insanoğlu tuhaf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
insanoğlu tuhaf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Temmuz 2018 Çarşamba

İç şişmesi

Artık haberleri izleyemiyorum. Kızım izlemesin/duymasın diye uğraşıyorum. Haftalarca aranan, aranıp da bir türlü bulunamayan o çocukların canlı kalabileceğini düşünmüyordum ama, içimde ufacık da olsa bir umut vardı. Belki insafa gelip de bırakırlar diye. Bırakmadılar. Sağ komadılar el kadar bebeleri. Günlerdir o kadar çok şey okudum ki o çocuklarla ilgili... İçim çürüdü. Fotoğraflarına bakamıyorum.

"İdam gelsin!" naraları atılıyor, evet insan öfkeleniyor, kendi çocuğunu da düşününce hele, çıldıracak gibi oluyor ama çare idam değil. Bu haberlerin özellikle gözümüze sokulduğunu, idamı getirmek için ön hazırlık olduğunu düşünüyorum ben de. Bu kuzular ne yazık ki daha önce de kaçırılıp öldürülüyordu, bu kadar haberimiz olmuyordu sadece. Yavaş yavaş bizi bu idam fikrine alıştıracaklar. Acıyı, öfkeyi, lince hazır kitleyi kullanarak razı edecekler. Sonra gelsin gazeteciler, gitsin muhalifler...

Yoksa çocuk cinayetlerini önlemeyi 'gerçekten' düşünen; o vakıflarda, kurslarda olanlara göz yummaz, "Bir kereden bir şey olmaz.", "Çocuğun ve ailesinin rızası var." demez, diyemez. Vicdanı olsa, verilen önergeler oylanırken reddetmek için kaldırmaz o vicdanına koymadığı elini. Hadım da çare değil. Adamın cinsel hayatı bitmiş bitmemiş, kime ne! Şeriat ülkesi değil burası, orasını burasını kesmekle olacak iş değil. Tecavüz edenin çükünü, hırsızlık yapanın elini kesseydik ülkenin yarısı çolak kalırdı.


Selçuk Demirel
Şiddet gören çocukların şiddet gösteren yetişkinlere dönüşmesini önlemeli önce. Şiddet şiddeti doğuruyor. Ya da erkekliğe çok fazla anlam yükleyen, oğullarını öyle yetiştirenlerin kafasını değiştirmeli. Erkek evlat diye ağaca çıkan, oğlu olunca da deliren insanların kafasını. Nasıl olacaksa o artık... Her şey ailede başlayıp bitiyor. Sevgi görse, değerli olduğunu hissetse, böyle mi olur? Sanmıyorum olacağını... Sevgi derken abartı zırvalıklardan, pipisi var diye egosunu göğe erdirmelerden bahsetmiyorum.

Oğlunu sünnet ettirdi diye arabasının arkasına "Kızlar merak etmeyin hepsini kestirmedim. Şimdi attığım çığlıklar, ileride attıracaklarımın teminatıdır" gibi manyak yazılar yazdıran ana babaları eğitmekten başlamalı önce. Şaka sandım ama varmış böyle insanlar, alkışlıyorum kendilerini. Paşanızın, aslanınızın kestirdiğiniz o çok kıymetli uzvunun bir kısmını pilava, kalanını da buzluğa koyun. Arada çıkarıp bakar, gururlanırsınız. Erkek doğurmuşsunuz, boru mu? Değil! Y. Efe'yi de ilerde haberlerde, olmadı 3. sayfada görmezsiniz umarım. Çükü çeki olmadan da değerli olabilir evladınız, önce insan olsa mesela. Karşısındakine insan gibi davransa, pipisini beyninden/vicdanından öne çıkarmasa... O yeterince ilgi görmeyince, hayata küsüp saldırganlaşmasa... Kızların tek derdi senin pipin değil Y. Efe, emin olabilirsin bundan. Sakin ol. 





Hayvana tecavüz edenleri, pedofil olduğu belli olanları takip altına almalı. Maşallah internetten her şey takip edilebiliyor, herkesler ne yazmış görülebiliyor artık değil mi? Big badem is watching you! Hayvana şiddetin/tecavüzün, bunların başlangıcı/provası olduğunu düşününlerdenim ben. Savunmasız canlılara, yani hayvanlara ve çocuklara yapılanların birbiriyle bağlantısı var. "Yok açık giyindin, vay efendim kısa etek giyiyolla, içimiz gıcıklanıyo, salyamız pantula doluyo" meselesi değil bu. Eşek, köpek, kedi, damacana, bebek nasıl tahrik eder karşısındakini? Az bi insan olun! Az bi ağzınızdan çıkanı düşünüp saçmalamayın diyeceğim ama olmayınca işte, neyle düşüneceksin?

Bir yerden çare aramaya başlamalı. Ama önce bunu istemek lazım, isteyenleri seçmek/başa getirmek lazım. Artık komisyon mu kurarsınız, parklara/kreşlere/okullara sivil vatandaştan müfettiş mi koyarsınız... Yasa çıkması lazım, bu net! Yoksa öyle sosyal medyada profil karartmakla olacak iş değil. Evet, hepimiz yazıp ediyoruz ama sonrası "Ata'mın fotoğrafını beğenin de elalem çatlasın!" "Peygamberimizi seven bir milyon kişi bulabilirim." zincirleri gibi. Sonuç? Yok! Ama seviyoruz, o kesin! Somut bir şeyler yapmalı. Çünkü bu çocukların adı değişiyor, olan değişmiyor. El elde baş başta delirip küfrettiğimizle kalıyoruz. Bir süre sonra unutup gidiyoruz, çocuk mavi gözlüyse/güzelse biraz daha fazla üzülüyor çoğumuz (böyle de ikiyüzlüyüz) sonra hayata devam. Ateş düştüğü yeri yakıyor, anası babası nasıl dayanıyor bilmiyoruz.

Kızıma bedeninin bazı bölgelerine kimsenin dokunamayacağını anlatıyorum, dokunursa "Hayır!" diye bağırması gerektiğini söylüyorum, o minvalde kitaplar alıyorum, tanımadığı insanlarla bir yere gitmemesini öğütlüyorum. O istemiyorsa öpmüyorum, sarılmıyorum."Tamam, sen istemiyorsan öpmem" diyorum. Ben annesi olarak bunu yapıyorsam, sokaktaki tanımadığımız insanlar (teyzeler bile) niye öpüp sıkıştırsın, mıncırsın? Belki "Anneni tanıyorum ben, gel benimle gidelim yanına" diyenler için sadece ikimizin bildiği şifre de öğretirim ileride, bilmiyorum. Bunlarla ne kadar koruyabilirim onu da bilmiyorum. Okullarda bunlar anlatılmalı asıl. Paranoyak olacağız hepimiz sonunda. Minibüse otobüse de bindiremeyeceğiz, gölgesi olacağız çocukların. Bu mu normal? Çocuğu korkutmadan, kafasını karıştırmadan bunları anlatmak da kolay değil. Hepimize iş düşüyor.

25 Haziran 2014 Çarşamba

Çook paran olunca n'aparsın?

Şu altta göreceğiniz binayı babam göstermişti 3-4 yıl önce. Alaçatı yakınlarında, tepede bir yerdeydi yanlış hatırlamıyorsam. Manzarası güzel, önü açık, kartal yuvası gibi bir tepede. Babam böyle değişik şeyleri bulur, bulunca da bize göstermek isterdi. 

Adamın biri ev inşa ettirmiş (bana kalırsa zevksiz de bir ev, kalpli sütunlar filan pek çirkin), burada bir sorun yok. Zevk meselesi. Yapar yapar... Ama aynı adam bahçe duvarını da akvaryumdan yaptırmış. Ya da akvaryumu bahçe duvarı yapmış! (Gerçi bu da zevk meselesi ama kabul edelim ki, azıcık acayip)

İçinde kocaman kocaman balıklar yüzen, (öyle minicik süs balığı filan da değil, yılan balıkları filan var), belli noktalarına kameralar yerleştirilmiş upuzun bir akvaryum-duvar.  Evi tümüyle çevreliyor. Gelen geçen bakıyor, cık cık diye kafasını sallıyor. Adam ilgi çekmek istemiş ve başarmış, millet turist gibi ziyaret ediyor. Ha, banane ama benim de ilgimi çekmiş ki, buraya yazıyorum yani.

Akvaryum duvarı görünce her Türk gibi benim de aklıma "Millet bu balıkları çalmıyor mu, çalıp da yanında rakıyla mangala yatırmıyor mu?" sorusu geçti. Kuğulupark'taki kuğuları pişirip yemiş milletiz biz. Sonra da düşündüm, iyi ki çok param yok. Olunca insan böyle n'apacağını şaşırıyor demek ki. "O akvaryum nasıl temizleniyor, o hayvancıklar nasıl besleniyor?" gibi teyze sorularını da geçtim... Alaçatı-Çeşme taraflarına yolunuz düşer de burayı görürseniz, siz  sorarsınız belki sahibine: "Peki ama neden?!" 



Yoda ile Obi'yi bıraksam şu akvaryum duvarın önüne, günlerce ayrılmazlar önünden herhalde. Bir sürü gıda, üstelik de hareketli ama cam bir duvarın arkasında. Gör ama dokunama! 

Eski fotoğraflara bakıyordum, Obi'nin Yoda'ya şafkatle sarılışına, sonra firar karelerine pek güldüm. Dikkat ettim, hep kaçışı başlatan Obi. Yoda garibim, ya onu takip ediyor çaresiz ya da erketelik yapıyor. 


25 Mart 2013 Pazartesi

Artistlik meselesi

Hayvanların sirklerde, filmlerde oynatılması konusunda karışık hisler içerisindeyim. Filmlerde izlemekten kendimi alamasam da o numaraları, oyunları yapmaları için aç  bırakıldıkları ya da canlarının yakıldığı fikri canımı sıkıyor. 

Bu şekilde "eğlence" aracı olmaları hoş mu yani? Hayvanları hayvanlıktan çıkarıp ilginç olacağım diye süs eşyasına dönüştürmek filan... Fotoğraflar hoş ama durum kesinlikle komplike. Kürk konusunda çok netim ama, hiç dayanamıyorum.

Via

Sessiz film yıldızı Phyllis Gordon, 4 yaşındaki çitasıyla Londra'da

Nisan 1932, film yıldızı Tibby'nin bıyıkları düzeltilirken
 
Haziran 1936
 
Kangrusuna daktilo öğreten kadın, 1955

Şubat 1933

Kedi maması reklamının yıldızı Arthur, 1980

1933
Eylül 1933

14 Şubat 2013 Perşembe

Valentine?

Kırmızı güller, kırmızı balonlar, kırmızı kalpli yastıklar, kırmızı kalpli pastalar, kalp tutan peluş ayıcıklar vs aşkına! Öyh!

19 Haziran 2012 Salı

Yelpazeden nem kapmak

Toplu taşıma araçlarında başıma tuhaf şeyler gelir genelde. İstanbul'dakiler acayip acayip insanlarla doludur çünkü. Metrobüste kapının önünü duvar gibi örenlerle olan gerginlikler filan artık klasik. Yol vermiyor mu, resmen omuz atıp geçiyorum, zerrece de umursamıyorum...  

Bir de hakkaten ruh sağlığı bozuk kişilerin bu araçlara (metrobüs olur dolmuş olur) binmemesi gerektiğini düşündüren şeyler oluyor. Misal şöyle:

Dolmuşa bindim. Tek boş yerin yanında, arka ayaklarını boylu boyunca koridora uzatmış sevimsiz (olduğu her halinden belli) nalet bir kız oturuyor. Mecburen oturdum yanına. Tüm camlar kapalı, içerisi hamam. Çıkardım yelpazemi (He, Bülent Ersoy'um ben), hafifçe sallamaya başladım.

Nalet kız dürttü omzumu, kulaklığı çıkardım ve aramızda şöyle bir diyalog gerçekleşti:
Ben: Efendim?
Sevimsiz: Yavaş sallar mısınız şunu?!
B: Mesela ne kadar yavaş, istediğiniz özel bir hız var mı?

S: Homur homur (Yeminle hiç anlamadım bu kısmı)
B:  Yavaş sallayınca serinletmiyor bu, biliyor musunuz?

S: Homur homur...

Taktım kulaklığı, sallamaya devam ettim elimdekini. Sanırsın yelpazenin cereyanından ölecek! İneceğim durak yakın olsa yelpazeyi kapatıp ağzına ağzına vurur, kaçardım koşarak. Şu alttaki tam ağza vurmalıkmış misal.


Bu meyve tabağıymış gerçi, olsun.


11 Haziran 2012 Pazartesi

To Rome With Love

Woody Allen, hakkında fikir yürütürken kararsız kaldığım bir yönetmen. Bazı filmlerini seviyorum, bazılarına gıcık oluyorum. Ruh halime göre de değişiyor olabilir bu durum, bilemiyorum. En son "Midnight in Paris"ini izlemiştim, bana pek de kötü gelmemişti.

Şimdi de trailer'ını gördüğüm filmi hoşuma gitti gibi, onu da izlemek istediğimi fark ettim. Barselona, Paris, Roma derken; filmi beğenmesem bile en kötü ihtimalle gezmek istediğim yerlerin güzel sokaklarını görmüş olurum diye düşünüyorum. Sinematografik değil, bir nevi turistik kaygı da diyebiliriz buna.

Yoksa hakkaten çok konuşan, huysuz ve takıntılı bir yaşlı adama benziyor. Sadece yönetse de, Hitchcock gibi filmlerinde görünme hastalığından vazgeçse? Hadi o şöyle bir görünüyordu, bu bariz rol kesme derdinde.


20 Şubat 2012 Pazartesi

Shafak Translate

Elif Şafak'la ilgili duygularım da karışık. Yani bir türlü sevemedim bu zorlama, "Ah ben, ah yaratım sancılarım" hallerini, kendini yüceltmeleri... Evet, yazmak ve yazdıklarını bastırmak iddialı bir meydan okuma, bir şişkin ego hali ama fazlası da hoş değil. Doğum mu yaptın, hemen bir annelik depresyonu patlat vs vs. 

Pazarlama stratejisi üzerine fazla düşünen ve mütevazılıktan uzak haller, bazı yazarların samimiyetsizliği; beni kendilerinden soğutuyor. Yani çok satması için adını "Aşk" koyduğunuz bir kitabı pembe basmak, kapağına kalp koymak, sonra erkekler pembe okuyamıyormuş diye ek baskıyı gri kapaklı yapmak filan... Ya da son romanının kapağına, erkek kıyafeti içindeki kendi fotoğrafını koymak...Tuhaf değil mi? Tuhaf. Gerekli mi? Değil. Edebiyatın önüne geçiyor mu tüm bunlar? Bence geçiyor.

Yemeğin lezzetine güvenilmediğinde, ele geçen sosun/baharatın içine boca edilmesi gibi bir örtme hali sanki. Ahmet Hamdi Tanpınar ya da Sevgi Soysal böyle şeylere gerek duymuş mu? Hayır. Ama olsun, show must go on. 

Ah, evet herkes kendisini çok seviyor, kitapları yok satıyor biliyorum. Allah bilir ben de bunları kıskançlıktan yazıyorumdur, evet evet... Sen, elinde utandığın için kapağını kapladığın "Aşk" kitabını tutan, görüyorum seni de.

Eskiden Boğaziçili olmak, anne-baba ayrılınca güçlü ve de akademisyen anneyle büyüme halleri; daha feminist, kendi ayakları üzerinde duran, özgür ruhlu bir kadın imajı çiziyordu. Ama Eyüp Can'la evlilliklerinden sonra başka bir hale büründü sanki Elif Şafak. Muhafazakar vaziyetlere giriş yaparken, gizemli duruşu koruma hali devam ediyor.  Güzel yazar etiketi ise daimi. Kocasıyla ve çocuklarıyla olan mükemmel ilişkisi, ah! Kocasından da zerre haz etmem, bence kendisi Radikal'in başına geçebilecek en son kişi(ydi). 

Ne diyorduk? Hah, bir de her yeni kitap zamanı Ayşe Kulin misali Ayşe Arman'a röportaj vermek de bir Elif Şafak klasiği, olmazsa olmazı. PR'ın top noktası ne de olsa AA. Popülerliğin olmazsa olmazı.  Kendisinin Seda Sayan'ın programına konuk olduğunu duydum, işte bu bombaymış. Kitaplarından bazı bölümleri bir araya getiren "Kağıt Helva" ise bende yeme isteği uyandırdı, okuma değil.

Arizona Üniversitesi'nde ders veren Şafak'ın, İngilizce yazdığı romanı da tartışma konusu olmuştu. İngilizce yazarak da kendini ifade edebildiğini düşünüyordu. Hatta İngilizce rüya görünc "Bu iş tamam" demişti. Ah edebiyat; tartışmasız, kuru kuru hiç çekilmiyorsun!

Şöyle bir beyanatı olmuş misal (bu siteye ve röportaja da sesli güldüm, o ayrı)

***
Yeni kitabınızı İngilizce yazmanızın sebepleri içerisinde, yurtdışında da Türkiye’deki kadar tanınmak istemek var mıdır acaba?

Yeni kitabımı İngilizce yazmamın birincil sebebi, hikayenin kafamda, zihnimde ve kimyamda İngilizce şekillenmiş olması. Ne zaman ki İngilizce rüya görmeye başladım, İngilizce yazmaya başladım. Tıpkı çocukluğumda İspanya’da yaşarken İspanyolca yazdığım gibi. Dil içinizde yaşıyorsa, o dilde yazabilirsiniz. Yoksa, “Hadi şimdi de İngilizce yazayım” diye yazamazsınız. 

***

Bir internet sitesi de çiftdillilik konusunda iddialı olan yazarın Twitter İngilizcesini mercek altına almış. Şafak'In çevirisini değerlendirip notlar vermiş. Bu arada çeviri dersi veren bir arkadaşım, kendisinin İngilizcesi konusunda pek de hoş olmayan şeyler söyledi; neyse o konuya girmeyip siteyi anlatmakla yetineyim. Otur, sıfır!

Buyrun site. Ve örnek bir bölüm.





- Cümle “who says” ile başladığı için soru işareti ile bitmeliydi. 
- “Together together”, “şappi şappi” gibi bir kullanım olması itibariyle komik, ki zaten “beraber, hep beraber” öbeğinin çevirisinde “altogether” bir kere kullanılmalıydı.
Not: B+ (Sesli güldüğüm için iltimas geçtim.)
- Cümle “who says” ile başladığı için soru işareti ile bitmeliydi.
- “Together together”, “şappi şappi” gibi bir kullanım olması itibariyle komik, ki zaten “beraber, hep beraber” öbeğinin çevirisinde “altogether” bir kere kullanılmalıydı.
Not: B+ (Sesli güldüğüm için iltimas geçtim.)

30 Ocak 2012 Pazartesi

KafSinKaf-Göz Göz

İstanbul'daki kar ve soğuk hava haberlerini duydukça İzmir'den dönesim gelmiyor. Ama oğlanlar bizi özlemiştir, komşumuz arkadaş kendilerini pencerede görmüş. Öyle bakıyorlarmış dışarı. Oy, kıyamam... Burada hava güzel, ikram güzel... Kısırlar, börekler, sütlaçlar, favalar... Dün KSK-Göztepe maçı vardı, KSK kazanmış; ortalık karışmış. Klasik rekabet aynen devam.

Ortaokuldayken bir gün 121'deydim (Bostanlı-Konak otobüsü). Alsancak Garı'nın oradaki durakta durdu otobüs. Dışarıdaki kalabalık Göztepeli güruh, otobüsü deli gibi sallamaya başladı. İçeriden birkaç KSK'li karşılık verince hiç unutmuyorum, psss diye açtı şoför kapıyı. İçeriye dalan GözGöz'lüler aldı otobüsteki heyecanlı KSK'ları "Gelin canlarım" diye, aynen kapatıp kapıyı devam etti şoför. Hissiz adam.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Face-bok

Facebook denen nane hakkındaki fikrim pek net değildi bugüne kadar. Yani ne memleketi orası aracılığıyla kurtarmak isteyenler kadar ciddiye alıyor, ne de her şeyini ifşa edip kendi yolladıklarını beğenen "Çok güzel çıkmışsın cicim"ci şuursuzlar kadar hayatımın içine sokuyordum.

Ama artık iyice emin oldum fikrim konusunda. İfşa ve riya. Teşhir. Özeti bu. Facebook'taki "Doğum günün kutlu olsun", "Geçmiş olsun", "Tebrikler" ve "Başın sağolsun" cümleleri, bir  telefon bile açmaktan aciz "yakın" arkadaş addedilenlerden geliyorsa, gerçekten sevimsizdir. Samimiyetsizdir, ayıptır.
 

16 Haziran 2011 Perşembe

Ev alma komşu al

Ruh hastası komşu sadece bende yok tabii. Üst katta oturan manyak, klozetinin üstündeyken tepemize inmeden bu işe bir çözüm bulacağım elbet. Duvar çürüdü. Usta bulmuyorsa, kapısını açmıyorsa; vermek ben savcılığa dilekçe, gelmek bilirkişi, halletmek mevzuyu. Arama kurtarmaymış. Depremde bundan gelecek yardım Allah'tan gelsin!

Neyse, mevzumuz başka bir arkadaşımın manyak komşusu. Kendisi ünlü bir oyuncu ve egosantrik bir deli aslında. Yani yaptıklarını duyunca bu sonuca vardım. Apartmanda herkesin park yeri belliyken, efenim "Ben buraya park etmem, havalandırmaya kuşlar pisliyor, bununla ilgili olarak derhal genel kurul toplansın!" buyurmuş yöneticiye. Gürültüden ayrıca yakınmayı ihmal etmemiş. Şikayetlerini de apartman görevlisine verip arkadaşa iletmesini istemiş.

Arkadaşın eşi de bir cevap yazmış, ben göndermesi taraftarıyım:

"Sayın Yönetici,
Apartmanımıza yeni taşınan saygıdeğer komşumuzun şikayetlerini yazılı olarak almış bulunmaktayız. Bahsedilen konu şimdiye kadar tarafımızdan düşünülemediği için kendime kızıyorum. Bu kadar önemli meseleyi nasıl olmuş da düşünememişim. Her sabah arabamın yanına gelir, bu pisliklere nasıl mani olurum diye düşünüp dururdum. Allah razı olsun beyefendi gelir gelmez bizleri gaflet uykusundan uyandırdı. Bence bu konu sadece olağanüstü kurulda değil, tüm Kadıköy apartman temsilcileriyle bir araya gelerek çözülmeli. Sanırım herkes bu işin farkında ama bir çözüm geliştiremiyor.
Kuşlar… Vay alçaklar, demek suçlu onlarmış. Utanmadan her yere pisleyin. Bir yetkili yok mu bunlara dur diyecek! Ama gelişmemiş ülkelerde böyle. Avrupa’da böyle mi! Hele bir pislesin, kıçına mantar tıkarlar vallahi. Ama orada eğitim küçükten başlıyor. Daha kuş yumurtadan çıkar çıkmaz annesi ona çiş demesini öğretiyor.
Neyse, bunlar bizim kuşlarımızın görgüsüzlüğü. Adamcağız yeni taşınmış; yahu bizim arabaya bir senedir yapıyorsun sesimizi çıkarmıyoruz, devam et; yok efendim dedim ya görgüsüz işte, illa yeni arabaya yapacak. Yaptın da ne oldu bre gafil; boyun mu uzadı, sesin mi güzelleşti. Eğitim efendim bu işin başı. Neyse gürültüye de pek alışık olmayan bu komşumuzun derdine biraz da olsa çözüm bulabilmesi için aşağıda nacizane tekliflerim olacak.
 Apartmandaki arabalara dışkılarıyla zarar veren kuşlara karşı önlemler:
1.       Kuşlara belirli aralıklarla “Kışşşt!" denmesi. Ama bunu, her katın belirli aralıklarla 24 saat nöbetleşe yapması gerekiyor. Böylece şerefsiz kuşların huzuru kaçacağından onlar da başka apartmanlara gidip ihtiyaçlarını giderirler.
2.       Ünlü çocuk bezi firmalarından sponsorluk alarak gelen kuşların altlarını bağlayabiliriz. Apartman görevlimiz belli saatlerde onların altını değiştirebilir. Apartmana da sponsorluk anlaşması gereği “ Bu otoparkta kuşların altını ...... bezle bağlıyoruz” gibi bir ilan asabiliriz.
3.       Kadıköy Belediyesi’nden veteriner uzman talep ederek kuşlara belli saatlerde otoparkımızın onlara ayrılan bölümünde ihtiyaçlarını giderme kursu açabiliriz.
4.       Komşumuza bu işin doğal olduğunu psikolog eşliğinde anlatabiliriz; ikna olmazsa her sabah sırası gelen komşumuzun onun arabasını yıkamasını sağlayabiliriz.
5.       Her sabah onun arabasının üzerine biz pisleyebiliriz; böylece beterin de beteri varmış diye haline şükredebilir.
6.       Kuşlara kabız edici yiyecekler verebiliriz.
7.       Yakaladığımız her kuşun kıçına bir tıpa takabiliriz; bunun için bahçenin muhtelif yerlerine kapan kurmamız gerekiyor.
Cevabınızı en kısa sürede bekliyorum. Bu dert bizi bitirdi. En kısa zamanda genel kurulun yapılmasını rica ediyorum.
Saygılarımla, 

10 Haziran 2011 Cuma

Kadın-erkek ilişkileri


Kadın-erkek ilişkileri, tuhaf mevzular... İnce dengeler barındırıyor içinde. Çünkü çoğu zaman mantık uçup gidiyor; ama akıl, birazcık zeka pırıltısı varsa eğer, her durumda lazım insana.

Aşıkken, birlikteyken her şey pek güzel, pek hoş, lay lay lom, tralalalaa; kuşlar, böcekler, kediler... Ama ilişki bittikten, yollar ayrıldıktan sonra edepli ve adaplı durabilmek zor. Bazıları içinse imkansız. Herkes beceremiyor bunu.

Ayrılık, bir ilişkiyi bitirmek, bazılarını acınacak hallere düşürebiliyor. Artık 'o' kişi tarafından sevilmediğini, o'nun hayatından çoktan çıktığını ve o'nun hayatına devam edip artık başka birisiyle mutlu olduğunu, bu başka birisinin 'o' kişinin hayatına bu bazılarından daha iyi geldiğini kabullenmek; her babayiğidin harcı değil. Olgun ve onurlu olmayı gerektiriyor. Ne yazık ki bu meziyetler de herkeste yok.

O kişiden ayrıldığını, ilişkilerinin bittiğini kabullenmeyip 'ara' verdiklerini sanmak, aldatıldığı sanrısına kapılmak, sürekli öfke, kin ve nefret kusmak, o kişinin medeni davranmaya çalışıp vicdanlı olmasını başka şeylere yormak, o yokken evine izinsizce, hırsız gibi girip eşyalarını parçalayarak sinir krizleri geçirmek, 'o' kişinin hayatındaki yeni insanı kendisine benzediği için seçtiğini düşünecek kadar zırvalamak, 'o' kişinin evleneceğini duyunca alay ederek kendini rahatlatmaya çalışmak, tacizi sanal yoldan sürdürmek, tuhaf psikolojik mastürbasyonlara girişmek, işle özel hayatı karıştırıp bu şekilde intikam almaya çalışmak...

En hafifinden zavallılık, daha da ötesi hastalık. Sözcükleri kifayetsiz bırakan cinsinden.

Bu durum devam ediyorsa eğer, sonrasında söz konusu bu kişilerin yapacağı tek şey tıbba güvenmek, hekimlerin güvenli ellerine kendini teslim etmek. Zira ciddi tedavi gerektiren bir duruma doğru dört nala koştuklarının farkında olmayabilirler.

Birinin evine izinsiz girip eşyalarına zarar vermek bile başlı başına bir adli vaka. Polise şikayet etme sebebi. 

Ayrıca "E madem bu kadar hakaret edecektin ayrılınca, bu kadar iğrenç bir insandı madem; bunca zaman neden beraber oldun, silah mı dayadılar başına?" derler insana. "O kişiye, ortak geçmişe ve paylaşılanlara biraz olsun saygın yok mu?" diye de eklerler.

Ama sabrın da bir sonu var. Hayatına normal insanlar gibi devam eden eski sevgili ses çıkarmıyorsa bu edebindendir, çirkefi üstüne sıçratmama derdindendir. Bazılarının artık istenmediklerini anlayarak ayrılığı kabullenip 'normal' insanlar gibi hayatlarına devam etmek yerine öfke, kin, nefret kusmalarını, çoktan kaybettikleri 'o' insanı ganimet ya da sürekli hakaret edilecek biri sanmalarını anlamak zor.

Zorla güzellik olmaz. Hiç olmamış ki. Az biraz edep, adap...


13 Haziran 2010 Pazar

Zavallı insanlar diyarı

Bir yazı okudum ve kan beynime sıçradı. Yorgundum, sinirliydim, ofisten eve gecenin yarımında gelmiştim. Artık komşular ne iş yaptığımı düşünüyor, merak ediyorum. Ha bir de, akşam akşam sözlükte beni delirten bir ruh hastasının ağzının payını verdikten sonra, sözlüğe bakayım biraz dedim. Arıza da ne arızaydı ama, bildiğin tükürük saçan kuduz sözlükte yazar olmuş! Bir de kaba, bir de ezik ki sorma gitsin. Aman bilmem hangi okulu dereceyle bitirmiş de, 2 dil biliyormuş da, CV'sini sorduk sanki eziğe. Konuşmalar filan bildiğin mahalle ağzı, sanırsın kaldırım biti'rimi! Başka bir halt edememiş hayatta, belli! Ya da az anne sütü almış, bilemedim. Ama var devrelerde bir bozukluk.

Uyardılar, "Manyaktır, bulaşma" dediler. E yok öyle yağma, madem kaşındı, baytarın lafına da mazhar olsun. Yedi lafı oturdu, sonra da ağlak mesajlar atmaya, nick'imin altında kin kusmaya devam etti zavallı ezik. Bir de tehdit etti ki, evlere şenlik! Senden korkan senin gibi olsun zavallım, git kuduz aşını ol da öyle gel! Dedim madem taşı attın kuyuya, gir de al! Diktiğim 2 entari de hediyem olsun, güzel durdu üstünde, zengin gösterdi.

İşte kimi iyi bir okuldan kazara mezun diye, kimi de parası var diye kendini adam sanıyor. Ben size bilmemnereden mezun olamazsınız, para kazanamazsınız demedim ki canlarım, adam olamazsınız dedim. İnsanlık zor zanaat, her bünyeye olmuyor. Nitekim olamamışsınız, ham ve çiğsiniz. Hepsinden beteri eziksiniz! Kemerimi süsleyecek kafanız olmadığından, mallar listemi süslüyorsunuz!

Neyse, haftaların fazla mesai yorgunluğu, gerginlik, yorgunluk vs, sonunda evimdeyim. Gecenin kaçı, lakin uykum yok. Baktım, sözlükteki başlıklar içinde Sibel Arna. Kendisi gazeteci unvanlı biri, ama bence bisikletle evlere gazete dağıtan çocuk bile daha fazla hak ediyor "gazeteci" sıfatını. Yazdıkları da incir çekirdeğini doldurmayan, bir yaraya merhem olmayan tırişkalar.
Görgüsüzlük, sonradan görmelik kokan, budaklı odun kullanımını özlettiren yazısı da bu. Resmen delirdim okurken. Bildiğin, kırmızı görmüş boğaya döndüm (ki nefret ettiğim bir manzara), midem kalktı! Sen kendini ne zannediyorsun da bir insanı böyle aşağılama hakkını kendinde buluyorsun? Hadi o şımarık zengin kadınları gibi davrandığın eski Türk filmlerindeki gibi söyleyeyim de tam olsun: BU NE CÜRET? BU NASIL BİR KÜSTAHLIK? Kadının ismini filan da yazmış utanmadan. Bilmemkaç metrelik, bilmemkaç KAMERALI teknen de, bikinin de yerin dibine batsın! Bu ne görgüsüzlük? Bu ne izansızlık? 

Madem o kadar kıymetli çocuğun, kolaysa sen bak! Evini temizledi, çocuğuna baktı diye kölen mi o insanlar? Hakaretlerine, yazındaki aşağılamalara katlanmaya mecbur mu? Böyle bir şeyi nasıl yazarsın gazete köşene? Anlamıyorum bu çiğliği ben arkadaş! Parayla herkesi satın alacağını sanan, hayatını para karşılığı kolaylaştıranlara köle muamelesi yapan zavallılara mı yanayım, bunların "gazeteci" sanılmasına mı, bilemedim. Çıktı sinirim tepeme!

Benzer bir saçmalığı da Efes One Love Festivali organizatörleri yapmış. O da ayrı bir rezalet.  Sonradan çark etmişler tabii. Hayati bir zırva!  Madem festivale gidiyorsun, bira ve yemek kuyruğuna da, çiş kuyruğuna da gireceksin! Yağmur yağarsa şemsiyeni Hayati tutacak, yere oturmamak için minderini o taşıyacak, arkalarda kaldıysan Hayati seni omzuna alacak. Yok yaa! Konseri omuzda izlemek zaten evelahir gıcık olduğum bir hadise. Her şeyi pembe olan o kokoş kızlar kadar salakça. Tanımadığın birinin, yani köle/parya gibi konumlanan bir kişinin omzuna oturacak ve konser izleyeceksin ha? Bunu yapabileceksin yani! Bunu kim düşündüyse bravo, az düşünen yerlerinden öpüyorum kendisini!

6 Haziran 2010 Pazar

İradeye geeel!

Kafası karışık, kararsız ama kendince "hızlı" adamlar bazı insanları (hadi açalım insanı, kadınları) şaşırtıyor. Hatta biraz da sinirlendiriyor. Net değiller, kafaları bulanık. Karşısındakinin de kafasını bulandırıyorlar. Şehirlerarası ilişkiden delice korkuyorlar, aslında gerçek ya da değil, ilişkiden korkuyorlar. Bağlanma fobisi, araknafobiadan beter onlar için. Kadınlar da kara duldur belki, kim bilir?
Libidolarını kontrol edemiyorlar, "irade" bulmacada kelime olarak çıksa bulamazlar. Hiç ihtiyaçları olmamış çünkü, kendilerini tutmamışlar hiç. Salıp yaymışlar paso. Nedir bu güvensizlik, korku, kaçak güreşme hali, sürekli "Oh vur patlasın çal oynasın, one night stand'ler ağlasın!" durumu, anlamıyorum. Hep aceleleri var hep, her şey hemen olmalı, istedikleri an olmalı! Sınır yok, engel yok, olamaz, olması zayıflık!

Onlar gibi değilseniz, öyle düşünmüyorsanız da otokontrol kraliçesi, kendi duvarınızın ustası, kalıpların kadınısınız! Kaçıyorsunuz, korkuyorsunuz, sınırsız/düşünmeden/an'ı yakalayarak yaşamıyorsunuz ve hayatı ıskalıyorsunuz! Güzel kulp takıyorlar valla, bravo! 

Çevremden o kadar çok bu profildeki adam hikayesi duyuyorum ki, sanırım bölünerek çoğalıyorlar ve artık yazmadan edemedim. Zamanın ilişki modeli bu olmuş, benimsemeyene de kendini acındırma ya da karşı tarafı kötü hissettirme taktiği! 

Elçiye zeval olmaz ama, bir gün illa ki gerçek bir ilişki kurmanız gerekecek, otomatik vitesten bi çıkın canlar, bozulur o vites, elinizde kalır! "Seni üzmek, incitmek istemiyorum" yazısını bi çıkarın arabanın tamponundan, paslanmış!