edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Haziran 2014 Salı

Şiirli şeyler



"Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
Ben de öyle.
Çok dikkat etmiyorum uzun süredir kendime.
Kılığıma kıyafetime...
Çorapsız da basıyorum artık yere.
Eskisi gibi de korkutmuyor beni ne grip ne nezle.
Nane limonun iyi gelmediği daha büyük sıkıntılarım var herkes gibi benim de.
Takılmıyorum artık şu her kış ve bahar şişen bademciklerime.
Çok sıcak ya da soğuk şeyler yiyip içmem, hepsi hepsi birkaç gün gene.
Olur biter
Geçer gider.
Ama canımı yaka yaka yutkunduğum şeyler var.
Olup bitmeyen,
Geçip gitmeyen.
Zaman zaman yine uykusuzluk çekiyorum ama...
Çok da takılmıyorum artık bu uyku konusuna,
Uyuyunca geçmeyen şeylerin olduğunu anladığımdan bu yana..."

Cahit Sıtkı Tarancı

3 Mart 2014 Pazartesi

Sırça Köşk

Edebiyat bazen en iyi cevabı veriyor. Canım Sabahattin Ali...

"Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın."

Devamı ise şöyle: "En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter."

Sabahattin Ali - Sırça Köşk

10 Ocak 2014 Cuma

Şairin teklifi

Cemal Süreya'yı sever ve bilirdim, bilirdim de bu teklifini bilmezdim. Gülümsedim öğrenince. Bu zamanda böyle bir şey yapsa, nasıl sonuçlanırdı diye merak etmeden de duramadım...

Efenim Cemal Süreya, 1989 yılının Ekim ayında Yeni Yaprak dergisinde dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'a birlikte intihar etme çağrısında bulunmuş. Fakat bu teklife olumlu bir yanıt gelmemiş. Yaklaşık 2 ay sonra da hayata gözlerini yummuş şair. Dün, ölümünün 24. yılıydı...



"Elinize ne geçerse onu okuyun.
Ya birşey geçmezse…

O zaman da, oturun, bana mektup yazın."


Cemal Süreya / Altı Kitap



3 Temmuz 2013 Çarşamba

Ah Gregor

Google sağolsun, Gregor Samsa doodle'ıyla haber verdi; Franz Kafka'nın 130. doğumgünüymüş bugün...

Okuduğum ilk Kafka kitabı "Dönüşüm"dü galiba. Peşinden "Aforizmalar"ı ve diğerleri geldi. Karanlık bir dünyası vardı, karamsar... Dünyaya geldiğine pişman gibi bir hal... İnsan onun kitaplarını okurken sanki kapalı bir hava olmalı dışarıda. Gri, kasvetli bulutlar toplanmalı tepesinde. Plajda Kafka okuyan görmedim mesela hiç.

Zaten dostu Max Brod olmasaydı, kitaplarının çoğunu okuyamayacakmışız. Çünkü Kafka, ölümünden sonra yakılması için yazılarını dostu Max Brod'a bırakmış; Brod ise sözünü tutmayıp eserleri bastırmış. Laf aramızda, iyi ki de tutmamış sözünü. Hayattayken basılan tek ünlü eseri "Dönüşüm"müş.
Gabriel Garcia Marquez’in ilk defa bir Kafka romanını okuduktan sonra “Neden olmasın, bunu ben de yapabilirim,” demesi şaşırtıcı değildir - See more at: http://www.edebiyathaber.net/franz-kafka-pesinde-kosmadigi-sohreti-olumunden-sonra-yakalayan-yazar/#sthash.fdYJl8m8.dpuf
Dönüşüm” Kafka’nın hayattayken basılmış tek ünlü eseridir - See more at: http://www.edebiyathaber.net/franz-kafka-pesinde-kosmadigi-sohreti-olumunden-sonra-yakalayan-yazar/#sthash.fdYJl8m8.dpuf

Şöyle demiş (yanlış hatırlamıyorsam) "Taşrada Düğün Hazırlıkları"nın bir yerinde Kafka: 

"Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde."

Onu sürekli ezen babasının zoruyla hukuk okusa da hayatını yazmaya adayan, ancak yazdıklarının değeri ölümünden sonra anlaşılan Kafka, birkaç kez nişanlanmasına rağmen yazıdan vazgeçmesi gerekeceği korkusuyla hiç evlenmemiş. En unutulmaz sevgililerinden biri ise Milena'ymış, Milena Jesenska.

Toplamda iki yıl süren ve çoğunlukla yazıştıkları, sadece 4 gün yüz yüze görüşebildikleri ilişkileri için şöyle demiş Milena: "Hayatımda tanıdığım en garip insanın o olduğunu fark ettim ve hayatta hiçbir şey beni, onun kalbinin içini azıcık görebilmek kadar etkilemedi."

Kafka ise Milena'yı 'koca denizin, dibindeki minik taşı sevdiği gibi' sevmiş ama sonrasından korkmuş. 

Kız kardeşlerinden üçü toplama kamplarında hayatını kaybetmiş. Acılarla dolu bir hayat, tam da yazdıklarındaki gibi. Memleketi Prag'da, Franz Kafka adına açılmış iki müze var. Birinde daha çok gravürlere, kitaplara vs yer verilmiş. Esas müzede ise romanlarındaki gibi karanlık bir ortam yaratmayı başarmışlar. "Türkiye'de de böyle bir müze olsa keşke" demiştim gördüğümde.

Karanlık koridorlar, uzakta bir yerde çalan telefonlar... Merak edip de çalan siyah kocaman telefonu açtığınızda, bir erkek sesi "Dönüşüm"den parçalar okuyordu. Bazı resimlerle fotoğraflara bakarken kendinizi çarpmaktan son anda kurtardığınız aynaların karşısında buluyordunuz.

Müzede beni en çok şaşırtan şey ise şuydu: Kafka'nın hayatındaki kadınların olduğu bölümde üç boyutlu, sürekli hareket ediyormuş gibi görünen görüntüler başınızı döndürüyordu... Hissettiğim baş dönmesi ve mide bulantısının, diğer arkadaşlarda da olduğunu duyunca rahatlamıştım. Bunlar dışında Kafka'nın çocukluğunun geçtiği evlerin, ailesinin, arkadaşlarının, sevgililerinin fotoğraflarını; mektuplarını, kitaplarını ve orijinal el yazısını da görebiliyordunuz.

Ve kapanış da Kafka'dan: 

"Menziller ve yollar yoktur; yol dediğimiz şey, tereddütlerdir."

"Kabul edilebilir olandan değil, doğru olandan başlayınız."
“Kabul edilebilir olandan değil, doğru olandan başlayınız.” - See more at: http://www.edebiyathaber.net/franz-kafka-pesinde-kosmadigi-sohreti-olumunden-sonra-yakalayan-yazar/#sthash.fdYJl8m8.dpuf

"Ah, bütün yaptıkların, bütün konuştukların beni ne kadar üzerse üzsün; gene de bunlarda nasıl hayrıma bir taraf, hayrıma bir öz aradığımı bir bilsen!''


*Daha ayrıntılı bilgi için bu yazıyı okuyabilirsiniz. (Edebiyat Haber)

8 Kasım 2012 Perşembe

İyi ki doğduuuun Abrahaaaam

Google, bugünü Drakula romanının yaratıcısı Bram (Abraham) Stoker'ın doğumgünü kutlamasına ayırmış.


İrlandalı romancı Stoker, yedi çocuğun üçüncüsü olarak 1847'de başladığı hayatının ilk yıllarını, hiçbir doktorun anlayamadığı bir hastalıktan dolayı yatağa bağımlı geçirmiş. Yatarak geçirdiği bu süreyi de annesinin anlattığı İrlanda efsaneleriyle atlatmaya çalışmış. Hayalgücünün ilk besini.

İyileşmesi, 8 yaşında mucizevi bir şekilde gerçekleşince de oyun oynamak yerine mezarlıklarda vakit geçirmeye başlamış çocuk. Eh, böyle şeyler yazmasına şaşmamalı tabii. Ama iyi ki de yazmış, korku edebiyatı ve sineması o olmasaydı ne yapardı?

Sonralar aşk öyküleri ve tiyatro eleştirileri de yazan Stoker, çocukluğundaki fiziksel rahatsızlığına inat, Dublin Üniversitesi'nde okurken sıkı bir atlet olmuş.

Frankenstein yazarı Mary Shelley ile evliliği de palavraymış, uyarısı için Bora'ya teşekkürler. Karısı Florence Balcombe'ymiş, 1878'de evlenmişler. Ve Bram Stoker, 20 Nisan 1912'de frengi yüzünden ölmüş, isteği üzerine yakılmış.



Vampirlerin kralı Dracula'nın yaratıcısı, Holywood'a ve kurt adamlı vampirli ergen dizilerine ilham vereceğini bilebilir miydi acaba?

7 Kasım 2012 Çarşamba

Ev işleri hakkında sözleşme

Yazar Kurt Vonnegut, eşi Marie ile 26 Ocak 1947'den itibaren geçerli olacak bir sözleşme yapar.

Bu sözleşme,  Kurt Vonnegut: Letters kitabında yer alır. Dilerim yakında Türkçeye de çevrilir bu kitap. Okuması hayli eğlenceli olur gibime geldi.
 Kaynak burası.

Sözleşmeyi okurken pek güldüm, bir tane de biz imzalasak mı diye geçti aklımdan :)




“Ben, Kurt Vonnegut,  aşağıdaki taahhüt listesine sadık kalacağıma yemin ederim:

1) Karımla yaptığımız anlaşmaya göre, karım bundan sonra  dırdır etmeyecek, sözümü kesmeyecek, çalışırken beni rahatsız etmeyecek, ben de buna karşılık haftada bir kez kendi seçtiğim bir gün ve saatte mutfağın ve banyonun zeminini temizleyeceğime dair söz veriyorum.
Sadece bu değil, ayrıca işimi temiz ve eksiksiz yapacağım, küvetin altını, tuvaletin arkasını, lavabonun altını, buzdolabının altını, köşeleri, yerinden kaldırabileceğim eşyaların altını güzelce temizleyeceğim, baştan savma bir iş yapmayacağım. Ayrıca işimi yaparken, ‘kahretsin, orospu çocuğu’ gibi sinir bozucu küfürler içeren bir dilden uzak duracağım.  Eğer bu maddeye uymazsam, karım dırdır etmede, sözümü kesmede, ne kadar yoğun olursam olayım temizlik bitene kadar beni rahatsız etmede özgür olacak.
 *
2) Ayrıca aşağıdaki ufak hoşlukları yerine getireceğime dair söz veriyorum:
 *
a) Giymediğim kıyafetlerimi ve ayakkabılarımı dolaba koyacağım.
 *
b) Asla kirli ayaklarla evde gezinmeyeceğim, çöp atmaya çıktığımda terliklerimi giyeceğim, ayağımı paspasa silmeyeceğim.
 *
c) Kullanılmış dosya, boş sigara paketi, gömlek yakasına geçirilen karton parçaları gibi şeyleri yerde ya da sandalyede bırakmayacağım, çöp kutusuna atacağım.
 *
d) Tıraş olduktan sonra, tıraş takımımı ecza dolabına koyacağım.
 *
e) Eğer banyo yaptıktan sonra küvette bir tıkanıklığa sebep olursam, onu fırça ve temizlik maddesiyle açacağım, el beziyle değil!
*
f) Anlaşmaya göre, karım çamaşırları toplayıp çamaşır sepetine atınca ve sepetten çamaşırları alıp koridorda görünen bir yere koyunca, bahsi geçen çamaşırları koyulmalarının üzerinden üç gün geçmeden çamaşırhaneye götüreceğim; götürdükten sonra iki hafta içinde de geri alacağım.
*
g) Sigara içerken kül tablası kullanacağım, kül tablasını kitap kümeleri, sandalye kolu ve dizim gibi eğimli, kırışık, düşebileceği bir yere koymayacağım.
*
h) Sigaramı ve küllerini karımın çok sevdiği ve 1945 noeli için aldığı kırmızı deriden yapılan çöp kutusuna atmayacağım. Böylece bahsi geçen çöp kutusunun güzelliğine zarar vermeyeceğim.
*
i) Karım benden bir şey isterse ve bu isteği bir erkeğin yapabileceği bir şeyse (karım hamileyken) isteğini takip eden üç gün içinde yerine getireceğim. Öyle ki karım teşekkür etmek dışında konuyla ilgili hiçbir hatırlatmaya gerek duymayacak. Eğer üç gün içinde isteğini yerine getirmeyi başaramazsam karım dırdır etmede, sözümü kesmede ve beni rahatsız etmede sonuna kadar haklı olacak.
*
j) Yukarıdaki maddedeki üç günlük süre limiti bir istisnayla aşılabilir: çöpleri dışarı çıkarmada -ki herhangi bir aptalın da bilebileceği gibi bu iş için üç gün beklememek daha iyidir; çöpleri karım söyledikten sonraki üç saat içinde atacağım. Tabii karım söylemeden çöpleri görmem ve kendi isteğimle dışarı atmam daha iyi olacak.
*
k) Eğer bu kuralları mantıksız ya da özgürlüğümü kısıtlayıcı bulursam onları değiştirmek için nazikçe tartışmalar yapabilecek, yeni teklifler sunabileceğim.
 *
l) Bu sözleşme çocuğumuz doğana kadar geçecek süre boyunca, eşim doğumdan sonra eski gücüne kavuşup zor meşgalelerini yeniden yapacak gücü bulana kadar geçerlidir."

4 Ekim 2012 Perşembe

Mozart'ı kim öldürdü? Haydn'ın kafasını kim kesti?

Remzi'de görünce bu kitabı, şöyle bir duraladım. Sayfalarını karıştırdım biraz. İncecik zaten, su gibi gider bu dedim. Can Yayınları'nın Kırkmerak serisinden çıkmış. Metroda başladım, hakkaten su gibi gidiyor. Kim elin klasik müzik bestecilerini öldürür ki, allah allah dedim önce.  Ama bir yandan deli gibi de merak ettim. Mütemadiyen "Yazık adama" filan dedim.



Kitap, Mozart'ı kimin öldürdüğünü, eğer zehirlendiyse bunu kimin yaptığını sorguluyor. Tüm şüphelileri tek tek inceliyor. Karısı mı? Rakibi olan besteci mi? Masonlar mı? Requiem eserini siparişi eden gizemli adam mı? Bir de "Haydn'ın kafasını kim tabutundan kesip çaldı?" sorusunun cevabını arıyor.

Sırada başka sorular da var: Paganini neden sustu? Çaykosvski'yi ölüme kim gönderdi? Hector Berlioz'a kim yardım etti? Duncan nasıl boğularak öldü?

Kurgu değil, bizzat gerçek kişiler üstünden gidiyor yazar. Bir sürü soru sorup cevaplıyor, olasılıkları sıralıyor, bazı tezleri çürütüyor. Metroda tıngır tıngır giderken bir anda Mozart hakkında düşünmeye, "Yoksa karısı mı yaptı? Ama niye yapsın ki? Yapmadıysa neden adamcağızı Kimsesizler Mezarlığı'na gömmelerine izin verdi o zaman? Peki ya Masonlar? Sihirli Flüt eserinde gerçekten onların sırrını ifşa etti ve ölüm cezasına mı çarptırdılar adamı? Ya ondan Requiem isteyen meçhul adam? Belki de o yaptı, Mozart kendi cenaze müziğini besteledi belki de bilmeden?" diye sıralamaya başlıyor insan. Bu da klasik müzik dünyasının polisiyesi.

Kitabın Haydn'la ilgili kısmına gelmedim henüz. Kanat Atkaya da o bölümle ilgili ipucu vermiş, buyrunuz. 
 
Mozart'ı kim öldürdü? Haydn'ın kafasını kim kesti?
Yaz: Ernst Wilhelm Heine
Çev: Melike Öztürk
Can Yayınları, 2012

18 Haziran 2012 Pazartesi

Marquez ve Alzheimer

Gabriel Garcia Marquez; sevdiğim, okurken sayfaları arasında kaybolup hiç bitmesin dediğim şahane kitapların yazarı... "Aşk ve Öbür Cinler", "Yüzyıllık Yalnızlık", "Kolera Günlerinde Aşk", "Kırmızı Pazartesi" ilk aklıma gelenler...



Alzheimer ise en çok korktuğum, kelimeleri, bildiğiniz her şeyi yavaş yavaş sizden uzaklaştıran, en sonunda da her şeyinizi elinizden alan korkunç bir hastalık...

En korktuğum şeylerden biri bu: Kelimelerin tükenmesi. Konuşmak, yazmak; ifade etmek isterken bomboş, şaşkın ve ne yapacağını bilemeden kalakalmak. Kafanın içinde sözcüklerin seslerini duymak, boşlukta birbirlerine çarpışlarını hissetmek ama karanlıkta uzaktan sana göz kırparlarken derdini anlatamamak...

Ve öğreniyorum ki, ikisi bir araya gelmiş. Alzheimer ve Marquez. Eğer doğruysa, çok üzüldüm. Dünyası kelimeler olan birinin elinden çekip alınıyor her şey. İğrenç bir hastalık yüzünden. Zaten "öldü" haberleri dolaşıp duruyor, rahat bıraksalar ya adamı...

Bir de şöyle bir veda mektubu var ki, çok fena...

Haber için tıklamak lazım.

27 Mayıs 2012 Pazar

Hayalperestler

Sonunda Patti Smith'in "Hayalperestler"ini aldım. Sert kapak ve şömizli. İnce kırmızı kurdele gibi bir de ayracı var. Hoşuma gitti. Domingo Yayınları'ndan çıkmış.

Bu, "Çoluk Çocuk"tan sonra ikinci Patti Smith yolculuğu. Bu kez çocukluk anılarını ve o günlerin çağrışımlarını anlatıyor. Küçük Patti'nin hayalleri ve uçuşan düşünceleri... Arka kapakta şöyle demiş Smith:

"Bu minik kitapta yer alan her şey gerçek; aynen olduğu gibi yazıldı. Onu yazmak ölü toprağını üzerimden çekip aldı; umarım bir ölçüde okurun da içini nedensiz bir neşeyle doldurmayı başarır."

15 Mayıs 2012 Salı

Erol Güney'in kedisi

Erol Güney'in Ke(n)disi (Haluk Oral-M. Şeref Özsoy, YKY, 2005) kitabını okuyorum bu ara. 


Erol Güney'in kedisi de kendisi kadar meşhur. Orhan Veli, 22 yaşına kadar yaşayan Edibe adlı kedi için aşağıdaki şiiri yazmış.



"Erol Güney'in kedisinin
bahar mevsiminde
toplum meseleleri karşısında takındığı tavrı anlatır şiirdir.

Bir erkek kediyle bir parça ciğer;
Dünyadan bütün beklediği
Ne iyi!

Erol Güney'in kedisinin hamileliğini anlatır şiirdir

Çıkar mısın bahar günü sokağa,
İşte böyle olursun.
Böyle yattığın yerde
Düşünür düşünür,
Durursun"


Erol Güney kim peki? Kendisiyle ilgili güzel bir köşe yazısı şurada.

Aslında Tel Aviv'de yaşayan Güney'den haberdar olunan ve biyografisinin yazılması fikrinin ortaya çıktığı dönemi hatırlıyorum. O sıralar o yayınevinde çalışıyordum. Çok heyecan uyandırmıştı Erol Güney'in hayatı. Yeni keşfedilmiş bir mücevher gibi. Yaşadıkları gerçekten kayıt altına alınması gereken şeylerdi. Malum söz uçar, yazı kalır.



Güney, 1914 Odessa doğumlu çevirmen ve gazeteci.  Musevi. 2009'da 95 yaşında vefat etti. Uzunca bir süre Şalom gazetesinde yazdı.

Türk vatandaşlığına geçtikten 35 yıl sonra vatandaşlıktan çıkarılıyor. O kısım uzun hikaye... Çevirmenlik dışında gazetecilik de yapıyor ve çevresi çok geniş, bir dışişleri bilgisini (Sovyetler'in Türkiye ile ilişkileri iyileştirmek istediğine dair bir bilgi) haber yapması, üstüne de kaynağını açıklamaması hoş karşılanmıyor. 

Türkiye aleyhine çalışmak ve casus olmakla suçlanıyor, "çok şey bildiği" gerekçesiyle çıkarılıyor vatandaşlıktan. Bakanlar Kurulu kararıyla "iskat ediliyor" 1955'te, Yozgat kampına sürülüyor. Hem de bir davete gideceği için üzerinde olan smokiniyle. Bu kıyafet casusluk şüphesini güçlendiriyor.

Sabahattin Eyuboğlu'yla, Orhan Veli'yle, Mina Urgan'la, Güzin Dino'yla, Azra Erhat'la arkadaş. İlk mavi yolculuk mürettebatından. Hasan Ali Yücel'in, Milli Eğitim Bakanlığı'nda Batı klasiklerini Türkçeye kazandırmak için kurduğu Tercüme Bürosu'nda çevirmen olarak çalışıyor. O dönem Orhan Veli, Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday çalışıyor bu büroda. Birçok önemli edebiyat eserini Türkçeye kazandırıyorlar. Yıl 1945.

Sonrasında ise zor günler başlıyor. 1946'da tek parti iktidarı çökünce Hasan Ali Yücel istifaya zorlanıyor, Tercüme Bürosu da dağıtılıyor. Agence France Press'te gazetecilik yapan Güney de, vatandaşlıktan çıkarılınca Yozgat'tan Paris'e gidiyor, oradan da İsrail'e yerleşiyor. Şalom'a yazmayı sürdürüyor.

İlginç bir hayat, ilginç bir kitap...

4 Ağustos 2011 Perşembe

İskender, yoğurtsuzundan

Elif Şafak'ın yeni kitabı "İskender" üzerinden yine bir tartışma alevlendi. Tartışmanın nedeni, Şafak'ın kitabın kapağında erkek kıyafetleriyle poz vermesi. Aslında bu mevzular, Orhan Pamuk'un kitaplarıyla başladı. O zaman da Pamuk'un bir kitabının (Kar'dı galiba) tanıtımında billboard'ların kullanılması tartışılmıştı. Sanırım reklamın iyisi kötüsü olmaz hesabı, "Tartışmanın iyisi kötüsü olmaz, yeter ki kitap konuşulsun" deniyor.



Efenim edebiyat meta mıdır sanat mıdır, halk için midir yoksa sanat için mi sanattır tartışmaları uzar gider. Şöyle de bir gerçek var, kitaplar (genelde best seller tabir edilenler) artık marketlerde satılıyor. Benim tuhafıma giden ilk manzara, kötü bir çeviriyle mahvedilmiş Rus klasiklerinin marketteki bir sepette alt alta üst üste, uyduruk ev terlikleri gibi sunulmasıydı. Canım sıkılmıştı ne yalan söyleyeyim... Yani zeytinyağı, tuvalet kağıdı, kıyma, yoğurt derken poşette bir de "Ecinniler". Hoş mu yani? Değil.

Elif Şafak ve "İskender" mevzusuna gelince... Kendisini pek sevmem. Halinden tavrından hoşlanmam, yapmacık bulurum. Samimi değil bana göre. Her kitabından önce yaratılan tartışmaların, tamamen planlı provakasyonlar olduğu zaten apaçık belli. Bir arkadaşımın hediye ettiği "Baba ve Piç"ini okumuştum, fena değildi. Kurgusunu sevmiş lakin düğümünü, serimini önceden tahmin ettiğim için öyle aman aman bayılmamıştım.

Yine bir başka arkadaşımın hediye ettiği "Aşk" kitabını ise hala okumadım misal. Popüler matbuata zaten gıcığım. Elim gitmiyor yahu! Yok pembe kapak diye erkekler okuyamıyormuş, gri kapakla yeniden basıldı filan. Üstüne de Ayşe Arman'ın her yeni kitap sonrası köpürtülmüş, kadınlık hallerine dokunma derdindeki, süslü fotoğraflar iliştirilmiş fiks röportajları...

Sonra annelik, ah o zehirli içgüdü, kara süt bilmem ne... Söylediklerini hiç samimi bulmuyorum. Her şey pazarlama stratejisi içinde planlanıyor. Eskiden büyük bir yayınevinde çalıştığım için biliyorum bu medya planlarını, ince ince hesaplanıyor hepsi... Güzelliğine kapılıp da ağzından çıkanları "bal" gibi huşu içinde dinleyenlerden değilim. Eyüp Can'la evlendikten sonraki değişimine, kocasının da Radikal'i mahvedişine ise hiç girmeyeyim...

Mesela Aslı Erdoğan'ı severim. Yazdıkları hoşuma gider. Zordur, kolay yutulmayan lokmalar gibidir ama yine de severim. Özellikle "Kabuk Adam", "Kırmızı Pelerinli Kent" ve "Mucizevi Mandarin"i. Aslı'yla defalarca röportaj yapmışlığım, öylesine kahve içip sohbet etmişliğim var. Gerçekten yazarken kapanan, kendini unutan, naif ve kırılgan biri. Süslü bir kariyeri terk edip zor yol olan yazarlığı seçmiş, iyi eğitimli ve başarılı bir yazar. Onca başarısına rağmen manşetlere çıkmasa da, bağırmak yerine fısıldamayı seçiyor aslında tavrıyla.

Kitapları pek az Türk yazarının eserini yayımlayan birçok yabancı ülkenin büyük yayınevi tarafından basıldı. Gazetelerin birkaçında ufacık sütunlarda yer buldu kendine bu haberler. Bu reklam şişirmelerinden konuştuğumuzda, "Kitabımı markette rastladığı ya da billboard'da gördüğü için almasın kimse, böyle bir şeyi istemem. Gerçekten okumak isteyenler okusun." demişti. Asla popüler olmak gibi bir derdi olmadı. Bunu kirlenmek olarak kabul edenlerden çünkü.

İşte bu yüzden, bu tartışmalarda ben edebiyattan ve yazıdan yanayım. Sadelikten ve tevazudan... Yani bu kadar köpürtmeye, reklama ihtiyaç duymamalı iyi yazı, iyi edebiyat. Bahaneleri de hazır: "Ama ne kadar çok kişi okursa o kadar iyi". E o zaman korsana da eyvallah diyelim. Kitap ucuzluyor, kaldırımda satılıyor, herkes alıp okuyabiliyor diye sevinelim. Hı?

İyi edebiyat, okuruna ulaşıp kendini zaten satar. Böyle şıkırdım ambalajlara, janjanlı paketlere, erkek kılığında poz vermelere filan ihtiyaç duymaz. Bağırmaya gerek yok, asıl silah yazı olmalı. Sözcükler...

7 Temmuz 2011 Perşembe

'Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger'

Radikal Kitap'tan...

Dedikodu değil, bir dehanın yaşamöyküsü


'Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger', yazarın beyninin kıvrımlarında dolaşıyor. Kenneth Slawenski, Salinger'ın üstün körü bildiğimiz hayatını, medya tarafından bize aktarılan çarpık imajı silerek adımlıyor

"J. D. Salinger bir başyapıt yazdı: Çavdar Tarlasında Çocuklar. Ve okurlara bir kitabı beğenirlerse kitabın yazarını aramalarını tavsiye etti ve sonraki yirmi yılını telefonlarını açmadan geçirdi. “
John Updike, 1974

Bir yazarın adını duyduğunuzda ilk olarak ne gelir aklınıza? Yazarın görünüşü mü? Kitapları, kitap kapakları mı? Yarattığı hikâyeler, karakterler mi yoksa? Yoksa yazarın hayatına ya da dünyaya bakışına dair bir şeyler mi? Söz konusu yazar Jerome David Salinger’sa, aklınıza Holden Caulfield’in, Seymour Glass’in, Franny’nin, Zooey’in, Esmé’nin; yani yarattığı olağanüstü gerçek karakterlerin geleceği kesin. Onları yazardan çok daha fazla tanıdığımızı itiraf etmemiz gerekir. Çünkü Salinger, karakterlerinin ve hikâyelerinin önüne geçebilecek hiçbir bilgi vermedi okura yaşamı boyunca. Okurla yazı üzerinden iletişim kurmak istedi hep, ötesi onun için fazlaydı, gereksizdi ve rahatsız ediciydi. Bu yüzden kaçabildiği kadar kaçacaktı kendi şöhretinden.


Ama hangi alanda ve nasıl olduğu önemli değildir, ünlüler dünyası için hep aynı kural işler: Ne kadar kaçarsan, o kadar kovalanırsın. Bir kez ünlendiysen, o sondan kaçış yoktur; gazeteciler ellerinde fotoğraf makineleriyle kovalayacaklardır seni. Şimdilerde tanıdık olduğumuz bu manzara, 1950’lerde de pek farklı değildi. ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ gibi bir başyapıt yaratan Salinger, ölümüne kadar hep kaçtı gazetelerden. O gizlendikçe, daha çok merak edildi hayatı, merak edildikçe gizlendi. Bu yüzden hep tetikte ve sıkkınmış aslında. Bu dünya, pek de rahat bırakmamış onu.

Yalnızca hikâye konuşsun
‘Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger’, yazarın ilk kapsamlı yaşamöyküsü ve çok daha fazlası; edebi bir inceleme ve aynı zamanda bir anma. Bir retrospektif aslında. Ve en önemlisi de, yazarın yaşamı boyunca sakındığı şeyleri, magazinsel bir yaklaşımla öylece ortalığa saçmıyor; onun yaşamına dokunuyor dokunmasına ama özenle korumaya çalıştığı özel yaşantısını da ezip geçmiyor. Skandallarla, olaylarla, aşkları, ilişkileri, zaaflarıyla son dakika magazin haberi gibi anlatmıyor. Aksine, tam da Salinger okuruna hitap ediyor yaşamöyküsü, onun dehasını enine boyuna inceliyor, yarattığı karakterlerle, hikâyelerle bağlantılarını işaret ediyor. Perdelerin arkasından gizli gizli evinin içini gözetlemiyor, beyninin kıvrımlarında dolaşıyor Salinger’ın.


Salinger’ın hayatı boyunca aradığı ve ölümünden sonra bile bulamadığı bir şey varsa, o da özel hayatına saygı gösterilmesiydi. ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı yazdıktan sonra hayatı belki de onun asla tahmin edemediği bir şekilde değişmişti. Yaşamı boyunca sadelikten yana atmıştı adımlarını Salinger. Kitap kapaklarında bile sadelik istemişti ve sırf bu yüzden bile az tartışmamıştı yayınevleriyle. Herkes sussun, her şey sussun, kitap kapakları, yayınevleri, reklam kampanyaları, eleştirmen yorumları, kitap tanıtımları, kitabın yazarının özel hayatı, yaşamöyküsü... Hepsi sussun ve yalnızca hikâye konuşsun istiyordu. Yalnızca yazılan karakterler konuşsun. Yazı bundan başka hiçbir şey olamazdı onun için. Ve işte bu yüzden de daha da zordu işi. Çünkü yayınevleri çok satmak ve daha çok satmak için de çok süslemek istiyordu. Üstelik kendini edebiyat dünyasına kabul ettirmesi de öyle kolay olmamıştı. Çok sancılı ret cevapları almıştı pek çok kez dergilerden. Uzun süre bu dünyada kendine de yer açmaya uğraşmış, ardından gelen şöhretle bambaşka bir dünyanın ve bambaşka uğraşların içinde bulmuştu kendini.

Bir cinayet ve Salinger
8 Aralık 1980 akşamı, Mark David Chapman, John Lennon’u öldürdü ve kaldırım kenarına oturup sakin bir halde, ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı okumaya başladı. Daha sonra ifadesinde cinayeti kitap yüzünden işlediğini de söyleyecekti. Salinger, bir yazar olarak, gizemiyle yeterince (ve hiç de istemediği kadar) sansasyoneldi zaten, kitabı da bu skandalla anılacaktı. Kendinin bile önüne geçmediği hikâyesi bir cinayetin orta yerinde başkahramanlarından biriydi, artık.


Sonra davalar... Son yıllarına kadar bir türlü son bulmayan davalar. O kaçtıkça, adeta içine çekildiği mahkemeler. Salinger’ın mücadelesi maalesef asla sona ermeyecek, hayatının neredeyse hiçbir döneminde huzura eremeyecekti. 27 Ocak 2010’da öldüğünde ardından kocaman övgü metinleri yazılmış, onun bu dünya için ne kadar ‘fazla’ bir yazar olduğundan bolca bahsedilmiş olabilir. Ama ölümünün ardından bile annesiyle, kendisiyle, evlilikleriyle, çocuklarıyla, kısacası hayatındaki ayrıntılarla ilgili tuhaf haberler ‘patlamaya’ devam etti. Öyküleri, kendisinin hiçbir zaman izin vermeyeceği kapaklarla ve derlemelerle yayımlanmaya başladı. Medya bir ahtapot gibi sarılmıştı ölümüne. İşte bu yüzden tüm okurları bilirler ki, Salinger delicesine düşkündü mahremiyetine, biraz huysuzdu, yayınevleriyle başı dertteydi ve pek de insan canlısı değildi. Kimse neden insanlardan kaçtığını, neden bu denli huysuz olduğunu anlayamamıştı bugüne kadar. Kötüleyen dedikodulardan öteye gidemedi kişiliğine dair söylenenler.

İşte tüm bunların arasında, Salinger’ın karşısında saygıyla eğilen ama bir o kadar da kapsamlı bir yaşamöyküsü okumak hayal gibi aslında. ‘Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger’ın yazarı Kenneth Slawenski her şeyden önce oldukça sadık bir Salinger okuru. Hatta her şey böyle başlamış. 2004’te www.deadcaulfields.com isimli internet sitesini kurup yönetmeye başlamış. Ve burada yalnızca ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’a değil, yazarın yayımlanmış ya da yayımlanmamış bütün öykülerine yer vermiş Slawenski. Yaptığı araştırmalarla Salinger’ın öyküleriyle ilgili makaleler yazan yazar, yedi yıllık yoğun bir çalışmanın sonrasında ortaya çıkarmış bu yaşamöyküsünü.

Niyeti salt sığ bir biyografi yazmak olmadığı için edebi incelemelerle tek tek öykülerinin derinine inmiş yazar. Ünlü olduğu zamandan değil, çocukluğundan başlamış Salinger’ın dehasını okumaya, hikâyelerinin ve karakterlerinin derin incelemeleriyle de devam etmiş anlatmaya. İşte tam da bu yüzden, Salinger’ın hayatına yön veren en önemli dönemi; yazarlık hayatını baştan sona etkisi altına alan ve kitaplarını karakterize eden askerlik yıllarının da kapsamlı bir okumasını yapmış Slawenski. Cephede geçen uzun ve zorlu günlerinden, inzivaya çekildiği olgunluk zamanlarına kadar, yaşamının yazısına etki eden her ayrıntısı mevcut bu yaşamöyküsünde.

Bir huysuzun öyküsü
Salinger’ın üstün körü bildiğimiz hayatını, onunla savaş halindeki medya tarafından bize aktarılan çarpık imajı silerek derinlemesine adımlıyor Kenneth Slawenski. Bir kitabıyla tarihe geçen olağanüstü bir yazar üzerinden dürüstlüğümüzü de sorguluyor. Kitap ilerledikçe, yaşamı boyunca ona verdiğimiz rahatsızlığı hissedeceksiniz iliklerinizde. Salinger’ın kasvetli hayatının sıkıntısı sizin de içinize dolacak ve üstelik bu sıkıntıda bir payınız varmış gibi suçlu hissedeceksiniz. Çünkü, o sıkıntıda gerçekten de payınız var. Yazarı ilahlaştıran ve onun hayatının kendisine ait olduğunu sanan, ona tecavüz eden okuyucu tavrı değil mi medyanın onun üzerine bu denli gitmesine sebep olan esas şey?

Son zamanlarında yazdıklarını yayımlamanın bile özel hayatının ihlali anlamına geldiğini düşünmeye başlayan, tüm dünya tarafından köşeye sıkıştırılmış huysuz bir dehanın öyküsü bu. Ama okurla yazarın dedikodusunu yapmak yerine, okuru sorgulayan bir öykü. Hep daha fazlasını merak eden okurların ve onlara bir şeyler sunmak adına kim bilir kimleri köşeye sıkıştıran medyanın riyakarlığını çarpıyor yüzünüze ve diyor ki: “Tüm hüznü ve kusurlarıyla Salinger’ın yaşamını incelemek bizi, yaşamlarımızı yeniden değerlendirmekle, bağlantılarımızı gözden geçirmekle ve dürüstlüğümüzü ölçmekle yükümlü kılar.”

Tutunamayanlar'ın sesi



Ne kadar ürkek sesi... Kendini anlatırken bile tedirgin gibi sanki.


"Onlar utansın sonuçtan" diye kestirip attı. "Hangi onlar Selim?" dedim. "Onlar işte" dedi. "Onlar canım." "Onlar, onlar, onlar." "Öyle ya," dedim. "Onlar. Yani biz değil."

***

''When i was a little child
Bir yokluktu ankara
Aprés moi dull and wild
Town ne oldu que sera''

1 Haziran 2011 Çarşamba

Ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin?


Pınar Öğünç'ün haberini yazmıştım geçenlerde,  Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"ı yazdığı evden balyoz sesleri yükseliyor, yoksa yıkılıyor mu, yazık, ayıp diye. Balyoz seslerinin nedeninin yıkım değil, onarım olduğu anlaşılmış. Belki de erken feryat edilmiş, araştırılıp yazılsaymış daha iyi olurmuş ama olsun. Yıkılmayacak olması, bina sahibinin bu konuda bilinçli olması bir teselli elbette.

Merak ettiğim, burası nasıl bir müze olur ve buraya kaç kişi gider? Umarım pompalanıp duran, yurtiçinde susup dışarıda coşan Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'nden daha fazla kişi gider. Ama umudum yok. Ne de olsa popülerlik zor zanaat, di mi?

Oğuz Atay'ın dediği gibi: "Ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin?" 

Haberin tamamı altta.
  
Oğuz Atay için ne yapmalı?

'Tutunamayanlar'ın yazıldığı binadan bir süredir balyoz sesleri geliyordu. Oğuz Atay severler haberle huzursuzlanıp ayaklanmışken bina sahibi ortaya çıktı. Tolga Sobacı, bilmeden yaptığı 'edebi' yatırımı anlatırken ikinci katın akıbetini 'sevgili okuyucuya' soruyor

"Köyde oturduğum sırada bir gün ‘ilginizi umarak’ diye imzalanmış bir kitap gelmişti bana: ‘Tutunamayanlar’. Çok beğendiğim halde bunu Oğuz Atay’a bildirmek gereği duymamıştım. Böylesine güzel bir roman yazan birinin başkalarını da yazacağını, benim yargıma gereksinmeyeceğimi düşünmüştüm. Yıllar sonra bir tanıdığına benim için ‘Romanımla ilgilenmedi’ demiş. Bunu duyduğuma üzüldüm. Ölmemiş olsaydı ne yapar eder, onu bulur konuşurdum.”

Yusuf Atılgan 1984’te Nokta dergisine Oğuz Atay için bunları söylemişti. Ben de ‘Oğuz Atay’a Armağan’ kitabından (İletişim Yay.) okuyorum.

Böyle bir talihsizliği vardı Oğuz Atay’ın. Yazdıklarına dair çevresinin yargısına, takdirine hâlâ ihtiyaç duyarken, 43 yaşında çok erken öldü. Gönlünden geçen kadar insana ulaşamamış, hayal ettiği kadar patırtı yaratmamıştı yazdığı. Zamanında suları, safraları benzer Yusuf Atılgan’ın hakkındaki fikrini kulaklarıyla duyamadığı ‘Tutunamayanlar’ çok sonradan tutundu; Oğuz Atay sonradan tutuldu. Üzerine onlarca tez yazıldı, ‘tutunamamak’ Turgut Özben’i, Selim Işık’ı aşar gibi bir halin adı oldu.

‘Küçük hesaplar’ peşinde

Çarşamba günü ‘Oğuz Atay’ın evi de tutunamadı’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Beyoğlu, Hayriye Caddesi’nin 9 numarasına denk düşen binadan, Oğuz Atay’ın 1968’de Sevin Seydi’yle birlikte oturduğu ve ‘Tutunamayanlar’ın doğduğu o apartmandan balyoz sesleri yükseliyordu çünkü.
Birkaç nedenden iç burkucuydu bu sesler. Öncelikle sevdiğimiz yazarlarla kurduğumuz edebi ilişkinin romantizmiyle, Atay’ın daktilosundan kalkıp da önünde sigara yaktığı o ikinci kat penceresi bir başka görünmüştü gözüme. ıçimdeki Olric ‘Dursa ne olacaktı ki, mum mu dikecektin’ diye bu nevi hassaslıklarla dalga geçse de, oraya gıpgıcır bir bina dikilmesi ihtimali içimi bulandırmıştı.

Bunun ötesinde, inşaat mühendisi bir yazarın mahsulleri üzerinden bir şehirleşme modelinin altını çizmek istiyordum. ılla geçen yüzyıl başından tescilli tarihi eser olması gerekmiyor; son yıllarda bilhassa revaçta mahallelerde 60’larda, 70’lerde yapılmış bir sürü sapasağlam bina yıkılıyor. Neden? Kat sahipleri ortaklaşa karar verip diyorlar ki, dairemiz büyür, üzerine bir ebeveyn banyomuz olur, bir de ankastre mutfak taktırırız. Verelim bir müteahhite, çıkabildiği iki katı da kendi alsın... ış hesap kitapsa, öyle bir daire verip iki tane almak bile yok yani yekûnde. ‘Tutunamayanlar’ zaten bu ‘küçük hesapların’, bu yetinmez küçük burjuva muhayyilesinin romanı değil midir?

‘Kendimizi zincirlesek mi?’
Bu yazıya dair sosyal ve de bireysel iletişim metodlarıyla o kadar çok fikir beyan eden oldu ki inanamadım. Orhan Pamuk iki tür Oğuz Atay okurundan söz eder. 1. ‘Ah canım Selim!’ duyarlığına ilgi duyan kültür ve melodram düşkünü okur. 2. ‘Bat dünya bat’ sinizmini seven alaycı okur. Bir de buna ‘ıstanbul nereye gidiyor?’ kitlesini ekleyin. Hüzünden esef duymaya, imza toplamaktan apartman önüne kendilerini zincirlemeye varan çeşitlilikte tepki geldi. Bilmem Oğuz Atay nasıl bakardı bu işe?

Gelen mail’lerden biri ise biraz farklıydı. şöyle başlıyordu: “Merhaba Pınar Hanım. ismim Tolga Sobacı. Oğuz Atay’ın yaşamış olduğu binanın sahibiyim.”

Sobacı, fikren yazılanlara katılsa da bir düzeltme yapmak istiyordu. Bu muhtemelen birçok insanı da sevindirecek, yaklaşık bir buçuk ay önce başlayan inşaatta bir yıkım söz konusu olmadığını, sadece restorasyon yaptıklarından bahsediyordu:

‘Biz de sonradan öğrendik’
“Çatı tamamen işlevini yitirmiş, en üst katın tavanı çökmeye başlamış ve merdivenlerde de bina statiğini riske sokan çatlaklar oluşmuştu. Bina mevcut durumu muhafaza edilecek şekilde restore ediliyor ve yazınızda endişe ettiğiniz gibi binanın yıkılması veya iki kat eklenmesi gibi bir durum söz konusu değil. Tadilat belediyeden gerekli izinler alınarak yapılıyor. Binanın statik olarak güçlendirilebilmesi için belli noktalara güçlendirme yapılması gerekiyor. Bu esnada maalesef biraz balyoz sesi eşlik ediyor bu duruma. Yani Oğuz Atay’ın evinin tutunabilmesi için yapılıyor aslında şu anda yapılanlar.”
Üstelik restorasyon sonrası ikinci katı sıradan bir konut olarak değerlendirmek istemiyor ve soruyordu: Oğuz Atay için ne yapılabilir?

Ertesi sabah buluştuk. Bir iş toplantısından koşturarak gelmiş, 1973 doğumlu bir genç profesyonel... Ankara’da Mülkiye’yi bitirdikten sonra sekiz yıl ABD’de yaşamış, akademik kariyer yapmış. Dönünce de birtakım çokuluslu büyük şirketlerde iş hayatı başlamış.

Bundan iki-üç sene önce kardeşiyle birlikte yatırım amacıyla bu binayı satın aldıklarını anlatıyor. ımzaları attıklarında Oğuz Atay’ın bir dönem burada ikamet ettiğini bilmiyormuş. Hemen bitişikteki Apel Galeri’nin sahibi Nuran Terzioğlu anlatmış ikinci katın hikâyesini. Duyunca çok mutlu olduğunu itiraf ediyor.

Tutunamayanlar Apartmanı
Sobacı’nın bir okur olarak Oğuz Atay’la ilişkisi ‘Tutunamayanlar’ üzerinden sadece. ABD’de yaşadığı dönemde, yaz tatili için geldiği sırada, 1996’da okumaya başlamış. Dünyasının karanlığı biraz ürkütmüş onu. Sayfalarca noktasız malum cümle kalmış aklında. Dışarıdan heybetli görünse de bu apartmanın daireleri 50 metrekareden bile küçük. ‘Tutunamayanlar’a yakışacak bir büyüklük olarak tarif ediyor.

Bir süredir kullanılmadığı için içerisi harap halde olan apartmanda, esnaftan alınan malumata göre bir süre tinerciler yaşamış. Bir de kulağına gelen şehir efsanesine göre binada 30 küsur yıl yaşayan bir adamdan söz ediliyor; ‘eski kulağı kesiklerden’... Beyoğlu’ndaki her kavgaya koşar, yaralanana bir de pansuman yaparmış.
Tuhaf bir karakter...

Restorasyondan sonra diğer katları konut olarak kiralamayı düşünürken, bu ikinci katı sıradan bir daire gibi kullanmak istemediğini söylüyor Sobacı. Bir ara apartmanın adını ‘Tutunamayanlar’ koyma fikri gelmiş aklına, ama yaşayanlar için fazla depresif olabileceği ihtimalini de ekliyor. Depresyondan ne anladığınıza bağlı tabii.

Seneye 35. ölüm yıldönümü
Viyana’da turist olarak gezdiği Mozart’ın evi misali müzelerin, içlerindeki her tür yeniden üretilmişliğe karşın o şahsa dair fikir ve his verme yeteneğine sahip olduğu kanaatinde. Fakat sorular da mebzul miktarda... Gerekli olan bir Oğuz Atay müzesi mi? Yahut klasik müze tariflerinin ötesinde Oğuz Atay’a mahsus bir alan nasıl yaratılabilir? Hazır hemen iki sokak aşağıda kapılarını ziyaretçilere açmayı bekleyen Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ varken, şehrin tamamını kapsayan bir yazarlar evi rotası çizilebilir mi? Başka hangi yazarların, şairlerin evleri ayakta? Apartmanın ikinci katı ziyaretçi akışı için çok müsait olmazsa girişteki dükkân kısmı bir kültürel girişim olarak değerlendirilebilir mi? Ya da sadece o daire, belli süreler için kalmak isteyenlere düzenlenebilir mi? “Ben yazar olsam kesin orada bir gece geçirmek isterdim” diyor mesela Sobacı.

Arka arkaya çok fazla soru oldu. ınşaat planlandığı gibi giderse 60’lardan kalma bu apartman ekim ayında restore edilerek cilalanmış hale gelecek. 2012 yılının Atay’ın 35. ölüm yıldönümü olduğu düşünülürse, tüm bu sorulara cevap vermek için vakit var gibi görünüyor. Peki kim verecek bu cevapları? Öncelikle ailesi, kızı... Sonra dostları, sonra da onu yaştan azade ahbabı bilenler, sevenler...
‘Tutunamayanlar’ içinde ‘Ne yapmalı?’ diye bir bölüm vardır. Ben işte kendimi o son kategoriden hissetmekle, karşımda ‘Ne yapmalı?’ diye düşünen birinin meramını aktardım. Gelen fikirler arasındaki trafiği sağlama vazifesi şimdilik bizde olsun.

Neşriyat bilgisi
Oğuz Atay’ın bütün eserlerini ıletişim Yayınları basıyor. ‘Bir Bilim Adamının Romanı’, ‘Eylembilim’, ‘Günlük’, ‘Korkuyu Beklerken’, ‘Oyunlarla Yaşayanlar’, ‘Tehlikeli Oyunlar’ ve ‘Tutunamayanlar’ dışında Atay’a dair derlemeler de mevcut. ‘Oğuz Atay’a Armağan-Türk Edebiyatının ‘Oyun/Bozan’ı’ (Haz. Handan İnci), ‘Oğuz Atay için - Bir Sempozyum’ (Haz. Handan İnci-Elif Türker), ‘Ben Buradayım -Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası’ (Yıldız Ecevit). 1989 basımı ‘Oğuz Atay’ın Dünyası’ (Tatjana Seyppel) sahaflarda bulunabilir. Yanda ortadaki, o dönemki sevgilisi ressam Sevin Seydi’nin yaptığı ilk kapak.

Bu arada Notos dergisinin Haziran-Temmuz sayısında bir Oğuz Atay dosyası mevcut. İlgililere duyurulur.

25 Şubat 2011 Cuma

Günlerin Köpüğü

“Okuduğum en acayip kitap hangisiydi?” diye düşündüm biraz önce. (Evet, ofiste çok sıkılınca böyle şeyler düşünüyorum ben. Çantamdaki kitabı açıp ayaklarımı da masama uzatarak kitap okumak istiyorum bazen.) Güzel, sürükleyici, heyecanlı vs değil; acayip, ilginç. Ve sanırım cevap Boris Vian’ın “Günlerin Köpüğü”. Şaşırtıcıydı. Sürprizliydi.




Nasıl bir kitap ki bu; akciğerinde nilüfer çiçeği büyüyen ve bu yüzden su içemeyen sevgili, hastalığın üzüntüsüyle küçülüp daralan bir ev, alçalan tavan ve her şeyden nefisi, piyonokteyl. Farklı şarkılar çalarken her notasındaki gizli içkilerle farklı kokteyller yapan piyano!
Vian’ın caz tutkusu meşhur, ama bu icat inanılmaz. Nasıl bir düş gücü… Bir de ayrıntılarıyla anlatılmış yemek tarifleri. Evde “Ne pişirsem?” diye düşünürken çeşmeden gelen yayın balığını yakalamak ilginç olabilirdi. “Fareler gündüz gürültü yapmaz ve yalnız koridorda oynarlardı.”Ama kedi varken, ev hayvanı (arkadaşı?) olarak fare almayayım ben, kalsın…

Boris Vian şarkıları dinlemek için...


Çok sevmiştim ama kitabın ayrıntılarının hafızamda silikleştiğini fark ettim şimdi. Okumalı yeniden.

“Kimse bizi görmüyor artık!” dedi Colin.

12 Ekim 2010 Salı

Teknoloji, selülozu öldürür mü?

Teknoloji gelişmekte; i-pod, i-phone, i-pad, i-book... Bir i-çılgınlıktır gidiyor. Bunlardan sadece i-pod'a sahibim, kendimi çok da Apple delisi hissetmiyorum. Neyse, konumuz bu değil.

Tartışılan bir mevzu var, o da şu ki; internet ya da dijital teknoloji basılı gazeteyi, kitabı, dergiyi öldürür mü? "Belki öldürmez ama süründürür" diyenler de mevcut. Bu, "Sinema tiyatroyu öldürür mü?" geyiğine benziyor. Açıkçası gazetelerin internet versiyonlarını pek sevemedim. Pratik olduğuna şüphe yok; elleri boyamıyor, yer kaplamıyor, vapurda filan yanda oturanın burnuna sokmadan da okunabiliyor; e pek güzel. Ama sürekli bir videoya bakın uyarısı, banner'lar, pop up'lar, yanıp sönen bir şeyler, fotoğrafa tıklayın'lar... Cancanlı, kımıl kımıl. Dikkati sürekli dağıtan bir şeyler...


Tutucu değilim, bak magazine pek sevdiğim bir dergidir misal. Sayfa çevirme efekti bile var. Aynı zamanda altkitap da sevdiğim sitelerdendir. Online yayınevi. İndir kitabı, oku; mis. Ücret ödeme. Üstelik korsan da değil, 10 yıllık bir oluşum. Kuruluş hikayesi burada. Sevdiğim yazarlardan Ayfer Tunç'un işleri ise şurada. Roman, deneme, anlatı, ne ararsanız...

Evet, evde, kanepede, yatakta, vapurda, trende, serviste, otobüste... kitap okumayı; kitabın sayfalarını çevirmeyi, elimde kağıdını hissetmeyi severim. Haftasonları bir sürü gazete alıp içlerinden matruşka misali çıkan ekleri karıştırmayı da. Selülozun kokusu başka.



Bilemiyorum, belki de alışırım bir gün bu elektronik kitaplara, dergilere... Ağaç kesilmeden okunan, ertesi gün çöp olmayan şeylere... Ama ya alışkanlıklar?

7 Ekim 2010 Perşembe

Kadınlar neden yazdıkları hiçbir mektubu göndermezler?



Bu soruyu pek sormadım kendime aslında. Mektup yazmayı severim, hatırladığım kadarıyla yazdıklarımın çoğunu (hatta hepsini) gönderdim. Gitmeleri gereken yere ulaştılar sanırım. Gerçi yazıldığı anda yazandaki hisler, karşıdaki kişiye tam anlamıyla geçiyor mu, bilinmez. Mektup böyle bir şey; gönderilir, saklanır. Güzel bir şeydir, değerlidir benim için. Yıllar sonra açıp okunur, şaşırılır...

Başlıktaki soruyu düşünürsek, korkudan göndermiyor olabilirler. Bir an için döktükleri içlerini, birine tamamen açmak, bazıları için teslimiyet anlamına geliyor olabilir. "O kadar da belli etmeyeyim hislerimi, dur açık etmeyeyim hemen" diyorlardır belki o bir türlü açamadıkları içlerinden. Ne de olsa devir, gizem devri. Bu kadar afişe ediliyorken her şey, nasıl saklanılabiliyorsa? Ya da belki de kendilerine yazıyorlardır. Kendileriyle yüzleşmek için. Sonra da göndermeye kıyamıyorlardır.

Cevabı meçhul bu soru, bir kitap adı. Yazarı Darian Leader. Kadınlarla erkekleri; arasında aşk, ben değeri, hayata bakış, beklentiler, karşı cinse yaklaşım açısından değerlendirip karşılaştırmaya çalışmış. Kadınlara dair şu tür sorular sormuş, aynı zamanda psikanalist olan Darian Leader:


"Bir kadın herhangi bir soruya aldığı bir cevapla yetinirken, 'Beni seviyor musun?' sorusuna neden sürekli cevap ister? Ve neden 'Ne kadar seviyorsun?' sorusunun cevabını 'Ya! Demek o kadar!' düşüncesiyle karşılayıp 'O kadar'ı bir türlü yeterli bulmaz?"

"Karşısında kanlı-canlı, kendisi ile birlikte olmak isteyen efendi adamlar varken neden abuk subuk hayali belki de ölü adamların peşindedir?"
Hmm, zor sorular...


Kitapta şöyle de bir bölüm geçiyordu:

"Bir cümleyi bitirmemek çoğunlukla, kişinin belli bir dilsel temsilin eşdeğeri ya da özdesi olmadığını; kendisinin, söylediklerinden daha fazla bir şey olduğunu göstermek için kelimelerle tanımlamak konusundaki tereddütüne bir işaret olabilir. Kadınlar da erkekler de varoluşlarının kelimelere indirgenemez olduğunu bilir; fakat erkekler varoluşu tam da buna indirgemek için ellerinden geleni yapar."

Peki kitap başlıktaki sorunun cevabını veriyor mu? Pek sayılmaz...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Aslı Erdoğan

Aslı Erdoğan, sevdiğim bir yazar. Benim için tanıdık biri ya da yakınımmış gibi. Onu ilk nasıl okumaya karar verdim, nasıl keşfettim istiridye içindeki bu inciyi, hatırlamıyorum. Okuduğum ilk kitabı "Kabuk Adam"dı sanırım. Çarpılmıştım. Sonra "Mucizevi Mandarin" ve "Kırmızı Pelerinli Kent" geldi. Ve yutarcasına, soluk almadan diğer kitaplarını da okudum. Radikal'deki yazılarını da takip ederdim. Sonra onun yazılarını kesmeye, kırpmaya başladılar. O da ayrıldı. Ya da gazete yönetimi ayrılmaya zorladı. Ayrıksı bir kalem olarak kaldı hep. Yabani olarak adlandırılsa da cesur ve duyarlı... Narin ve hüzünlü... İçten ama kapalı kutu, efsunlu. Nedense bazıları sadece kadınlığı, mavi gözleri ve güzelliğiyle ilgilense de, onlardan çok ama çok fazlası...



Onunla birkaç kez röportaj yapmıştım, sonrasında bu buluşmalarımız söyleşiden sohbete dönmeye başladı. Ses kayıt cihazı kapansa da konuşmaya devam ediyorduk, konu konuyu açıyordu. Evinde fotoğraf çekimi yapmıştık, Brezilya'dan aldığı bir kolyeyi hediye etmişti bana. Yerli işi. Hâlâ saklarım. Karışık ama hoş bir evi vardı. Her tarafta kitaplar, kağıtlar, ağzına kadar dolu küllükler... 

Sonra birlikte olma gafletinde bulunduğu bir adam, ki yazar geçinenlerden, onunla ilişkisini afişe eden, mahremiyetine saygısız açıklamalar yaptı. Bir de bunları roman diye yazdı. Tam bir iğrençlik örneği.  "Adına roman yazılan kadın" yaftasıyla mahremiyeti zedelendi, özel yaşamı ortalığa saçıldı. Kızdı, kırıldı. İnsanlar kitap yazmayı, satsın diye rezilliklere imza atmayı bu kadar kolay sanıyorlar, bu kadar ucuzlar işte. Bunu da edebiyat sanıyorlar işin kötüsü. Kitapları satsın diye yaygara yapan, billboard'lara çıkmaya meraklı biri olmadı hiçbir zaman. Best seller zırvasına kaptırmadı kendini. Sessiz ve derinden ilerledi, ağır ağır... Derdi hep edebiyat oldu. Fiziği ve baleyi uğruna bıraktığı edebiyatı da hakkıyla yaptı, yapıyor. Sadık ama onun popüler olmasını istemeyen, sessizce büyüyen bir kitle takip etti onu gittiği her yerde. Ben de onlardan biriyim. 



Bana Tezer Özlü ve Nilgün Marmara'yı anımsattı. Peşpeşe çıktıkça kitapları, dikkat çekmeye başladı. Fransa'daki Actes Sud Yayınevi kitaplarını bastı. Ki Yaşar Kemal, Orhan Pamuk gibi yazarlar dışında kitaplarını bastıkları tek yazardı Aslı. Sonra Norveç'teki Gyldendal Yayınevi bastı kitaplarını, hem de Marg serisinde. Soft Skull Yayınevi'nin Türkiye'den yayımladığı ilk isim oldu. Bir sürü ödül aldı yurtdışında. Le Monde ondan övgüyle bahsetti. Life dergisi "Geleceğin 50 yazarı" arasında gösterdi. Bunlar pek bilinmiyor. Neden? Arkasında bir torpil güruhu, menejer ve basın-yayın-imaj danışma grubu yok da ondan.  

Kadın yazar ayrımını sevmese de o da buna maruz kaldı işte. Bence Elif Şafak ile alakası yok, onun gibi popülerleşme, her şeyi kitaba çevirme derdi de yok. Daha ince bir imbikten süzüyor yazdıklarını, kalemi farklı.



Radikal'de tekrar yazmaya başlamasına ve 56. Sait Faik Hikaye Armağını'nı almasına çok sevindim. Kıymeti bilinmiyor. Ama bilinirse de, onu çalıp kirletirler diye korkuyorum. Sadece turistlerin bildiği bakir bir koyun yabanilerce istila edilip mahvedilmesinden korktuğum gibi hem de. Kimse bilmesin... ama değeri de bilinsin. Nasıl olacaksa?

"Yazmak bir yolculuktu benim için, hedefsiz bir yolculuk. Yollar, sokaklar, duraklar ve insanlar. Hepsi birer anahtardı, ama hangi kapıya uyduklarını bilmiyordum. Dünya çağırmıyordu beni, onun için öğrendim onu çağırmayı. Renkleri ve gölgeleriyle... Ben de içindeyim, diyebilmek için, hepsini ışığa dönüştürebilmek için."

*

"Hayat bir insandan yüzünü çalabilir, bedenini, ruhunu hatta trajedisini... Ama acısıyla yalnızlığını çalamaz. Benim buna karşılık tek yapabileceğim, hayatın seslerine ve sessizliğine olanca geçirgenliğimle açılmak."

*

"Bugün artık biliyorum: Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız."

2 Mayıs 2010 Pazar

Nilgün Marmara, bir siyah kuğu

Bu gece hayaletlerden açıldı madem laf, devam edelim. Daha önce başka bir yerde andığım biriyle, Nilgün Marmara'yla. Onu daha başka türlü yazamam gibi geliyor, yazıyı ufak değişikliklerle buraya almayı seçiyorum. Huzursuz bir ruhtu Nilgün Marmara. Kırılgan ve hassas... Siyah bir kuğuydu sanki.

Ne zaman okudum ilk kez Nilgün Marmara'yı, bilmiyorum. Ama Tezer Özlü ve Aslı Erdoğan'ı ilk okuduğumda olduğu gibi kekremsi bir tat bırakmıştı sanki ağzımda. Hani böyle kağıt keser de acır ya, öyle... Kelimeleri boğazıma takılmıştı; yutsam mı, geri mi bıraksam yerine, bilememiştim. "Kırmızı Kahverengi Defter"ini aldım sonra, okudum okudum ve düşündüm de, ne acıttı acaba canını bu kadar? 


Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'nı bitirdi. 29 yaşında, 13 Ekim 1987'de de evinin balkonundan atlayarak başka bir şeyi bitirdi, hayatına son vermeyi seçti; arkasında şiirler, defterler bırakarak... Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1980), Metinler (1990), Kırmızı Kahverengi Defter (1993)... İkincisi hariç hepsini okudum, yine de dokunamadım yarasına. Yanına bile yaklaşamadım dokunmanın.
"Kuğu Ezgisi" şiirinden midir, yoksa hüzünlü gözüktüğü fotoğraflarındaki zarafetinden midir bilmem, bana hep kuğuyu anımsattı. Düşündüm, benden az yaşadığı bu hayatta, birçok şey bırakmış ve sonra da çekip gitmiş. Dönüş zamanını kendisinin seçtiği bir yolculuğu yaşamış.


"Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!"
demiş. 

Sonra da
"(...) Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
Ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
Sevda ile seslenir sizlere!"
diye eklemiş.

Bir şeylere ulaşamamış belli ki, dilediğince olmamış bir şeyler. Kırılmış, incinmiş... Sylvia Plath'i severmiş, onun üzerine çalışmalar yaptıktan sonra sonu da Plath gibi olmuş ne yazık ki. Kendini "paniğini kukla yapmış hasta bir çocuk" diye tanımlamasının ardında ne yatar, bilemeyiz. Anca şiirlerinden sürebiliriz izini.


Oruç Aruoba demiş ki onun için:

Bulamayan Nilgün'ün anısına
"İsteyerek ölen kişi ile istemeden ölen insan
arasında, temelden, kökten bir fark vardır:-
İlki, her şeyin ötesine geçmiş olmakla, huzurludur;
ötekiyse, hiçbir şeyi çözememiş olmakla, huzursuz...
'Bitmeyen sükunlu gece' ile 'kabir azabı'
arasındaki fark da bu farkta yatsa gerek..."
Nilgün Marmara ise bir şiirinde hep düşündüğüm maskeler üzerine deyivermiş:

"Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
Hepiniz mezarısınız kendinizin...'' (Biraz, mezarlarınıza tüküreceğim diyen Boris Vian'a öykünmüş belki)
Yaralıymış, dünyayla, belki kendiyle... Derdi varmış.

"Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden,
Kendimi bulamıyorum
Dönüp gelip kendime
yerleşemiyorum,
Kendimi bir yer edinemiyorum,
Kendime bir yer...

Kafatasımın içini,
bir küçük huzur adına
aynalarla kaplattım
Ölü ben'im kendini izlesin her yandan,
o tuhaf sır içinden!"

Ve bu hassas kız çocuğu, hüzün gözlü kadın, "30'una değmeden" gitti. Çığlık bile atmadan...
Cemal Süreya üzülmüş. Hem de çok... Onu, ölümünü anlatmış, hem de pek... (güzel, acı?) anlatmış.

"Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi.
Çok değişik bir insandı Zelda (bir adı da Zelda’ydı). Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alanır, bakışlarına çok güzel, ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha.

Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu.
Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememiştim. Bugün ortaya çıkıyor"

23 Mart 2010 Salı

Her Yerden Çok Uzakta (Ursula K. Le Guin)


"Very far away from anywhere else"/ Her Yerden Çok Uzakta. İncecik bir kitap, ama bir anda içine alıyor okuyanı. İki gencin birbirlerini, aşkı, kendilerini ve hayatı tanıma/bulma süreçleri... Böyle deyiverince olmuyor tabii, okumak lazım. Zaten 95 sayfacık, su gibi geçiyor.

"Önceden de oldu yüce anlarım.
Bir kez geceleyin parkta yürürken,
yağmur altında, güzün.
Bir kez çöl ortasında, yıldızlar altında,
ekseni üzerinde dönen
yeryuvarına döndüğüm gün.
Kimileyin düşünürken,
sadece düşünüp tartarken olan biteni.
Ama hep yalnız.
Kendi başıma.
Bu kez yalnız değildim.
Yüce dağ başında bir arkadaş vardı
yanımda.
Natalie.
Birşey yok "hiçbirşey" yok bundan üstün.
Ömrümce görmezsem de bir daha,
eh diyebilirim yine de:
Bir kez orada bulundum"

Kitaptaki erkek kahramanımız Owen, Natalie'ye aşık olmaya "karar verir". Mühim nokta bu.

"Tekrar güldü ve bana baktı. Sadece bir saniye. Ama baktı ve gördü. Kendisinin neye benzediğini görmek için bakmıyordu bana, benim neye benzediğimi görmek için bakıyordu. Benim için son derece sıra dışı bir şeydi bu..."

"Daha yıllarca yaşamam gerekiyor, bunu nasıl becereceğimi bilmiyorum."

" Korkuyorum, dedim.
Paltomun içine doğru, 'Neden?' diye sordu.
Yaşamaktan."