar olmadığını anlatmaya çalışıyor nicedir. Onlarla uygun bir dil kurulabileceğine, insanlığın bundan yarar göreceğine inandırmaya çalışıyor dünyayı.
Rock, başkaldırıdır. İsyandır. Uzlaşmalar dünyasının dışına taşandır. Kül yutmayandır. Sorgulayandır.
Bono, şu dünyanın yoksulları için topladığı üç kuruş para karşılığında yıllardır gözümüzün önünde devrimin, başkaldırının ruhu üstünde tepinerek dans ediyor.
Rock ruhunu katletmeye çalışıyor.
‘Sunday, Bloody Sunday’in şarkıcısı, nicedir midemi bulandırıyor."
Yok, maymun türünden bahsetmiyorum. http://www.myspace.com/sibonobo
-o-
Yıldırım Türker'den Bono iğnelemesi:
Çağımızın Bono'su
"Rock, başkaldırıdır. İsyandır. Uzlaşmalar dünyasının dışına taşandır. Kül yutmayandır. Sorgulayandır.
Sahnede durmadan “devrim” diye haykıran bir adam geldi geçti. Dünyanın bir numarası. Herkesin gözbebeği. Rock dünyasının kralı. Bono.
Koskoca bir paket. Zorla dar deri giysilere sıkıştırılmış besili gövdesi, envai çeşit gözlüğüyle bir asri zaman peygamberi. Tuhaf mı tuhaf bir yaratık. Bütün performansı da kendi gibi travesti. Bunca yolu nasıl katetmiş olduğu üstüne yazmak içimden gelmiyor. Nasılsa dünyanın şu son 20 yılını birlikte yaşadık. Mutantlar çağını.
Bono, onların en muteberlerinden.
Hazret, müthiş şarkıları, unutulmaz müziğine rağmen benim için çoktan ölmüştü. Hatta hayranlıktan nefesini daraltan can dostu Tony Blair’i, görevinin son günü yalnız bırakmayıp onun ne bulunmaz İngiliz kumaşı olduğunu dünyaya ilan etmesinden çok önce.
E, Blair de yeni çıkan otobiyografisinde Bono’yu Britanya’nın başbakanlığına ne kadar yakıştırdığını ballandırıyor. Kanımca anahtar cümlesi de Bono’yu W. Bush’la tanıştırışını anlatırken kullandığı. Tarihin en düşkün siyasilerinden Blair, Bono’nun Bush’la anlaşacağını düşünüyor ve şöyle diyor: “O, kendi alanındakilerin çoğunda görülen fazilet müsveddesi aşağılayıcı bir tavırla yaklaşmazdı nasılsa...”
Doğru bir tahmin elbette. Nitekim yoldaşı Blair’i de yanıltmamış.
Bono, uzunca bir süredir, devletler üstü bir vicdan mercii, bir kıymetli insanlık hazinesi olarak o saraydan bu saraya mekik dokuyor.
Gün geçmiyor ki şu dünyanın vahşi muktedirlerinin birinin kolunda bir resmi çıkmasın. Daha geçenlerde sözgelimi, Medvedev Bono’yu üstünde bir kot bir gömlekle karşılamış. Ama gelin görün ki Bono’nun üstünde suratsız bir ceket. Tutturamamışlar cilvenin öpüşünü.
O, Blair’i üzen rockçular gibi Bush’u ve benzerlerini küçük görmüyor. Onlara faziletlilik taslamıyor.
Memleketimize de gelir gelmez yanında hükümetin en batılı girişkenleriyle Boğaz köprüsü üstünde kıtaları teftiş ediyordu. Sonra Başbakanımızla uzun uzun görüştü.
O, artık bizle, dinleyicisiyle konuşmuyor zaten. Kendi kıratında adamlardan alıyor bilgileri. Öyle olmasa yiğidim aslanım Zülfü’yü yattığı yerden kaldırıp karşımıza diker miydi?
Ama bu kadar araştırma yetiyor Bono’ya. Fehmi Tosun’un adını andıkça Erdal Eren’in, Ahmet Kaya’nın, Ape Musa’nın adını anarken Başbakanın bende yarattığı hissin aynısı.
Bono, bütün serüvenini bundan yıllar önce halklar ile iktidarlar arasında arabuluculuğa adadı. Bir rock yıldızı olarak saraylarda görünüp ruhumuza su serpmeye çalıştı. Oysa Beatles zamanında, üstelik kendi ülkesinin sarayında nasıl “joint” içtiğini anlatmıştı. Hem de kraliçenin elinin ısısı elinde daha soğumadan.
Ama işte Bono, çağımızın rock yıldızı.
Bize, muktedirlerin aslında kötü adamlar olmadığını anlatmaya çalışıyor nicedir. Onlarla uygun bir dil kurulabileceğine, insanlığın bundan yarar göreceğine inandırmaya çalışıyor dünyayı.
Rock, başkaldırıdır. İsyandır. Uzlaşmalar dünyasının dışına taşandır. Kül yutmayandır. Sorgulayandır.
Bono, şu dünyanın yoksulları için topladığı üç kuruş para karşılığında yıllardır gözümüzün önünde devrimin, başkaldırının ruhu üstünde tepinerek dans ediyor.
Rock ruhunu katletmeye çalışıyor.
‘Sunday, Bloody Sunday’in şarkıcısı, nicedir midemi bulandırıyor."
13 Eylül 2010 Pazartesi
Lö gourmet, dö gourmand
Gündem, referandum ve basketboldaki dünya ikinciliğimiz biliyorum, ama derdim gırtlak :) Yok aslında değil, ama zaten her yerde bu mevzular fazlasıyla kurcuklanıyor, sıkıldım.
Gerçi tüm maçlarımızı kaçırmadan izledim, Sırbistan maçında kalbim duruyordu, Amerika maçının 3. çeyreğinde takımla birlikte ben de maçtan koptum; bence üçlüklerimiz isabetsiz, serbest atışlarımız fenaydı ve daha çok ribaunt almalıydık ama dünya ikinciliği de kötü değil şimdi, allasen, nankörlüğün lüzumu yok... Finale yükselmiş bir takımdan bahsediyoruz ama çocuklardan ricam şu ki; daha az top çevirin lütfen, 24 saniye kaç kez doldu öyle!
Referanduma gelince, sabahın köründe oyumu kullandım, amiyane tabirle görevimi yaptım, ama içim rahat mı değil; Türkiye genelinde sonuca şaşırmadım ama yine söylüyorum: Aslanım İzmir, kaplanım Ege!
Ehm, evet... Gündemi de parmakladıktan sonra konumuza dönebiliriz.
Efenim, yemek konusunda çok iddialı sayılmam. Yemesini gayet severim, çok süper aşçı olmasam da pişirmesini de... Ama damak tadı konusunda bir Vedat Milor ya da Artun Ünsal kategorisinde sayılmam. Ki şahsen ikincisini daha çok severim. "Süt Uyuyunca" kitabı, benim gibi bir peynir delisi için başucu kitabı sayılabilir. E zeytinyağı ve yoğurt delisi olan bana uygun başka kitapları da var kendisinin. Burada bir parantez açalım.
Artun Ünsal'ın yemekle ilgili diğer kitapları için:
Nimet Geldi Ekine: Türkiye Ekmeklerinin Öyküsü
Silivrim Kaymak: Türkiye'nin Yoğurtları
Süt Uyuyunca: Türkiye Peynirleri
Benim Lokantalarım: İstanbul'dan Anadolu'ya Göz ve Damak Anıları
Ölmez Ağacın Peşinde: Türkiye'de Zeytin ve Zeytinyağı
Nerede kalmıştık? Hah, şimdi burada, uzun uzun gurme nedir, gurman kimdir; ona giremeyeceğim; zira üşendim. Merak eden araştırıp bulsun. Ama Prag'da Gourmand diye bir şarküteri var; oturup bir şeyler de yenebilen. Çorbaları da, tatlıları da nefis. Etimolojik açıdan olmasa da, böyle bir kıyağım olsun.
Ama tüm bunlar yemek programlarını severek izlememi engellemiyor. Özellikle İtalyan mutfağının hastası olduğumdan, National Geographic'te rastladıkça kilitlenip izlediğim, izlerken de salyalarımı avcuma dolduran birinden söz edesim var: David Rocco.
Kendisi bir İtalyan ve Toskana civarından bildirip nefis ekmekler, süper pizzalar, şahane soslar ve peynir tabakları hazırlıyor; benim gibi zeytinyağına ve peynire tapıyor... Akabinde de tüm pişirdiklerini zeytinyağı ve şarap eşliğinde afiyetle yiyor. Bir de kendisi diyor ki: "I'm not a chef, i'm Italian." Eli çabuk, sohbeti hoş, kendisi sevimli, Nina adında şeker bir karısı ve şirin bebekleri var. Programın yapımcısı da ikisi. Manzara (Toskana ve civarı) zaten muhteşem. En son gördüğümde biber reçeli yapıyordu, hayatta yemem ama akşama yapacakmışım gibi kaçırmadan izledim. Sitesi de bu.
Meraklısı için bu yemek blogu işi hakkaten eğlenceli. Millet gezip tadıyor, pişirip kotarıp bir de yazıyor. Gerçi çoğu mevzuyu profesyonelliğe dökmüş durumda.
Bunlardan üçünü not etmişim, isteyen kurcalayabilir:
http://stickyrice.typepad.com/
http://www.chezpim.com/blogs/
http://www.davidlebovitz.com/
Aylak der ki: Yemeksiz kalmayın, blogsuz tatmayın. Hadi bakim...
Gerçi tüm maçlarımızı kaçırmadan izledim, Sırbistan maçında kalbim duruyordu, Amerika maçının 3. çeyreğinde takımla birlikte ben de maçtan koptum; bence üçlüklerimiz isabetsiz, serbest atışlarımız fenaydı ve daha çok ribaunt almalıydık ama dünya ikinciliği de kötü değil şimdi, allasen, nankörlüğün lüzumu yok... Finale yükselmiş bir takımdan bahsediyoruz ama çocuklardan ricam şu ki; daha az top çevirin lütfen, 24 saniye kaç kez doldu öyle!
Referanduma gelince, sabahın köründe oyumu kullandım, amiyane tabirle görevimi yaptım, ama içim rahat mı değil; Türkiye genelinde sonuca şaşırmadım ama yine söylüyorum: Aslanım İzmir, kaplanım Ege!
Ehm, evet... Gündemi de parmakladıktan sonra konumuza dönebiliriz.
Efenim, yemek konusunda çok iddialı sayılmam. Yemesini gayet severim, çok süper aşçı olmasam da pişirmesini de... Ama damak tadı konusunda bir Vedat Milor ya da Artun Ünsal kategorisinde sayılmam. Ki şahsen ikincisini daha çok severim. "Süt Uyuyunca" kitabı, benim gibi bir peynir delisi için başucu kitabı sayılabilir. E zeytinyağı ve yoğurt delisi olan bana uygun başka kitapları da var kendisinin. Burada bir parantez açalım.
Artun Ünsal'ın yemekle ilgili diğer kitapları için:
Nimet Geldi Ekine: Türkiye Ekmeklerinin Öyküsü
Silivrim Kaymak: Türkiye'nin Yoğurtları
Süt Uyuyunca: Türkiye Peynirleri
Benim Lokantalarım: İstanbul'dan Anadolu'ya Göz ve Damak Anıları
Ölmez Ağacın Peşinde: Türkiye'de Zeytin ve Zeytinyağı
Nerede kalmıştık? Hah, şimdi burada, uzun uzun gurme nedir, gurman kimdir; ona giremeyeceğim; zira üşendim. Merak eden araştırıp bulsun. Ama Prag'da Gourmand diye bir şarküteri var; oturup bir şeyler de yenebilen. Çorbaları da, tatlıları da nefis. Etimolojik açıdan olmasa da, böyle bir kıyağım olsun.
Ama tüm bunlar yemek programlarını severek izlememi engellemiyor. Özellikle İtalyan mutfağının hastası olduğumdan, National Geographic'te rastladıkça kilitlenip izlediğim, izlerken de salyalarımı avcuma dolduran birinden söz edesim var: David Rocco.
Kendisi bir İtalyan ve Toskana civarından bildirip nefis ekmekler, süper pizzalar, şahane soslar ve peynir tabakları hazırlıyor; benim gibi zeytinyağına ve peynire tapıyor... Akabinde de tüm pişirdiklerini zeytinyağı ve şarap eşliğinde afiyetle yiyor. Bir de kendisi diyor ki: "I'm not a chef, i'm Italian." Eli çabuk, sohbeti hoş, kendisi sevimli, Nina adında şeker bir karısı ve şirin bebekleri var. Programın yapımcısı da ikisi. Manzara (Toskana ve civarı) zaten muhteşem. En son gördüğümde biber reçeli yapıyordu, hayatta yemem ama akşama yapacakmışım gibi kaçırmadan izledim. Sitesi de bu.
Meraklısı için bu yemek blogu işi hakkaten eğlenceli. Millet gezip tadıyor, pişirip kotarıp bir de yazıyor. Gerçi çoğu mevzuyu profesyonelliğe dökmüş durumda.
Bunlardan üçünü not etmişim, isteyen kurcalayabilir:
http://stickyrice.typepad.com/
http://www.chezpim.com/blogs/
http://www.davidlebovitz.com/
Aylak der ki: Yemeksiz kalmayın, blogsuz tatmayın. Hadi bakim...
6 Eylül 2010 Pazartesi
Online stalker
Karşılıksız Aşk- Kovalamak ve Kovalanmak Üzerine (Gregory Dart)
(ARKA KAPAKTAN)
"Şehirde bekarlık nasıl bir şeydir? Şehir bize nasıl aşklar vaat eder? Birbirimize gösterdiğimiz ilgi hangi noktadan sonra rahatsız edici olmaya başlar? 'Normal' aşk ile 'patolojik' fanteziler arasındaki çizgiyi nasıl çekmeli? Günümüz tacizcileri neden internet, cep telefonu gibi araçlara bu kadar meraklılar?
Londralı bekar romantik edebiyat okutmanı yazarımızın başından garip bir aşk hikayesi geçer. Bir konferansta tanıştığı edebiyat öğrencisine biraz ilgi gösterir ve e-mail adresini verir; daha sonra kızın, dozajı giderek artan ilgisine, cep mesajı ve e-mail yağmuruna, gittikçe saplantı haline dönüşen aşkına maruz kalır. Kız avını sinsice takip eden tacizkar bir aşığa, erkekse bir kurbana dönüşür. Zamanla tacizci, kurbanını bir işbirlikçiye, yeni yeni saplantıları, hatta paranoyaları olan birine dönüştürür. Karşılıksız aşk ile tacizkar aşk arasında belli belirsiz bir sınır vardır, birinden ötekine her an geçilebilir. O halde aşkta 'mesafe' kavramı çok önemlidir.
Yazarımız, Dante ile Beatrice'in aşkından hareketle bu kavramı inceliyor ve bir aşığın en ateşli özlemlerin ortasında kıvranırken bile aşkının farklılığını ve gizemini nasıl anlamlandıracağına dair yorumlarda bulunuyor. Daha sonra bizi Stendhal'den Zweig'a, Goethe'den Poe'ya, Shakespeare'den romantik şairlere uzanan bir edebiyat gezisine çıkarıyor.
Kaderin bir cilvesi işte, yazarımız bu garip maceradan bir süre sonra kendini rollerin tamamen değiştiği bir aşk hikayesinin sarışın dilbere karşı gittikçe saplantıya dönüşecek bir aşka kapılır. Şimdi avın peşinde sinsice dolaşma sırası ona gelmiştir. Bu olay, zamane şehirlerindeki bütün bekarların başına gelebilir pekala. Bir gün siz de kendinizi bir tacizci ya da kurban olarak bulabilirsiniz. Önemli olan yaşadığınız şeyle yüzleşmek, onu anlamlandırabilmektir. 'Karşılıksız Aşk' bunun çarpıcı bir örneği."
***
(KİTAPTAN)
"Siberalanın, kendileri ile yazıştıkları kimseler arasında bir tür tampon bölge yarattığını sanan çoğu insan, internette kendileri hakkında gereğinden fazla bilgi veriyor ve sonra da arada olduğu varsayılan fiziki mesafenin rahatsız edici, tacizkar davranışlara karşı bir garanti oluşturmadığını anlıyor; üstelik bu taciz türü bir kez adres veya telefon numarası elde edildikçe müthiş bir süratle uygulamaya konulabiliyor.
Kitaplara göre, tacizcilerin hepsi aynı şeyin peşinde değil. Kimisi aşk peşinde, kimisi intikam. Bazıları yalnızca herhangi bir tür ilişki istiyor umutsuzca. Bazı hallerde, bir başkasının yaşantısının bir parçası olmak arzusu başlı başına bir amaçtır, diğerlerinde birisinin hayatına girmek sadece bir araçtır; asıl amaç, birisine sarmaşık gibi sarılma ile vahşi bir saldırı arasında herhangi bir şey olabilir."
(ARKA KAPAKTAN)
"Şehirde bekarlık nasıl bir şeydir? Şehir bize nasıl aşklar vaat eder? Birbirimize gösterdiğimiz ilgi hangi noktadan sonra rahatsız edici olmaya başlar? 'Normal' aşk ile 'patolojik' fanteziler arasındaki çizgiyi nasıl çekmeli? Günümüz tacizcileri neden internet, cep telefonu gibi araçlara bu kadar meraklılar?
Londralı bekar romantik edebiyat okutmanı yazarımızın başından garip bir aşk hikayesi geçer. Bir konferansta tanıştığı edebiyat öğrencisine biraz ilgi gösterir ve e-mail adresini verir; daha sonra kızın, dozajı giderek artan ilgisine, cep mesajı ve e-mail yağmuruna, gittikçe saplantı haline dönüşen aşkına maruz kalır. Kız avını sinsice takip eden tacizkar bir aşığa, erkekse bir kurbana dönüşür. Zamanla tacizci, kurbanını bir işbirlikçiye, yeni yeni saplantıları, hatta paranoyaları olan birine dönüştürür. Karşılıksız aşk ile tacizkar aşk arasında belli belirsiz bir sınır vardır, birinden ötekine her an geçilebilir. O halde aşkta 'mesafe' kavramı çok önemlidir.
Yazarımız, Dante ile Beatrice'in aşkından hareketle bu kavramı inceliyor ve bir aşığın en ateşli özlemlerin ortasında kıvranırken bile aşkının farklılığını ve gizemini nasıl anlamlandıracağına dair yorumlarda bulunuyor. Daha sonra bizi Stendhal'den Zweig'a, Goethe'den Poe'ya, Shakespeare'den romantik şairlere uzanan bir edebiyat gezisine çıkarıyor.
Kaderin bir cilvesi işte, yazarımız bu garip maceradan bir süre sonra kendini rollerin tamamen değiştiği bir aşk hikayesinin sarışın dilbere karşı gittikçe saplantıya dönüşecek bir aşka kapılır. Şimdi avın peşinde sinsice dolaşma sırası ona gelmiştir. Bu olay, zamane şehirlerindeki bütün bekarların başına gelebilir pekala. Bir gün siz de kendinizi bir tacizci ya da kurban olarak bulabilirsiniz. Önemli olan yaşadığınız şeyle yüzleşmek, onu anlamlandırabilmektir. 'Karşılıksız Aşk' bunun çarpıcı bir örneği."
***
(KİTAPTAN)
"Siberalanın, kendileri ile yazıştıkları kimseler arasında bir tür tampon bölge yarattığını sanan çoğu insan, internette kendileri hakkında gereğinden fazla bilgi veriyor ve sonra da arada olduğu varsayılan fiziki mesafenin rahatsız edici, tacizkar davranışlara karşı bir garanti oluşturmadığını anlıyor; üstelik bu taciz türü bir kez adres veya telefon numarası elde edildikçe müthiş bir süratle uygulamaya konulabiliyor.
Kitaplara göre, tacizcilerin hepsi aynı şeyin peşinde değil. Kimisi aşk peşinde, kimisi intikam. Bazıları yalnızca herhangi bir tür ilişki istiyor umutsuzca. Bazı hallerde, bir başkasının yaşantısının bir parçası olmak arzusu başlı başına bir amaçtır, diğerlerinde birisinin hayatına girmek sadece bir araçtır; asıl amaç, birisine sarmaşık gibi sarılma ile vahşi bir saldırı arasında herhangi bir şey olabilir."
2 Mayıs 2010 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)