Aslında yazacak halim yoktu. Kafam uğulduyor şu an. Bloga bakacak halim olsaydı önceden, eski sevgilisi tarafından bıçaklanıp boğazı kesilen ve hayatta kalmaya çalışan Tuba Korkmaz'ı yazacaktım. Sıra gelir belki bir gün. Ama şu an bir şey düşünemiyorum.
Yukarıdaki fotoğrafa bakıyorum. 2016'da bombalı saldırı olmayan ay yok. Yer isimleri değişiyor, terör lanetleniyor; sonra bir yenisi. Yine. Suruç, Ankara, Sultanahmet, Ankara, yine Ankara, Taksim, Bursa, Gaziantep, Vezneciler, Atatürk Havalimanı... Bir sonraki ne zaman, nerede? Biz bilmiyoruz. Ama bilenler var ve o günü iple çekiyorlar.
Dün gece Atatürk Havalimanı'nda patlatılan bombalar, canlı bombalar tarafından kalaşnikofla taranan insanlarla ilgili haberleri okuyorum deli gibi. İçim sıkışıyor. Üzüntü, şok, tedirginlik, korku, öfke...
Öfkenin bir kısmı da ofistekilere. Şu an deli bir goygoyla, patlamada olanları kahkahalarla anlatan, komiklik yapmak için birbiriyle yarışan, bayramda yurtdışına gidecek olup"Gidip de dönmemek var, ho ho!" , kalacak olup da "Belki sen bizi bulamazsın, ha ha!" diyenlerin ağzına kürekle vurmak istiyorum. "MANYAK MISINIZ? KOMİK OLAN NEDİR ULAN?" diye bağırmak istiyorum. Ama susuyorum. Yorgunum. Giden can sizinki değil nasılsa değil mi, vur patlasın çal oynasın...
Ofis ortamına uyumsuz biri olarak, iğrenç muhabbetlerini duymamak için kulaklığımı taktım müzik dinliyorum. Kaçacak yerim yok. Çok acayip bir yer oldu dünya, çok acayip insanlar olduk biz. İnsanlar ölmüş, bir sürü yaralı var; çocuklar kan içinde, insanların parçalanmış bedenlerinin fotoğrafları dolanıyor internette; bu neyin neşesi, neyin eğlencesi?!
Bir yandan insanları böyle bir günde bedava taşıyacaklarına, adam başı 100 TL isteyip sadece yabancı turistleri alan taksiciler... Öbür yandan "Sosyal medyada olayla ilgili paylaşım yapmayın, yaralı-ölü sayısı vermeyin" diye mail atan müdürüm. Yaralı-ölü sayısı vermeyin, çünkü o sayılar manipüle edilip öyle servis edilecek basına. Bizim içimiz çürümüş.
Bir şey söyleyen, düşünen yerlerim ağrıyor. İnsanları anlamaktan vazgeçmeye çok yakınım bu ara. Böcekler gibi kabul ettim sanırım, onlarla birlikte yaşamak zorunda olduğum ve müdahale de edemediğim sevimsiz şeyler gibi. Yok edemiyorum, sadece zarar vermemeleri için uğraşıyorum.
Ne olduğunu anlamadıkları bir saldırıda hayatını kaybedenler içinse ne diyeceğimi bilemiyorum. Size 'şehit' denmesini anlayamıyorum. Savaşta değildiniz, işinizin başında olan görevliler ya da hasta ziyaretine/cenazeye/tatile/toplantıya/konferansa/sevgilisini ya da ailesini görmeye giden insanlardınız. Artık yoksunuz.
korkunç şeyler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
korkunç şeyler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
29 Haziran 2016 Çarşamba
12 Ağustos 2014 Salı
Goodbye captain, my captain...
"Günaydın Vietnaaaaaaaaaam!" Bu ses de sustu. Söyleyeni göçüp gitti bu diyarlardan.
Sabah sabah üzücü bir haberle uyandım. Bu akıllı telefonlar daha yüzünü yıkamadan felaket haberlerini de getiriyor insana. Robin Williams evinde ölü bulunmuş. İntihar ettiği, kendini astığı söyleniyor. Çok fena, gerçi ölümün her türlüsü korkunç. Diyecek bir şey yok. Başarı, şöhret ve yaratıcılığın depresyonla kol kola gezmesi ilk değil.
Ünlü, sevilen kişilerin mutlu olduğu düşünülür ya... Kardeşim paran var, seni seven bir sürü insan, ailen var; ünlüsün, nedir derdin yani? Değil işte. Bu kocaman bir klişe. Fıkradaki, herkesi güldürüp de kendi delice mutsuz olan palyaço gibi. Psikolojik/psikiyatrik destek alıyormuş zaten, tedavi yetmemiş demek ki. İnsanın içinde neler olup bittiğini anlamak kolay değil, eminim çabalamıştır.
Robin Williams, sevdiğim bir aktördü. Özellikle "Ölü Ozanlar Derneği", "Can Dostum", "Uyanışlar", "Balıkçı Kral", "Kanca", "Günaydın Vietnam" filmlerindeki rolleri ve daha bir sürüsü... Hele ÖOD, defalarca, ağlayarak izlediğim bir filmdi. Kitabını da çok severdim. Çocukluğumun ya da gençliğimin bir kısmı kopup gitmiş gibi hissettim sabah haberi öğrenince. İnsan, tanımadığı birinin kaybına bu kadar üzüleceğini tahmin edemiyor.
Robin Williams, sevdiğim bir aktördü. Özellikle "Ölü Ozanlar Derneği", "Can Dostum", "Uyanışlar", "Balıkçı Kral", "Kanca", "Günaydın Vietnam" filmlerindeki rolleri ve daha bir sürüsü... Hele ÖOD, defalarca, ağlayarak izlediğim bir filmdi. Kitabını da çok severdim. Çocukluğumun ya da gençliğimin bir kısmı kopup gitmiş gibi hissettim sabah haberi öğrenince. İnsan, tanımadığı birinin kaybına bu kadar üzüleceğini tahmin edemiyor.
Fotoğraflarına bakarken, en çok şu lafının olduğu kare içimi burktu. "Eskiden bu hayatta en kötü şeyin yapayalnız kalmak olduğunu düşünürdüm. Değil! Hayattaki en kötü şey; seni yalnız hissettiren insanların arasında kalmak." Sırtında kahkaha yüküyle gezen hüzünlü bir adammış Robin Williams. Ruhu huzur içinde olsun.
İntiharı kesinleştikten sonra şöyle bir de yazı okudum, çok doğru tespitler içeriyordu. Yani 'aman işte uyuşturucu' demeden önce bir hastalık yüzünden bunlarla başa çıkamadığını bilmek önemli. "Yaşadığı güçlüklere, savaştığı hastalığına ve tüm zorluklarına rağmen iyi bir insan, iyi bir eş ve baba, hepimizi güldüren, düşündüren çok yaratıcı bir komedi dehası olabildi."
"Onun ölümüne değil, yaşamına hürmet edip nasıl öldüğüyle değl, nasıl yaşadığıyla ilgili konuşabiliriz."
İntiharı kesinleştikten sonra şöyle bir de yazı okudum, çok doğru tespitler içeriyordu. Yani 'aman işte uyuşturucu' demeden önce bir hastalık yüzünden bunlarla başa çıkamadığını bilmek önemli. "Yaşadığı güçlüklere, savaştığı hastalığına ve tüm zorluklarına rağmen iyi bir insan, iyi bir eş ve baba, hepimizi güldüren, düşündüren çok yaratıcı bir komedi dehası olabildi."
"Onun ölümüne değil, yaşamına hürmet edip nasıl öldüğüyle değl, nasıl yaşadığıyla ilgili konuşabiliriz."
Güle güle kaptan, bizim kaptan...
2 Temmuz 2014 Çarşamba
Yangın yerinde yaşamak
'Sivas davası düştü' haberini, "Ülkemiz ve
milletimiz için hayırlı olsun" yorumuyla karşılayan 'biri'nin
cumhurbaşkanlığı adaylığını tartışırken biz, yanan hayatların yarası kapanmıyor, acıları küllenmiyor ki...
"Yaşamak bu yangın yerinde,
Hergün yeniden ölerek.
Zalimin elinde tutsak,
Cahile kurban olarak.
Yalanla kirlenmiş havada,
Güçlükle soluk alarak.
Savunmak gerçeği, çoğu kez
Yalnızlığını bilerek.
Korkağı, döneği, suskunu
Görüp de öfkeyle dolarak.
Toplanır ölü arkadaşlar,
Her biri bir yerden gelerek.
Kiminin boynunda ilmeği,
Kimi kanını silerek.
Kucaklıyor beni Metin Altıok,
Aldırma diyor gülerek.
Yaşamak görevdir yangın yerinde
Yaşamak insan kalarak…"
2 Temmuz 93 Sivas Katliamı
Unutmadık...
Hergün yeniden ölerek.
Zalimin elinde tutsak,
Cahile kurban olarak.
Yalanla kirlenmiş havada,
Güçlükle soluk alarak.
Savunmak gerçeği, çoğu kez
Yalnızlığını bilerek.
Korkağı, döneği, suskunu
Görüp de öfkeyle dolarak.
Toplanır ölü arkadaşlar,
Her biri bir yerden gelerek.
Kiminin boynunda ilmeği,
Kimi kanını silerek.
Kucaklıyor beni Metin Altıok,
Aldırma diyor gülerek.
Yaşamak görevdir yangın yerinde
Yaşamak insan kalarak…"
2 Temmuz 93 Sivas Katliamı
Unutmadık...
Otelin
merdivenlerinde oturmuş Behçet Aysan, önünde bir yangın söndürme tüpü,
hemen arkasında güzeller güzeli Uğur Kaynar, onun hemen yanında ise
elinde küçücük bir fırça ile kendini savunacak olan Metin Altıok...
O merdivenlerin, o duvarların dışında ağızlarından köpükler saça saça kudurmuş şeriatçı ortaçağcı bir kitle...
Bu adamlar o kadar insanlar ki, kendilerini birazdan ateşe verecek bu katillere karşı bile kendilerini küçücük bir yangın tüpü ve fırça ile savunmaya çalışacaklardı kimsenin canı yanmasın diye...
Bu fotoğrafın çekilmesinden yalnızca birkaç saat sonra aramızda değildi üç güzel insan. O eller bir daha kalem tutamadı, sazını çalamadı...
Ama o canları yakan eller yine yaktı, yine yıktı.
İnsanlık zaman aşımına uğradı!
2 Temmuz'u unutma, unutturma!
(Nesteren Genç)
Sivas için yakılan ağıtlar...
Bu adamlar o kadar insanlar ki, kendilerini birazdan ateşe verecek bu katillere karşı bile kendilerini küçücük bir yangın tüpü ve fırça ile savunmaya çalışacaklardı kimsenin canı yanmasın diye...
Bu fotoğrafın çekilmesinden yalnızca birkaç saat sonra aramızda değildi üç güzel insan. O eller bir daha kalem tutamadı, sazını çalamadı...
Ama o canları yakan eller yine yaktı, yine yıktı.
İnsanlık zaman aşımına uğradı!
2 Temmuz'u unutma, unutturma!
(Nesteren Genç)
Sivas için yakılan ağıtlar...
10 Haziran 2014 Salı
Elveda Robinson
İstiklal Caddesi'nde daha fazla kebapçıya, çorapçı-doncuya, daha çok AVM'ye ihtiyaç var mı; hiç sanmıyorum. İstiklal'in o ağaçlı, cafe'li, kitapçılı (İstavrit vs varkenki) halini özlüyorum. Ve anane gibi bunları sanki 40 yıl öncesinde kalmış gibi hayıflanarak hatırlamak da canımı sıkıyor.
Robinson, 389 numaradan Salt Beyoğlu'nun 4. katına taşınıyor. Basit bir taşınma gibi olsa keşke bu, ama değil. Kirası o kadar yükseldi ki, karşılaması imkansız hale geldi. RobKart'lar, onca çaba da kurtarmaya yetmedi ne yazık ki. Neyse ki kapanmıyor diye kendimizi avutmamız bekleniyor sanırım. Diğer Salt'taki yeri de duracak, ama onunla özdeşleşmiş yerini hangi garabetle ya da zevksiz şeyle dolduracaklar merak ediyorum. Kibar ve afilli bir bar da olsa, şahane bir restoran da yapılsa yerine; hissiyatım değişmeyecek.
Bazıları için önemsiz olabilir, şişirilen ya da başka yere çekilen gündem arasında entel sıkıntısı olarak addedilebilir Robinson'un başına gelenler. Ama bir kenti kent yapan da böyle şeyler. Sonradan kondurulan suni, tatsız kokusuz hilkat garibeleri değil. Bu kentte yaşayanlar olarak yıllardır kandırılmaktan, çirkin ve beton bir kente tıkılmaktan yorulmadınız mı? "Gezi zekalı" diye yaftalanarak 3. köprü ve ağaç katili olan ama dünyanın en büyüğü diye gazlanan 3. havaalanını eleştirdiğinizde, çevreye verilecek geri döndürülmez zararları söylediğinizde gelişmişlik karşıtı gibi gösterilmeye çalışılmaktan bıkmadınız mı?Ben bıktım ve de yoruldum. Doğduğum, yaşadığım kentten nefret eder hale geldim. Verdiğiniz zarar, tamir edilebilir ya da geri döndürülebilir gibi değil artık.
5 Haziran 2014 Perşembe
Ethem, Ali İsmail
Twitter'da bunu gördüğümde uzun süre bakakaldım ekrana. O amca gibi oturup bi sigara yakmak istedim. Yere çömelip, ellerimi başımın arasına alıp. Sonra Ethem'in annesinin dedikleri geldi aklıma. "Ben hala oğlumu bekliyorum, bir yıl oldu oğlum gelmedi. Kokusunu özledim. Yiğit çocuktu benim oğlum, haksızlığa hiç gelemezdi." Ama olmadı işte, yaşatmadılar Ethem'i. Katili çekmedi cezasını.
Peki ya İsmail'in annesi? Ne acıdır ki bu ülke bir anneye "Keşke oğlumu kurşunlasalardı da, döverek
öldürmeselerdi" gibi bir cümleyi söylettirdi! Taş gibi ağır bir cümle. Evladının ölümünü kaldırmak, içi yanmadan o duruşmalara gidip oğlunun canını alanların yüzüne bakmak! Adına vakıf kurdular Ali İsmail'in, ALİKEV. Umarım artık insanlar polis şiddetinden can vermez bu ülkede. O günleri de görürüz belki.
Bunları anlamak, bunlara üzülmek için anne olmak gerekmiyor. Herhangi ve iyi birileriydi Ali İsmail de Ethem de. Annelerinin kuzusuydular. Kardeşimiz de olabilirlerdi, arkadaşımız da. Bu ülkede nefes alınacak günler de gelir elbet bir gün. Umarım.
26 Mayıs 2014 Pazartesi
Burcu...
Memleketçe delirdiğimiz artık tescillendi. Tepeden tırnağa vicdansızlaşarak akıl sağlığımızı yitiriyoruz. Ama acımasızlığımız, hepsinden beter.
Genç bir kadın, Boğaziçi Köprüsü'nden atlayıp intihar etmiş. Çırılçıplak. Üstünde giysi yok, kimlik yok. O yüzden bilinmiyor kim olduğu. 20-25 yaşlarında olduğu tahmin ediliyor. Sahil Güvenlik ekipleri sudan yaralı olarak çıkarıyor, Şişli Etfal Hastanesi'ne kaldırıyorlar ama kurtarılamıyor. Kim olduğu hala meçhul. Belki tanınmak, bulunmak istemediği için o halde Boğaz'ın sularına bırakmış kendini diye tahminde bulundum kendimce. Ne anlarım ki acısını, diyorum sonra... Geldiği gibi yalın gitmek istemiş bu dünyadan, buymuş giysisiz olmasının sebebi.
Fotoğrafı şuraya iliştiriyorum, muhtemelen köprüdeki Mobese kamerasının görüntüsü. Bulanıklaştırılmış ama yine de popo görmekten rahatsız olan varsa bakmasın. Şov yapmaya çalışmadığı, kararlı olduğu anlaşılıyor. Hiç tereddüt yok. Bir anda olup bitiyor her şey.
Birçok haber kanalı ise gencecik bir insanın intihar etmesini, hayattan vazgeçmesini, intihardan başka çıkar yol bulamayacak kadar çaresiz hissetmesini değil de 'çıplak' oluşunu dert etmiş kendine. Tekrar ediyorum, kız hayatını kaybetmiş. Bir can gitmiş yani. Kim bilir ailesi, arkadaşları nasıl haberdar oldu durumdan? Kim bilir nasıl perişan oldular? Korkunç.
Ama olsun, çıplakmış. Her yanı görünüyormuş yani, uuu... Yani insan intihar da etse, üstüne usturuplu edepli bir şey giyer değil mi ama? Bir sürü kamera filan orada ne de olsa. Ayıptır. Hem biz milletçe hassasız bu konularda; ar, edep, namus... Ahlaklıyız sanırken aslında dedikleri gibi "Ülke olarak o kadar ahlaksızlaştık, o kadar
ölümleri kanıksadık ki gencecik bir insanın neden intihar ettiğini yazan
gazeteler değil, çıplak olmasından dem vuran gazeteleri okuyoruz" Korkunç insanlara dönüşüyoruz hakkaten.
Sonrasında kimliği belli olmuş genç kızın. Burcu... Burcu Namlı. 34 yaşındaymış. Kuzeni Deniz de basına ve kamuoyuna alttaki metni göndermiş. Okuyalım, utanalım diye... Burcu'yu tanımazdım, Deniz'i de. Ortak arkadaşlarımız varmış, öyle haberdar oldum yazıp paylaştığı bu yazıdan. Kokuşmuş basınımızın hali ortada, insanlar canları bu kadar yanmışken, bir de bunları yazmak zorunda hissetmiş kendini.
Çok üzücü, öte yandan ölümü tercih etme konusunda kafam karışık. Acımaya hakkımız yok belki de. Bunu tercih etmiş, kararına saygı duymalı. Ama insanın içi, tanımasa da kocaman bir cııızz ediyor. Ruhun huzur içinde olsun Burcu...
Sonrasında kimliği belli olmuş genç kızın. Burcu... Burcu Namlı. 34 yaşındaymış. Kuzeni Deniz de basına ve kamuoyuna alttaki metni göndermiş. Okuyalım, utanalım diye... Burcu'yu tanımazdım, Deniz'i de. Ortak arkadaşlarımız varmış, öyle haberdar oldum yazıp paylaştığı bu yazıdan. Kokuşmuş basınımızın hali ortada, insanlar canları bu kadar yanmışken, bir de bunları yazmak zorunda hissetmiş kendini.
Çok üzücü, öte yandan ölümü tercih etme konusunda kafam karışık. Acımaya hakkımız yok belki de. Bunu tercih etmiş, kararına saygı duymalı. Ama insanın içi, tanımasa da kocaman bir cııızz ediyor. Ruhun huzur içinde olsun Burcu...
16 Mayıs 2014 Cuma
Soma, yangın yeri
Of yarabbi, günlerdir insanların feryatları dinmiyor Soma'da. Hiç bu kadar beddua etmiş miydim hayatım boyunca, bilmiyorum. Ama bu insan müsveddeleri yüzünden on küsur yıldır cümleten ediyoruz herhalde. "Allah belanızı versin" demekten yoruldum... Ailesini geçindirebilmek için yerin yedi kat dibine inmek zorunda kalıyor bu insanlar. Madencilik onlar için baba, dede mesleği. Başka çareleri yok, mecburlar. Para kazanmak için yapmak zorunda oldukları iş bu. Madende ne doğru düzgün güvenlik önlemi alınmış, ne doğru düzgün denetleme yapılmış... Müfettişler desen, müsamere gibi danışıklı dövüşle 2 karış yere bakıp gitmiş. Zaten onların da geleceğinden haberi var herkesin. Körler sağırlar birbirini ağırlar...
Bu yerin dibine batası para hırsınız, o bitmeyen arsızlığınız, açgözlülüğünüz yüzünden; o "Gündem değiştirmek içindi" bahanesiyle reddettiğiniz soru önergeleri yüzünden can verdi bunca insan o madende. Onlara mezar olan o ölüm çukurundakilerin tam sayılarını bile bilmiyoruz sayenizde. Doğru düzgün sendikaları yoktu, güvenceleri yoktu, grev hakları yoktu; taşeron firmalarınızın insafına terk edildi hepsi. Kısa zamanda çıkacak daha çok kömür, daha çok para için can güvenliği olmadan o insanları çalıştırdınız. Yemek kuponlarına el koyup kalabalık görünsün diye zorla mitinglerinize sürüklediniz. Kaçak işçileri, yaşı küçük çocukları ucuz iş gücü diye çalıştırdınız. Ecel deyip geçemezsiniz!
Madenden cansız çıkan insanları yaralı gibi göstermek için ucu boşlukta sallanan oksijen maskeleri taktınız yüzlerine. Canı yanmış, canı gitmiş ailelerinin feryadını duymazdan gelip bir de üstüne hakaret ettiniz, yumrukladınız,
tekmelediniz! Üstü örtülür sandığınız onca kötülük yanınıza kalmasın.
Kanser gibi sardınız memleketi! Hala aşırı uçlar, hala huzurumuza zeval gelmesin diyebiliyorsunuz...
Daha çok kömür, daha çok para, özelleştirme hırsı, maden ocaklarının taşeron firmalara verilmesi, o pis pazarlıklar, aynı kaba pislemeler, birbirinin açığını örtmeler, ahbap-çavuş ilişkileri yüzünden bir sürü baba, kardeş, oğul, koca gitti; bir sürü ocak söndü. Dışarıdan insanlar olarak bizim bunca içimiz kavruluyor; ya evladını, kocasını koca ekranlardan teşhis eden, yan yana mezarlara peşpeşe gömen o insanların acısı? Evinin direği, canının yarısı gitti; nasıl dayanacak bu acıya, ne yapacak geçinmek için? Çaresiz koydunuz o insanları. Üstüne de hakaret, aşağılanma, dayak...
Hala tek bir istifanın, yüz kızarmasının emaresi yok. Hayatını kaybedenlerin, söylediğiniz sayının çok çok üstünde olduğunu herkes tahmin ediyor, dillendirmeye içi elvermiyor. İşletme sahibi gelmiş yaşlılığından dem vurmuş, şefkat beklemiş. O çukurda gencecik canlar gitti; arkalarında hamile eşleri, küçücük yavruları kaldı. Bu ne cüret yahu! 450 işçi nerede, orada gömülü mü kalacak? "Biz kazanın neden gerçekleştiğini bilmiyoruz. Sıkıntıyı bilmiyoruz.
Hiçbir ihmalimiz yok bu olayda. Canla başla çalıştık. 20 yıldır
madenciyim." gibi zırva şeyler demeyin bari. Peki ne biliyorsunuz siz?
Umarım aynı acılar gelir sizi bulur, umarım uğruna onca ah aldığınız o paralar boğazınıza dizilir, umarım o zırt-pırt her yere diktiğiniz, güneşi rüzgarı çalan dev kulelerinizin altında kalırsınız. Güç şimdi sizde diye arsızca, ahlaksızca, pişkince hep öyle olacak sanıyorsunuz ama gün olur devran döner. Kimseye kalmıyor o yapışılan koltuklar, herkes beyaz bir bez parçasıyla aynı toprağın altına giriyor. Madenciliğin fıtratında ölüm varsa, bu onların sorunuysa madem; geçmişte iktidar hırsı yüzünden canından olan vezirlere, siyasilere bir bakın isterseniz... Sonları ne olmuş? Gaddarlığınız, vicdansızlığınız ve öfkenizde boğulun!
İnşallah yargının karşısına çıktığınız günleri de göreceğiz, dilerim çok da uzak değildir o günler. Bir mucize olup o insanların aileleri sizleri affetse bile, vay gidene... Gidenler affeder mi, hiç zannetmem. Herkesin isyanı, öfkesi boğazında; TOMA'larınızın söndüremeyeceği bir ateş yanıyor siz hariç herkesin içinde. Yas evine çevirdiniz her yeri, iyi gün görmeyin.
5 Mayıs 2014 Pazartesi
Mayıs gelmiş neyimize
Mayıs gelmiş kaşla göz arasında, fark etmemişim. 1 Mayıs'ı, yaşananlara delirmekle ve insanlar için endişelenmekle geçirdim. Üstüne de çocuk cinayetleri, çocuk istismarı, her gün okuduğumuz dehşet verici şeyler, Adana'dan, Kars'tan, Aydın'dan gelen acı haberler, insanların artık çocuklarını sokağa salmaya korkar oluşu ve zavallıca yapılmış "Çığlık atmayı öğretin" gibi parlak (!) zeka ürünü laflar gerçekten çok üzücü, delirtici. Vicdansızca.
Ablası benimle evlenmedi diye bir çocuğu kaçırıp "diri diri" yakan insanla yan yana dolaşıyoruz biz bu ülkede!!! Çığlık atmaktan başka çareler bulsanız, cezaları ağırlaştırsanız, adamakıllı tedbirler alsanız olmaz mı? Ailelere yol gösterseniz, onlar da çocuklarını eğitmek ve korumak için elinden geleni yapsa... "3'er 3'er yapın, devlet bakar" demekle olmuyor, olanı da bir zahmet korumak lazım. Ağaçta bitmiyor bu çocuklar.
İş çığrından çıktı, herkes paranoyak olacak! Her kayıp çocuk haberinin arkasından ölüm haberi geliyor. Çocuk Suçlarını Önleme Derneği Başkan Yardımcısı Gülhan Şişman'ın belirttiğine göre, ayda yaklaşık 3 bin çocuk kayboluyormuş. ÜÇ BİN! 14 altın kural varmış, çocukların bilmesi gereken. Artık bunlar şarkıyla mı, oyunla mı, çizgi film arasına serpiştirilen görüntülerle mi, okul ziliyle mi... nasıl anlatılırsa anlatılmalı. Çocuk işçiler ve çocuk gelinler için de ciddi önlem alınmalı. "Gereken yapılacaktır" cevabı artık çok yavan ve hiç inandırıcı değil.
Artık insan okudukça, izledikçe saçını başını yolacak hale geliyor. Yazıktır ya! Bu kadar mı aciz ve umursamazsınız? Konuyu açık-saçık gençlik dizilerine, efenim ayan beyan ortada olan cinselliğe bağlamadan önce düşündünüz mü, çayırda havan topuyla vurulup annesinin "parçalarını" eteğine topladığı Ceylan, ekmek almaya giderken biber gazıyla vurulup ölen Berkin, kaçak çalıştırılıp iş kazasında (!) ölen çocuk işçi, dedesi yaşında adamla evlendirilip canına kıyan çocuk gelin çocuk değil mi? Onlar da mı hep o "ahlaksız" diziler yüzünden öldü? Her şeye bu nasıl bir kulp takmadır?
Hafta sonunu gazete okumamaya çalışarak (ama ne mümkün), düşük tansiyon ve baygınlıkla geçirdim, sağdan sola dönerek. Ofisteki yoğunluk ise delirmiş durumda, ama nedense hiç umrumda değil. Mayıs gelmiş gibi de hissetmiyorum zaten.
Ablası benimle evlenmedi diye bir çocuğu kaçırıp "diri diri" yakan insanla yan yana dolaşıyoruz biz bu ülkede!!! Çığlık atmaktan başka çareler bulsanız, cezaları ağırlaştırsanız, adamakıllı tedbirler alsanız olmaz mı? Ailelere yol gösterseniz, onlar da çocuklarını eğitmek ve korumak için elinden geleni yapsa... "3'er 3'er yapın, devlet bakar" demekle olmuyor, olanı da bir zahmet korumak lazım. Ağaçta bitmiyor bu çocuklar.
İş çığrından çıktı, herkes paranoyak olacak! Her kayıp çocuk haberinin arkasından ölüm haberi geliyor. Çocuk Suçlarını Önleme Derneği Başkan Yardımcısı Gülhan Şişman'ın belirttiğine göre, ayda yaklaşık 3 bin çocuk kayboluyormuş. ÜÇ BİN! 14 altın kural varmış, çocukların bilmesi gereken. Artık bunlar şarkıyla mı, oyunla mı, çizgi film arasına serpiştirilen görüntülerle mi, okul ziliyle mi... nasıl anlatılırsa anlatılmalı. Çocuk işçiler ve çocuk gelinler için de ciddi önlem alınmalı. "Gereken yapılacaktır" cevabı artık çok yavan ve hiç inandırıcı değil.
Artık insan okudukça, izledikçe saçını başını yolacak hale geliyor. Yazıktır ya! Bu kadar mı aciz ve umursamazsınız? Konuyu açık-saçık gençlik dizilerine, efenim ayan beyan ortada olan cinselliğe bağlamadan önce düşündünüz mü, çayırda havan topuyla vurulup annesinin "parçalarını" eteğine topladığı Ceylan, ekmek almaya giderken biber gazıyla vurulup ölen Berkin, kaçak çalıştırılıp iş kazasında (!) ölen çocuk işçi, dedesi yaşında adamla evlendirilip canına kıyan çocuk gelin çocuk değil mi? Onlar da mı hep o "ahlaksız" diziler yüzünden öldü? Her şeye bu nasıl bir kulp takmadır?
Hafta sonunu gazete okumamaya çalışarak (ama ne mümkün), düşük tansiyon ve baygınlıkla geçirdim, sağdan sola dönerek. Ofisteki yoğunluk ise delirmiş durumda, ama nedense hiç umrumda değil. Mayıs gelmiş gibi de hissetmiyorum zaten.
11 Mart 2014 Salı
Berkin...
Ve Berkin daha fazla dayanamadı... Böyle yazdı gazeteler: Evinden bakkala ekmek almaya çıkan ve
polis tarafından kafasından gaz fişeğiyle vurularak komaya giren Berkin
Elvan, 269 gündür sürdürdüğü yaşam mücadelesini bu sabah 07:00'da
kaybetti.
15 yaşında, 16 kilo bir çocuktu. Annesini, babasını, bunca zamandır gözlerini açmasını umutla bekleyenleri bırakıp gitti. Kelimeler yetmiyor. Bu, buraya ağlayarak yazdığım kaçıncı yazı bilmiyorum. Daha öncekiler sanırım babamla ilgili olanlardı. Sabah haberi öğrendiğimde çöküverdim olduğum yere. 15 yaşında bir çocuk. Küçücük. 14 yaşından 15 yaşına hastane odasında uyutularak giren, 45 kilodan 16 kiloya düşen bir çocuğun bedeni daha ne kadar direnebilirdi ki bunca zulme?
İçim o kadar acı ve öfke dolu ki şu an! Yazdığım her kelime de anlamını yitiriyor ama yazmam, bir şeyler yapmam lazım çıldırmamak için. Acımadan vurdunuz. Neredeyse yaşadığı her yıla 1 kilo düşecek kadar küçülttünüz bedenini... Bir geçmiş olsun'u bile çok gördünüz bunca zaman ailesine. Yetmedi, yanına hastaneye koşanlara da zulmettiniz. Bu kadar zulmü hak edecek ne yaptı bu küçücük çocuk? Hepsinden öte, bunca zulmü hangi insan evladı hak eder! Ne söylersek söyleyelim Berkin geri gelmeyecek ve bunu bilmek, bir hiç uğruna hayatını kaybettiğini bilmek kahrediyor insanı. Demek hıncınızla hayattan koparacaklarınız bitmemiş daha, çevrenizdeki her şeyi yakan kin ve öfkeniz azalmamış! Bir nebze olsun acımamış içiniz. Boğazımıza düğümleyecekleriniz bitmemiş.
Bunca zaman bekledik; bir umut Berkin iyileşecek, açacak gözlerini diye. Aslında ne çok umudumuz, ne çok şeyimiz olmuş bunca zaman o küçücük çocuk. Kanımız, canımız, kardeşimiz gibi. Sanki o gözlerini açınca bir şeylere inanabilecekmişiz, dayanabilecekmişiz ya da umut edebilecekmişiz gibi. Ama olmadı. Bırakmadılar. Onun annesiyle babasına da evlat acısını yaşattılar. Ve şimdi ağlaya ağlaya bunları yazmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. O sandık kabusunuz olsun. Berkin rüyalarınızdan çıkmasın. 15 yaşında çocuk toprağa girdi zulmünüz yüzünden. Şimdi mi el üstünde tutacaksınız? Acır mı içiniz? Acısa da çok geç! Giden gitti...
Ah çocuk... Ruhun huzur içinde olsun. Ali İsmail'in annesinin dediği gibi, öfkemiz acımızdan da baskın şimdi. Bizi affet... Ama biz bunu yapanları affetmiyoruz, affetmeyeceğiz. Bizim içimiz bu kadar yanıyor. Annenle babanı düşünemiyorum bile. Acıları ne büyük. İçleri nasıl yangın yeri. O yalanları örtmek için canhıraş, bağıra çağıra yapılan mitinglerde bir satır bile olmayacak yerin biliyoruz ama, birçok insanın yüreğindesin o küçücük bedeninle. Artık bu zalimler gitsin, karanlıklarını da alıp gitsin. Ama önce hesap verip. Bunca zulmün nasıl görülecekse hesabı artık...
Sabır: Acı, yoksulluk ve haksızlık. Tüm bu durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi. Ama artık sabır bizde çoktan bitti.
Annemle konuşurken ağlaştık karşılıklı. "Kurtuldu belki de çocukcağız, anası babası perişan oldu hastane kapılarında" dedi. Sen uyanmadın ama belki birileri uyanır artık. Senin acıların bitti... Artık canını acıtamazlar kardeşim... Güzel manzaralara karşı uyu sen Berkin. Annenin dizinin dibinde olamasan da, bu dünyadan daha güzel ve aydınlık bir yerdesindir umarım. Gözyaşlarımız ve dualarımız seninle. Susayım. Şairler desin diyeceklerimi.
Annemle konuşurken ağlaştık karşılıklı. "Kurtuldu belki de çocukcağız, anası babası perişan oldu hastane kapılarında" dedi. Sen uyanmadın ama belki birileri uyanır artık. Senin acıların bitti... Artık canını acıtamazlar kardeşim... Güzel manzaralara karşı uyu sen Berkin. Annenin dizinin dibinde olamasan da, bu dünyadan daha güzel ve aydınlık bir yerdesindir umarım. Gözyaşlarımız ve dualarımız seninle. Susayım. Şairler desin diyeceklerimi.
"Haydutlar uçaklarıyla, magriplilerle
Haydutlar yüzükleriyle ve düşeslerle,
Haydutlar kara keşişleriyle ve dualarla
İndiler gökten yere öldürmeye çocukları.
Koştu çocuk kanı gibi
Sokaklarda çocukların kanı."
(Pablo Neruda)
"Buraya bakın,
burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür."
(Ece Ayhan)
10 Mart 2014 Pazartesi
Çiçeğiyle böceğiyle 8 Mart
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü geldi geçti, söylenecek çok şey olsa da susulanlar daha fazla sanırım. Vakitsizlikten anca yazabildim. Evi temizleyerek ve yıllar sonra kendini hatırlatan kırık ayak bileğine iğne yaptırıp ağrılarla kös kös evde oturmak zorunda kalarak geçirdim 8 Mart'ı.
Her sene yapılan bu yapmacık müsamereden çok sıkılıyorum açıkçası, çok aptalca ve samimiyetsiz buluyorum. Kadına zerre kadar değer vermeyen, ayrımcı ve iğrenç açıklamaları unutuldu zanneden; doğurmamıza, nasıl doğuracağımıza, kaç çocuk doğuracağımıza karışıp "bacım" muhabbeti yapan bıyıklı adamların açıklamaları ise tüm sinirimi tepeme çıkarıyor. Kadınlar çiçektir böcektir, başımızın tacıdır vs vs... Ama yaşatmıyoruz, okula göndermiyoruz, çalıştırmıyoruz, tecavüzcüsüyle evlenmesinde beis görmüyoruz, hayata dahil etmekten imtina ediyoruz o başka... Kendi çalıştığım kurumda bile dilimde tüy bitti anlatmaya çalışırken, ama neredeyse bütün yöneticilerimiz kadın olduğu halde her günün 8 Mart gibi yaşanamayacağını anlatamadım bir türlü. Ve benim yazdığımdan bambaşka bir şekilde çıktı slogan. Pes ettim.
Her sene yapılan bu yapmacık müsamereden çok sıkılıyorum açıkçası, çok aptalca ve samimiyetsiz buluyorum. Kadına zerre kadar değer vermeyen, ayrımcı ve iğrenç açıklamaları unutuldu zanneden; doğurmamıza, nasıl doğuracağımıza, kaç çocuk doğuracağımıza karışıp "bacım" muhabbeti yapan bıyıklı adamların açıklamaları ise tüm sinirimi tepeme çıkarıyor. Kadınlar çiçektir böcektir, başımızın tacıdır vs vs... Ama yaşatmıyoruz, okula göndermiyoruz, çalıştırmıyoruz, tecavüzcüsüyle evlenmesinde beis görmüyoruz, hayata dahil etmekten imtina ediyoruz o başka... Kendi çalıştığım kurumda bile dilimde tüy bitti anlatmaya çalışırken, ama neredeyse bütün yöneticilerimiz kadın olduğu halde her günün 8 Mart gibi yaşanamayacağını anlatamadım bir türlü. Ve benim yazdığımdan bambaşka bir şekilde çıktı slogan. Pes ettim.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nden zaten "emekçi"yi sinsi sinsi çıkarmışız, ama bari kremde indirimden, halıda avantajdan biraz uzaklaştırabilmek mümkün olsaydı. Bu günün geleneksel olarak kutlanmasına neden olan olayda can veren 129 kadın, yıllar sonra böyle kutlandığını görse ne hissederdi acaba?
Hatırlamak isteyenler için minik bir Wikipedia özeti: 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.
Hatırlamak isteyenler için minik bir Wikipedia özeti: 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.
Her tarafta kadınlara özel indirim ve kutlama haberleri varken, küçücük bir kızın (19 yaşında olduğu yazılmış ama bence çok çok daha küçük) evli değilken hamile kaldı diye 8.5 aylık hamileyken arabanın arkasına bağlanıp taşlı yollarda sürüklendikten sonra öldürülüp kuyuya atılması haberi de vardı mesela gazetelerde.
Annesinin acısı ve çaresizliği, abisinin "Kimse sahiplenmese biz sahiplenecektik ama bırakmadılar" deyişi... Çocuğun babası belli, evlenecekleri konuşulurken kızın başına gelen bu. Hacire'yi yaşatmamışlar. Katil kim, belli değil. Annesi bunun çok sık yaşandığını ama hep üstünün örtüldüğünü söylemiş.
O yüzden bu kelebekler, kalpler, masajlar, kremler, çiçekler böcekler sadece bazıları için galiba. Ne karnında bebeğiyle katledilen ve minicik ölü bedeni boş bir çuval gibi kuyuya atılan Hacire, ne de defalarca şikayet ettiği eski sevgilisi tarafından belediye otobüsünde vurulup öldürülen 21 yaşındaki Özge için bir şey ifade etti/ediyor bütün bu süs-püs, yapmacıklık, hediye promosyon silsilesi... En büyük hediye hayattır çünkü. Yaşam hakkı elinden hunharca alınan bunca kadın varken, bu göz boyamalar pek zavallıca.
Öte yandan iş arkadaşlarının ayağını kaydırarak, yükselmek için her yolu mübah görerek "çalıştığını" zanneden; yönetici olacak kadar yükselse de kadın çalışanlarına dünyayı dar etmeyi, çoluğunu çocuğunu unutarak ofise kamp kurmayı, evinin yolunu unuttu diye diğerlerine de unutturmayı "kariyer" sanan hırs küpü, acımasız ve korkunç kadınlar da, deli gibi uğraşıp da tavladığı zengin kocacığının aldığı kürkler, pırlantalar, spor arabalarla pozlar verip bu önemli günle ilgili büyük büyük laflar eden kokonalar da emekçiden saymasın bence kendini. Çünkü eleştirdikleri erkeklerden daha vahşi bir yol çizmişler kendilerine. Var olma çabası değil bu, başka bir parçalama hali.
Çocuk yapmamak kadar yapmak da bir tercih olduğuna göre doğuran doğurmayan, evde, tarlada, plazada, okulda, hastanede... her nerede olursa olsun alnının teriyle çalışıp üreterek ayakta kalmaya çalışan, bedeni ya da zihniyle kattıkları sayesinde dünyayı güzelleştiren tüm kadınların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun. Sağlıkla, sevgiyle, özgürce yaşasın dilerim hepsi.
3 Mart 2014 Pazartesi
Benim bir dostum var
Bu insanlar bir şey anlatmaya çalışıyor. Belki içlerinde sevdikleriniz, sevmediklerniz vardır. Olsun, ben de hepsine bayılmıyorum. O kısmı da mühim değil zaten. Ünlülerin konuştuğu bir takım videolar ne kadar işe yarıyor; insanlarda bir bilinçlenme dalgası, farkındalık girdabı yaratıyor mu onu da bilmiyorum. Ama yunuslar az-biraz ilgiyi hak ediyor bence.
Bir de Oy ver lütfen versiyonu var bunun, o da bunca mevzu arasında kaynamasa bari. Ne de olsa her şeyin adresi sandık olmaya başladı, azarlamalara ötekileştirmelere doymadı doyamadı hazret; e peki madem. Ona da geliyor sıra.
Bir de Oy ver lütfen versiyonu var bunun, o da bunca mevzu arasında kaynamasa bari. Ne de olsa her şeyin adresi sandık olmaya başladı, azarlamalara ötekileştirmelere doymadı doyamadı hazret; e peki madem. Ona da geliyor sıra.
Lütfen hayvanların kullanıldığı hiçbir gösteriye gitmeyin. Çocuklarınızı da götürmeyin...
18 Şubat 2014 Salı
Ah Emel anne...
Ali İsmail'in annesi Emel Korkmaz dün akşam Cnntürk'teki 5N 1K'daydı. Ağlaya ağlaya
dinlediğim konuşmasında acısını, öfkesini ve evladını anlatan bir sürü
şey söyledi. Buraya yazamayacağım kadar çok şey... Anlatması kolay değil.
19 yaşında bir çocuğa sokak arasında pusu kuran o caniler, "İyisin, bir şeyin yok" deyip evine gönderen o doktor, o görüntüleri silip gizleyenler, bu vahşeti yapanları kahraman ilan edenler... Bu çocuğa kıyan ve sonrasında bir annenin içini dağlayan herkes, bunun cezasını en ağır şekilde çeker umarım. Bir anneye bunca acı verenler, hiçbiri rahat huzur yüzü görmesin...
Programdaki son sözü şuna benzer bir cümleydi Emel annenin: "Mahkemede zannettiler ki ben o canilere saldıracağım. Ben bu tertemiz ellerimle çocuklarımı büyüttüm, o canilere sürer miyim?! Ben hayatım boyunca Aliş'imin gururuyla yaşayacağım."
19 yaşında bir çocuğa sokak arasında pusu kuran o caniler, "İyisin, bir şeyin yok" deyip evine gönderen o doktor, o görüntüleri silip gizleyenler, bu vahşeti yapanları kahraman ilan edenler... Bu çocuğa kıyan ve sonrasında bir annenin içini dağlayan herkes, bunun cezasını en ağır şekilde çeker umarım. Bir anneye bunca acı verenler, hiçbiri rahat huzur yüzü görmesin...
Programdaki son sözü şuna benzer bir cümleydi Emel annenin: "Mahkemede zannettiler ki ben o canilere saldıracağım. Ben bu tertemiz ellerimle çocuklarımı büyüttüm, o canilere sürer miyim?! Ben hayatım boyunca Aliş'imin gururuyla yaşayacağım."
Bana dün akşam bunları yazdıran program, Youtube'a yüklenmiş. Lütfen izleyin. Bir anneye böyle bir acı yaşatmak reva mıdır? O ağlamamak için çok direndi ama ben dayanamadım, hüngür hüngür ağladım izlerken.
"Oğlum yanlış bir şey yapmadı, neden hayattan kopardılar oğlumu?" diye isyan eden; elinde sopa, silah olmayan ama hunharca katledilen 19 yaşında, dünya iyisi bir çocuğun metanetli, dirayetli ama içi yanmış annesi... Hakkaten neden bu kin? Gerçekten hiç mi vicdan azabı duymuyorlar?
"Oğlum yanlış bir şey yapmadı, neden hayattan kopardılar oğlumu?" diye isyan eden; elinde sopa, silah olmayan ama hunharca katledilen 19 yaşında, dünya iyisi bir çocuğun metanetli, dirayetli ama içi yanmış annesi... Hakkaten neden bu kin? Gerçekten hiç mi vicdan azabı duymuyorlar?
10 Şubat 2014 Pazartesi
Cani Can
Bir kediyi öldürdüğünü ballandıra ballandıra anlatan şu "insan"ın adı Mustafa Can Aksoy. Annesi babası ona "Can" ismini koyarken, böylesi bir cani olabileceğini öngörememiş zaar. Ama içine biraz olsun hayvan sevgisi yerleştirmeyi beceremedikleri için suçun büyük bir kısmı da onlarda. Böyle cani doğmuş olabilir mi?
Can olacak bu "insan", bir kafeden alıp sahiplendiği kediyi, yatağına pisledi diye hunharca öldürmüş. Ayrıntıları çok da yazmak istemiyorum, videosu da var ama izlemeyi yüreğim kaldırmadı. Hayvanı bıçaklayıp karnını deşmek, kuyruğundan sürüklemek, kafasına dolu damacanayla vurmak gibi iğrenç şeyler... Ve zavallı hayvan ölmüş. Can olacak "insan" da bunları yapmakla yetinmemiş, bir de kameraya çekmiş ve videoyu paylaşmış orda burda. O yüzden bence kendisinin teşhir edilmesinde beis yok, daha çabuk yakalanıp tutuklanabilir belki. Psikopat diyoruz böylelerine, içlerinden seri katil çıkıyor bazılarının. Hangi bazıları olduğu şansa kalmış.
Kendini savunamayacak bir canlıyı, küçücük bir hayvanı bu şekilde öldürüp sonra da bunları yazabilme vicdansızlığı, akıl alacak bir canilik değil gerçekten. Kafede bıraksaydın keşke, sahiplenmez olaydın. Ama kendi kendimize söylenip cık cık'lanmaktan başla şeyler de yapmak mümkün.
İzmir'den Neşe Akcan, change.org'ta bu "insan"ın cezalandırılması ve hayvan hakları ihlallerinin Kabahatler Kanunu'ndan çıkarılıp suç sayılması için bir imza kampanyası başlatmış. Ben imzaladım, siz de imzalamak isterseniz link şurada. Eğer okulunun rektörlüğünü aramak isterseniz tel: (222) 239 29 79.
İzmir'den Neşe Akcan, change.org'ta bu "insan"ın cezalandırılması ve hayvan hakları ihlallerinin Kabahatler Kanunu'ndan çıkarılıp suç sayılması için bir imza kampanyası başlatmış. Ben imzaladım, siz de imzalamak isterseniz link şurada. Eğer okulunun rektörlüğünü aramak isterseniz tel: (222) 239 29 79.
Okuldan da şöyle bir açıklama gelmiş. Babasının emekli polis memuru olduğu, Bartın'da gözaltına alınıp serbest bırakıldığı haberleri de dolanıyor etrafta. Bartın ve Eskişehir'de yaşayanlar, savcılığa suç duyurusunda bulunabilir. "Ruh sağlığı bozukmuş, yazııık" deyip cezayı hak etmediğini söyleyerek acımayın, çok rica ediyorum. Bozuksa, tecrit edilerek tedavi edilmeli. Hayvanlardan bir süre uzak kalmalı. Psikopatlık, vicdansızlık; nefret suçları cezaya tabi olmalı. Kısasa kısas, şiddete şiddet demiyorum elbette. Ondan farkımız kalmaz yoksa. Ama bu tip "insan"lar da yaptıkları şiddetin cezasını kanun önünde çekmeli. O kanun bir an önce çıkmalı. Can ve Can gibiler, hakkaten çok asap bozucusunuz. Ne vicdansız, kalpsiz insanmışsınız ben anlamadım.
Meymenetsiz suratlı Can, umarım bu yaptığının cezasını çekersin. Çekmezsen de dilerim vicdanında bir yerlerde acı çekersin. Bu bir suç çünkü, "cık cık" denecek bir 'kabahat' değil. Sabah sabah, haftanın başında masama oturmuş uyanmaya çalışırken söyleyecek laf bulamadım, o derece midemi bulandırdın; insanlıktan tiksindirdin beni. İlahi ya da değil adalet varsa, başına kötü şeyler gelsin...
Not: Uzmanlar demiş.
5 Şubat 2014 Çarşamba
"Ayağımla dürttüm"
Günlerdir yüreğimiz ağzımızda ulaşabildiğimiz her kanaldan takip ediyoruz Eskişehir'de "güvenlik" nedeniyle yapılamayıp da Kayseri'de görülmeye başlanan, 19'unda dövüle dövüle öldürülen Ali İsmail'in davasını. Tüylerimiz diken diken okuyoruz, izliyoruz olanları. İnsanın içi liğme liğme oluyor. Annesi-babası nasıl dayanıyor, akıl alacak gibi değil.
Annesinin elinde oğlunun fotoğrafı, mahkemede "Gözlerimin içine bak. Annenin yüzüne nasıl bakıyorsun?" sorusu, babasının daha fazla dayanamayıp bayılması... Bu insanlara bu acı reva mıdır yahu? Gencecik yaşında sizden çalınan oğlunuz için "Ayağımla dürttüm" derse biri gözünüzün önünde, ne hissedersiniz?
Taksim'de, Kadıköy'de, sokakta, kitapçıda, kafede... kısacası 5 dakika önce, sonra ya da şu an yanınızda görebileceğimiz bir çocuktu Ali İsmail. Belki sevdiği grubun CD'sini sizinle aynı raftan seçen, kitap kuyruğunda hemen önünüzde sabırsızca bekleyen, arada gittiğiniz o büfede dilli kaşarlı tostla ayaküstü karnını doyuran... Müzik dinleyen, ders çalışan, arkadaşlarıyla eğlenen, ağaçlara tırmanan, annesiyle babasının kuzusu... Hepimiz gibi biri işte. Kardeşimiz, karşı komşumuzun oğlu, kuzenimiz de olabilirdi.
Annesinin dediği şu cümleyi o "dürttüm" diyen adama söylemek lazım duymadıysa: "Keşke çekip vursalardı oğlumu, böyle çok acı çekti." O kadar hırpalanıp canı yandıktan sonra, evladının bir anda dan diye ölmesine razı olmuş bir annenin hissettiklerini anlamanız mümkün mü acaba?Hakkaten merak ediyor insan, geceleri başınıza yastığa nasıl koyuyorsunuz, acımasızca vurduğunuz o anlar geçmiyor mu bir an olsun gözlerinizin önünden?
Annesinin elinde oğlunun fotoğrafı, mahkemede "Gözlerimin içine bak. Annenin yüzüne nasıl bakıyorsun?" sorusu, babasının daha fazla dayanamayıp bayılması... Bu insanlara bu acı reva mıdır yahu? Gencecik yaşında sizden çalınan oğlunuz için "Ayağımla dürttüm" derse biri gözünüzün önünde, ne hissedersiniz?
![]() |
www.diken.com.tr |
Annesinin dediği şu cümleyi o "dürttüm" diyen adama söylemek lazım duymadıysa: "Keşke çekip vursalardı oğlumu, böyle çok acı çekti." O kadar hırpalanıp canı yandıktan sonra, evladının bir anda dan diye ölmesine razı olmuş bir annenin hissettiklerini anlamanız mümkün mü acaba?Hakkaten merak ediyor insan, geceleri başınıza yastığa nasıl koyuyorsunuz, acımasızca vurduğunuz o anlar geçmiyor mu bir an olsun gözlerinizin önünden?
Çok acayip yerlere, "marjinal" hallere çekilmeye, "Küfretme dedik dinlemedi"lere geliyor bu uzayan lastik. Kenarından kemirilen adalet duygumuz, vicdanımız için gözümüz kulağımız orada. Annesinin babasının yüreği biraz olsun soğusun, Ali İsmail'in ruhu huzur bulsun diye bekliyoruz. Çok şey de istemiyoruz bence. Ananem televizyonda filan görünce cinayet haberlerini "Çekip vurmayı anlarım ama bıçaklamayı aklım almıyor!" der hep. Benim de döve döve öldürmeyi aklım almıyor bir türlü, düşün dur delirecek gibi oluyorum. Bugün Kartal Adliyesi'ndeki Mehmet Ayvalıtaş davasında, anneannesi "Bunun hesabını kim verecek?" diye haykırdı. Kim verecek sahi? Hem torununu hem evladını yitirmiş bir kadın daha ne desin?
Hayat dolu bu fotoğrafları görünce kızarıp sulanan gözlerini bir yerlere çeviremeyen bizlerin bir şeylere inancı kalabilse... Bazı şeylerden sıyrılması bu kadar da kolay olmasa? 19 yaşından daha uzun yaşayabilse çocuklar. Olmaz mı?

Hayat dolu bu fotoğrafları görünce kızarıp sulanan gözlerini bir yerlere çeviremeyen bizlerin bir şeylere inancı kalabilse... Bazı şeylerden sıyrılması bu kadar da kolay olmasa? 19 yaşından daha uzun yaşayabilse çocuklar. Olmaz mı?

24 Ocak 2014 Cuma
17 Aralık 2013 Salı
Alzheimer'lı sanat
2007'de 74 yaşında Alzheimer nedeniyle hayatını kaybeden ressam William Utermohlen'in Alzheimer'a yakalanmadan önce ve sonra çizdiği otoportreleri... Resimlerde hastalığın aşamaları açıkça belli. Gün be gün geri gidiyor Utermohlen.
Alzheimer, çok korktuğum hastalıklardan biri. İnsanın fiziksel ve psikolojik anlamda böyle gerilemesi feci bir şey. "Iris" filmini izleyenler hatırlayacaktır.
En alttaki videoda, ressamın eşi Patricia Utermohlen ile yapılmış bir röportaj da yer alıyor.
28 Kasım 2013 Perşembe
Bir daha asla
Cumartesi günü dişçi randevum için karşı tarafa geçmemiz gerekti. Hava da güzeldi. Istıraplı saatler bittikten sonra ağzım sola kaya kaya, ne zamandır görmek istediğim "Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür" sergisine gittik. Gerçi sergiye gidince, ağzım burnum daha beter kaydı ağlamaktan.
Kabataş'tan Tophane'ye yürüyerek gittik. Çok güzel minik kafeler, galeriler açılmış. Mahalleli ile entelektüel tayfa kaynaşmış. Bir sürü yabancı öğrenci, akademisyen dolaşıyordu etrafta. Sergi öncesinde kahve-tatlı için küçük bir kafede otururken, hemen arkamızdaki koltukta uyanıp gerine gerine karşıdaki berbere giren, yaşlı berber amcayla ve dükkandaki havlularla oynayan kediyi izledim dakikalarca. Bakakaldım, fotoğrafını bile çekmedim. Bütün gün orda oturabilirmişim gibi geldi.
Sergi, iki kata yayılmış. Videolar, yazılar, fotoğraflar ve bazı basılı malzemelerden oluşuyor. Duvardaki yazıları okurken, yanınızda açık ekrandan Bosna'da oğlu ve kocasını kaybetmiş acılı bir kadının sözlerini dinleyebiliyorsunuz. Aynı anda yan tarafta slaytlarla zulme uğramış başka insanların siyah beyaz görüntüleri yansıyor duvara.
Serginin kataloğu kalmamış ancak makaleleri de içeren kitap İletişim Yayınları'ndan çıkmış, bizim gibi siz de onu alabilirsiniz. Sergi ise 15 Aralık'a kadar açık.
Serginin kataloğu kalmamış ancak makaleleri de içeren kitap İletişim Yayınları'ndan çıkmış, bizim gibi siz de onu alabilirsiniz. Sergi ise 15 Aralık'a kadar açık.
Alttaki de, günümüze kadar dilenmiş olan resmi özürlerin kapsamlı bir
haritası. Altta yıllar, sağda ülke isimleri var. Duvara yansıtıldığından, pek net bir fotoğraf olmadı ama özür dileyen ülkeler arasında ne yazık ki Türkiye'nin adı yok.

Sergi, dehşet veren insanlık suçlarıyla dolu. Boğazınız düğümleniyor. Bir sürü ülkeye ne çok acı ve dehşet sığmış. Srebrenitsa kısmında ben dağıldım, videolar da çok fenaydı. Ama yine de özür dileme erdemini göstermiş birçok ülke. Bulgaristan, Belene Kampı'nda işkence ettiği, asimile ettiği Türkler için daha çok yakın bir zamanda, 2012'de resmi olarak özür dilemiş.
Sırbistan Parlamentosu, 2010'da Bosnalı müslümanlardan resmi olarak özür dilemiş. Britanya ise Kuzey İrlanda'dan Kanlı Pazar için 2010'da özür dilemiş. David Cameron'ın konuşması, halk arasında coşkuyla karşılanan bir hareket olmuş haliyle.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)