sevdiklerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sevdiklerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Aralık 2014 Salı

Defne'ye ilk mektup

Canım kuzum Defne, bugün tam 1 ay oldu sen hayatımıza katılalı. Sana ilk mektubumu da anca şimdi yazabiliyorum, bundan sonra daha sık yazmaya çalışırım. Söz. Sen büyüdüğünde hala blog diye bir şey kalır mı bilmem ama olsun... Demode bulursun belki de. Göz kırparak blog yazılır, hapşırıkla müzik indirilir belki sizin zamanınızda.

Hoş geldin dünyamıza, ailemize, hayatımıza Defne'cim... Umarım seversin burayı. Sevmen için birçok neden var; bazıları tam önünde duruyor olacak, bazılarını da çabalayıp sen bulacaksın. Mesela baban ve benim gibi doğayı seveceksin bence. Karadeniz yaylalarına çıktığında sislerin arasındaki dağlar, bulutların arasından sıyrılıp çıkıveren güneş, yağmur sonrası beliren gökkuşağı, babanla gittiğimiz kamplardaki o manzaralar... İnan hepsi görmeye değer, "İyi ki yaşıyorum be!" dedirten şeyler. Göl kenarında durup da baktığında göreceğin o her tondaki yeşille mavi içini açacak. Karlı bir mevsimde Kars'a gideceğiz mesela, uçsuz bucaksız pamuk beyazlığı göreceksin; peynir müzesi peşinde adını bilmediğimiz köylere bile gideriz belki seninle de, kim bilir...



"Deniz" var bak sonra, annenin içinden hiç çıkmayacak kadar çok sevdiği o koskoca masmavi su birikintisi... Ege'ye gideceğiz beraber, anneanneni İzmir'de ziyaret edip Çeşme, Urla, Seferihisar gezeceğiz. Ege'nin o güzelim pazarlarında dolanacağız sonra; hiç bilmediğin bir sürü sebze görüp ananenin pişireceği nefis ot yemeklerinin tadına bakacaksın. Radika, turpotu, cibez... Doğayı tanıman önemli. Çileğin ağaçta yetişmediğini, ayçekirdeğinin aslının günebakan olduğunu bil, dalından meyve yemenin tadına var isterim.

"Hayvanlar" var bak, saf ve sevgi  dolu; onlarla iç içe büyüyeceksin. Karşılıksız sever onlar bilir misin? Hem sokakta, hem evde birlikte yaşadığımız, bu dünyada komşuluk ettiğimiz canlar, kıymetli hepsi. 4.5 yıldır bizimle yaşayan Obi ve Yoda var mesela, karapati abilerin. Onlar seni çok merak ediyor, eminim iyi anlaşacaksınız. Sen içerideyken varlığını hissedip heyecanlanıyorlardı, şimdi sesin ve kokunla seni tanımaya çalışıyorlar. Tırmalamayan, ısırmayan sakin kediler onlar. Sen de onları sevecek, kuyruklarını çekmeyecek, canlarını yakmayacaksın bir tanem. Sokaktakiler var sonra; kuşlar, kediler, köpekler... onlara beraber yemek, su vereceğiz. Onların da "canlı" olduğunu, yaşamaya bizim kadar hakları olduğunu öğreneceksin zamanla. 

Vicdanlı ol, kalbinin sesine kulak ver hep... Umudun hep içindw bir yerlerde olsun, içini karartma. Haksızlıklara duyarsız kalma; ezme sakın, ezilme de. Hakkını savun...

Neşeli bir insan olmanı dilerim. Gülümsemen, kahkahan eksik olmasın. Espriyle bakabil birçok şeye, bu hafifletir hayatın ağırlığını. Somurtkanlıkla çekilmez inan. Bil ki kimse pıtpıtlamasa bile sırtını, omzunda ağlayacağın kimse olmadığını da düşünsen, babanla ben buradayız. Sevincinde ve üzüntünde, başarında ve kaybında... Her zaman.




Ağaçlar ve çiçekler var sonra, doğada binbir çeşidini göreceğin. İstanbul'un güzelim çiçekleri mesela. Boğaz'da erguvanları göstereceğiz sana, adının kaynağı defne ağacının yapraklarını koklayacaksın... Baharda binbir renge bürünecek her taraf, için açılacak. Saksıda yetiştireceğin minicik bir bitkinin mucizesine, elinle beslediğin bir hayvanın minnetine tanık olacaksın. Bazıları hoyrat davransa da çiçeklere, ağaçlara,  hayvanlara; sen yapmayacaksın öyle...

Hayatı anlamlandıran, çekilir kılan "arkadaşlar" ve "dostlar" var bak bir de... Senin seçtiğin insanlar olacak onlar, iyisini seçtiğinde iyi gününde, kötü gününde yanında olacaklar. Derdini, mutluluğunu paylaşacaklar. Anlayacaklar seni. Bazen bize anlatmadığın bazı şeyleri onlara anlatacaksın, bu kadar yakın olmanıza şaşıracaksın bazen. Güvenmeyi, paylaşmayı öğreneceksin onlarla. "İyi ki varsınız" diyeceksin. Adı üstünde arkadaş, sırtını yaslayacağın; arkanı dönecek kadar güveneceğin insanlar olacak onlar... İyi seç onları, hep hayatında ve yanında olsunlar.

E bir de "aşk" var, onu anlamak için zaman var daha. Ama yaşadığında anlayacaksın nasılsa. Kafan karışacak, karnında kelebekler uçuşacak, sarsılacaksın, acı çekeceksin ama yine de hoşuna gidecek bu his. Umarım mutlu sonla bitenini yaşarsın, birini keşfetmek çok eğlenceli inan. Babanla benim hikayemi anlatacağız sonra. "Nee, 7 yıl mı?!" diye şaşıracaksın beklememize, ama umarım sen de bizim gibi mutlu olursun.



Geceleri uyandığında seni pışpışlayan kısa saçlı kadın var ya, bak o senin anneannen. Neler atlattı bir bilsen... Seni o kadar çok seviyor ki, ilaç gibi geldin ona. Dünyaya gelirken bile onu bekledin sen. O gelmeden gelmedin yanımıza. Seni "kurabiyem" diye seviyor, öpmelere doyamıyor. Dayın da öyle, seni görmek için her hafta sonu onca yol tepiyor. Kucağında sen olunca nasıl gülüyor yüzü bir bilsen... Deden var bir de. Ama o sana, sen ona yetişemediniz ne yazık ki. Erken gitti hayatımızdan ve bu dünyadan. Keşke tanışabilseydiniz... İçimi acıtan tek şey bu kuzum. Keşke kesişseydi yollarınız, keşke onun da hayatında olsaydın. Anlatacağım sana dedenin nasıl biri olduğunu, fotoğraflarını göstereceğim; bence seveceksin onu. Hayatta olsaydı o seni çok severdi; doğayı, ağaçları, hayvanları, çocukluk anılarını anlatırdı sana. Komik hikayeleriyle güldürürdü seni de. Yazmayı ve okumayı ben onun sayesinde sevdim. Fotoğraf çekmeyi de. Işıklarla olsun...

Büyüdüğünde, sen de bir şeyler üretmenin, çalışmanın, başarılı olmanın, okuyup yazmanın, eğlenmenin, hayatın ve yaşamanın tadına varacaksın. Amacın olacak, hayallerin... Ama önce iyi bir insan ol. Adil, vicdanlı... olur mu? Sonra? 

Sonra seni bambaşka yerlere götürecek bir sürü güzel kitap okuyacak, eğlendirip yerinden hoplatacak şahane konserlere, merakla gezeceğin nefis sergilere gideceksin. Seni bambaşka dünyalara götürecek nefes kesici filmler izleyecek, leziz sofralarda dostlarınla olacak, güzel müzikler dinleyeceksin. Güzel bir kahvaltının mutlulukla ilgisi olduğunu keşfedeceksin. 

Evdeki arşivlerle fark edeceksin önce "edebiyat" ve "müzik" denen şeyi. Biz her ne kadar yol göstersek de, çevrende görüp kulağına/gözüne takılanlarla başlasan da, kendi zevkine göre seçeceksin bir süre sonra. Şekillenecek zevkin yavaş yavaş. Dinleyecek, okuyacak, izleyecek o kadar çok şey var ki! Bak müzik ve sinema konusunda babana güvenebilirsin, ben de kitaplar konusunda elimden geleni yaparım. Kitaplıklarımız, müzik ve film arşivlerimiz emrine amade. Dilediğince karıştır... Merak iyidir. 




Gezeceksin bol bol. Değişik kentleri, ülkeleri keşfedeceksin. Alıp başını gitmek iyidir. Hafifletir. Farklı kültürlerle insanlar tanıyacaksın. Tanıdıkça hoşgörün artacak, ufkun genişleyecek. Farklılıklara saygı duyacaksın yadırgamadan. Siyah ya da beyazdan ibaret değil hayat, yelpaze o kadar geniş ki. Kendine güvenecek, kendini, seveceksin. Her ne kadar "kızım", "bizim mi bu minik şey" desek de, sen ne bana ne babana aitsin. Kimseye ait değilsin. Özgür, özgüvenli ve mutlu bir kız olacaksın umarım ileride. Seni mutlu edecek ne varsa, elde etmen için destek olmaya çalışacağız  biz. Sonra zaten kendi ayaklarının üstünde duracaksın. 



Hayatta acılar, üzüntüler, kayıplar, başarısızlıklar, hayalkırıklıkları da var elbette. Onlara da alışacak, her biriyle kendince baş etmeye çalışacaksın. Elimizden geldiğince yanında olacağız biz. Güçlü olman, ayakta durabilmen için çabalayacağız. Dostların ve arkadaşlarınla yükünü hafifletmeye uğraşacağız. Yeter ki paylaş bizimle, saklama; saklanma...

"Biz yapamadık sen yap" anlamında yazmıyorum bunları, keşfet istiyorum sadece. Dünyayı, hayatı... Roma'ya git mesela, o güzelim heykellerle meydanları gör. Floransa'yı hele mutlaka gez. Venüs tablosunu incele dikkatle, köprüdeki sokak çalgıcılarını dinle, Berlin'deki duvar kalıntılarını gör, sakura ağaçlarının yağmurunu izle Japonya'da.



Bunları sana yazdım, çünkü daha 1 aydır olduğun bu dünyayı ve yaşamayı sev istedim. Bu ülkede bazen çekilmez hala gelse de yaşamak, sen kendin için yaşamaya dair güzel sebepler bul/yarat istedim. Hayatta olmak bir şans, değerli. Bizim hayatımıza geldiğin için biz çok mutluyuz; umarız sen de mutlu olursun. Seni çok seviyoruz, hayatın tadını doyasıya çıkar minik bebeğim. Tüm iyi dileklerimiz seninle...




Bak, yarın yeni bir yıl geliyor. 2015'e seninle merhaba diyoruz. En anlamlı hediyesi sensin bu yılın. Dilerim senin ve bu satırları okuyan okumayan tüm sevdiklerimiz için sağlıklı, keyifli, umut dolu; mutlu, barış dolu ve neşeli birçok yıl vardır önümüzde. Güzel şeyler olsun artık...

Sevgiler

Annen


Not: Herkes için şahane bir yıl olsun :)

27 Kasım 2014 Perşembe

Yaşasın evde zaman geçirmek

Sonunda doğum iznine ayrıldım, yaşasın! Ofisteki bebek partimsi sürpriz vedadan sonra birkaç gün daha çalıştım, yoğundu; kalan/devredilecek işleri toparlamakla geçti. Bir an hiç bitmeyecekmiş gibi geldi ama ya. En komiği de delirmiş müdirelerimin, son günümde milletle vedalaşırken (akşamın 6'sında) "Yarın da geliyorsun değil mi?" demesiydi. Ofisçene sesli güldük. Ciddi olduklarını fark edince "Yooo" dedim yaya yaya. Bi bırakın beni ya :) Neyse, istemeye istemeye bıraktılar. Ben de işlerimi listeledim, sarılacaklarıma sarıldım ve özel eşyalarımı  alıp veda maillerimi de attıktan sonra çıktım ofisten. Hafiflik...

Zamanlama iyi oldu bence. Hem hava çok soğudu, yağmurda sabah-akşam trafiği hiç çekilmiyordu hem de ofisteki herkes hapşırıp tıksırıyordu; şifayı kapmam an meselesiydi. En az 4 ay uğramayacağım buraya ve yaklaşık 5 yıldır, en uzun süre ayrılışım bu. Tuhaf hissettim... Daha önce ayağımı kırdığımda ajansa 3 ay uğramamıştım, dönüş bi acayip/acılı oluyor. Neyse, belki kızım şans getirir de sayısal bize çıkar, ben de dönmem işe, haha...


Sabahın köründe uyanıyorum ama yine. Alışkanlık. "Ooh, 10'lara kadar yatarım, dönenir dururum yatakta, mis" diyordum ama olmadı. Daha bu 3. gün. Evde sıkılınca, fırsat da varken ne zamandır görmediğim bir arkadaşımla buluştum, Suadiye'ye penguen gibi yürüyerek de olsa vardım. Kış gelmiş, çok soğuktu hava. Yemek-muhabbet ve sonrasında da antika bi kalorifer dibinde sıcak sahlep güzel geldi. Onun dışında kızın odasını yerleştirdim, son eksiklerle uğraştım. Evde vakit geçirmeyi özlemişim, hiçbir şeye zaman kalmıyordu.





Bugün annem geliyor, birazdan yemek yapmak için mutfağa gireceğim. Kış sebzelerinin hepsinin gaz yapması büyük talihsizlik ama her şey de mevsiminde güzel. Balkabağı çorbasından umutluyum. Annem "Kız beni beklesin, dursun acık daha içerde" diyordu, cimcime de söz dinleyip bekledi ananesini. Annemin radyoterapisi bitti ve sonunda geliyor. Birbirlerine iyi gelecekler bence. Bayramdan beri görmemiştim, özledim çok.

Evde olmanın güzel yanı, bütün gün bana kaldı. Yürüyüş yaptım biraz, kitap filan okuyabildim. Evimi de özlemişim. Oğlanlar memnun bu durumdan, mev mev peşimdeler bütün gün. Bir de dibimizdeki ilkokulun öğrencileri pek gür sesliymiş, o biraz şey oldu. Bugünün güzel sürprizi, zerre boks sevmememe rağmen televizyonda rastladığım ve pek sevdiğim "Milyon Dolarlık Bebek" filmi. Clint Eastwood, Morgan Freeman ve Hillary Swank. Sonu, her seferinde beni ağlatıyor.

Öğretmenler Günü geçti, ilgili kişileri kutladım. Unutamadığım, sevgiyle andığım az öğretmenim var aslında. En sevdiğim, Bursa'daki ilkokul öğretmenimdi. Çok düzgün, şefkatli, dikkatli ve özverili bir kadındı. Anneme iyi gözlem yaptığımı, yazıya çok düşkün olduğumu, ileride bununla ilgili bir iş yapabileceğimi ilk o söylemiş. Bunu o zamandan fark etmesi, ilgisini gösteriyor. O zamanki okulumu çok severdim; pandomim kursu, tiyatro sahnesi vardı, ekip çalışması öğrenelim diye bizi küme usulü büyük masalarda oturturlardı. İlk ilkokul öğretmenimi yıllar sonra Facebook'ta buldum, arada haberleşiyoruz. Belki bir gün ziyaretine gitme şansım da olur. Koroya katılmış, konserler verip duruyorlar. İlkokulu üç yerde tamamladım, ilk 3'ü Bursa'da, 4'ü Afyon'da, 5'i de İzmir'de... Ama ilk öğretmenler unutulmuyor. Ya sevgiyle, ya nefretle anılıyor. Ben şanslıymışım.

7 sene okuduğum anadolu lisesindekiler ise pek parlak sayılmazdı. Türkçeyi konuşamayıp Almanca gramer öğretmeye kalkan birini tiksintiyle hatırlıyorum mesela. İnsanların gururunu incitmeye meraklı, öfkeli ve sevimsiz bir herifti. Bıyıklı, iğrenç sigara kokan... Bir de edebiyat hocası bir adamcağız vardı. Her dersin başında sıra dayağı için tahta cetvel isteyen (ki her ders de o cetveli veren şapşal bir kızcağız olurdu) ve her dersin sonunda da o cetveli birinin elinde/sırtında kıran bir adam... Lakabı Frosch (kurbağa) idi. Çok içmekten galiba, kızarmış pörtlek gözleri vardı.

Küçük Prens'i bize zorla okutan, şair olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir öğretmen. Yıllar sonra basılı kitabını görünce bir tuhaf olmuştum... Başak burcu oluşuma ve futbol takımı tutmayışıma takan kadın kompozisyon hocasını da es geçip iyi örneğe geleyim. Danışman hocam da olan kimya öğretmeni kadıncağızı severdim. İyi bir kadındı. İlgili, ders dışında da sohbet edebildiğim... Çilli, güler yüzlü. Hayatındaki zorlukları öğrenince çok üzülmüştüm. Çocuğu olmuyor diye kocasının onu boşadığını, sonra da meme kanseri olduğunu öğrendim. Yıllar sonra İzmir'deki kitap fuarında karşılaştık. Hastalığı atlattı çok şükür, güzel günleri olsun...

Her öğretmen böyle iyi anılmıyor. Hepsini kutlayacak mıyız yani şimdi? Yok canım... Çocuğa sevgisi-şefkati olmayan, kendi ezikliklerini/öfkelerini öğrencilerden çıkaran, kendini geliştiremeyenler hariç; hepimizin gelişiminde, yeteneklerini keşfetmesinde katkısı olan, geleceği görebilen o iyi, ilgili, erdemli öğretmenlerin Öğretmenler Günü'nü kutluyorum buradan da. Bir süre öğretmenlik yapan ve öğrencilerinin sevgiyle hatırladığı canım babamı da sevgi ve özlemle anarak...

Doğum yapana kadar bir daha yazabilir miyim bilmiyorum. Arada sinemaya kaçıp "Intersteller"ı izlemek istiyorduk ama olmadı. Sinemada "Hobbit" de yalan oldu. Neyse n'apalım, cimcimenin filmini izleriz artık :)

Tekrar dönene kadar kendinize iyi bakın; şöyle sıcak bir sahlep/kahve alıp elinize, benim için de güzel kitaplar okuyup nefis filmler izleyin :)

14 Ekim 2014 Salı

Düş alanı

"Kentlerin havaalanlarından çok düş alanlarına gereksinimi var. Yeni düş alanları yapılmalı, olanlar restore edilmeli ya da tümden yok edilmeli..."
 Nilgün Marmara

Üçüncü havaalanı için onca ağaç kesilir, onca kuş yuvasından edilirken, bu hoyrat devir için ne kadar naif bir dilek düş alanı... Nilgün Marmara okumak da, biraz Tezer Özlü, azıcık da Sylvia Plath okumak gibi. O hassas kırılganlık, öfke ve meydan okumaları benzeşmiş sanki. Daha 30'una değmeden göçüp gitmeyi seçen Nilgün Marmara'nın ölüm yıldönümüydü dün. 13 Ekim 1987'de, 29 yaşındayken Kızıltoprak'taki evinin 5. katından bıraktı kendini. Tanıklar demiş, yere düşerken hiç çığlık atmamış.


Böyle demiş onun için Cemal Süreya:

Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan söyle söz ettim: bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.

11 Ekim 2014 Cumartesi

41 yıl

Annemle babamın 43. evlilik yıldönümüydü bu 11 Ekim.

2011'de 40. yılları için minik bir kitap hazırlamıştık onlara, nişanlılıklarından başlayıp bugünlere gelen bir tarihçe. 11 Ekim 1971'de 17 yaşında bir genç kız ve 25 yaşında bir delikanlı olarak başlayan evliliğin öyküsü... 

Birlikte geçen 40 yıllarının hikayesini anlatan, fotoğraflı, yazılı bir kitap. Ben yazılarını yazmıştım, eşim de tasarımını yapmıştı. Asıl fotoğraf arşivi İzmir'de olunca, anneannemdeki bir fotoğraf albümü epeyce işe yaramıştı. Yanında, onlara özel hazırlanmış etiketiyle bir şişe şarapla beraber yollamıştık kitabı.


Çok duygulanmışlardı. Annemin ağlayarak arayıp teşekkür ettiğini hatırlıyorum. Babamınsa arşivine kaldırıp arada çıkarıp baktığını... 41. yılda da benzer bir şeyler, magnet vs hazırlamıştık. 42. yıl için özel ne yapsak diye düşünürken, babam oyunbozanlık edip bıraktı bizi... Zaman 41. yılda kaldı. İyi ki de yapmışız ama bunları, mutlu oldular.


Her şeye rağmen iyi ki de evlenmişler, 43. yıldönümleri kutlu olsun...

2 Ekim 2014 Perşembe

İyi ki doğmuş Bill Murray!

Bill Murray'nin doğum günüymüş geçenlerde, geçenlerde dediğim 22 Eylül'de 64 yaşına basmış dev adam. Aramız 6 günmüş, demek o da Başak burcu. Sevdiğim oyunculardan biridir Murray. O sakin, gamsız, dünya yansa umru olmayacak surat ifadesini severim. 'Ghostbusters'ta da sevmiştim kendisini, 'Lost in Translation'da da. Absürd filmlerin has aktörü...

Gerçekten kime sorsam, sevmeyeni yok gibi. Herkesin sempatik bulduğu ender hatta tek oyuncu o galiba. Düşününce, herkesin isminde uzlaşacağı başka bir aktör gelmedi aklıma. Mütevazı, efendime söyleyeyim yetenekli, sonra her rolün adamı...

Toronto’da çıkan National Post gazetesi oynadığı tüm rolleri bir araya getiren illüstratif bir çalışmayı yayınlamış Mart 2014'te. Bakınca acayip bir Bill Murray filmografi yolculuğuna çıkarıyor.

Suratı bezgin, sakin dedim; adamın seslendirdiği çizgi film kahramanı bile Garfield :)

Bu rollerinden hangisini en çok sevdim diye düşündüm, karar veremedim. En son 'The Grand Budapest Hotel'de izlemiştim ama sanırım kalbim, aşık olduğu unutkan kadını her gün yeniden tavlamaya çalıştığı  'Groundhog Day'deki rolünde.

Gerçi gönlü kırık, eski aktörü oynadığı 'Lost in Translation'daki rolünü de pek severim. Son sahnede kızın kulağına ne dedi acaba? (Kız da yetenek kumkuması Scarlett Johansson oluyor)  Peki ya sizin favoriniz?


Bundan pek bir şey anlaşılmıyor diyorsanız haklısınız, şöyle buyrun.

Via

 

29 Eylül 2014 Pazartesi

Ah Audrey


Zarafetin, iyiliğin, güzelliğin ve kırılganlığın sembolü Audrey Hepburn... İnsanın içini ışıldatan bir gülümseyişiniz var biliyor muydunuz? Ah, kalmadı sizin gibi ince ruhlar... Evde yavru ceylan beslemek, onunla uyumak nedir allahaşkına? Kapkara gökyüzüyle, sağanak yağmur ve fırtınayla geçen, tek güzel yanı dostlarla toplaşmak olan hafta sonundan sonra sabah sabah kocaman gülümsedim yemin ederim.





11 Eylül 2014 Perşembe

Burgaz'da Fincan


Dün, Eylül'le barışma çabamda ilk adımı attım galiba. Beyle 3. evlilik yıldönümümüzdü ve mutlu uyandım dün sabah. Öyle filmlerdeki gibi enerjiyle fırlayamadım tabii yataktan, göbeği yana döndürüp kendimi ittirmek suretiyle inebildim. Olsun. Yogada da öyle diyor hem; yana dön, elinden destek alarak yüksel. Hop hop... Ofiste fena bir gün değildi ya da bana daha çekilebilir geldi, bilmiyorum. İnsan zorlarsa kafasına takmayabiliyor galiba, yoksa insanlar da zırvalıklar da aynı. Peh...

Pazartesiden kalan nefis bir dolunay vardı, Burgazada'ya gitmeye karar verdik. Bostancı'da oturuyoruz, Karaköy'e gitmekle aynı şey. Püfür püfür bir yolculuk ve  Kınalıada'dan sonra güzelim Burgazada'ya vardık. En sevdiğim ada. Hedefimiz, Fincan Restoran. Onu seçmemizin sebebiyse, renkli pantolonlarına kurban Vedat Milor. O kadar güzel şeyler yazmış ki burası hakkında, bunca zaman durduğumuz kabahat.

Ama haklıymış. Müşterilerle Rasim Sofuoğlu ilgileniyor, çakır mavi gözlü, hoşsohbet ve esprili biri. Mutfak, eşi Canan Hanım'a emanet. Mezelere bakmak için onun yanına gittik. İkisiyle de balıklardan mezelerden sohbet ettik. Mezelerin hepsi birbirinden şahane gözüküyordu, ancak ben bu dönemde her türlü deniz mahsülünü yiyemediğimden, uygununu (doktorun yi dediklerini) seçmeye uğraştık. Rasim Bey'in elleriyle 4-5 metre dipten çıkardığı canım midyelerle yapılan midyeli pilavda gözüm kaldı misal.


Affınıza sığınarak yazıyorum, tamamen tavsiye maksatlı...
Milor'un da övdüğü kırmızı soğanlı favayı tatmasam olmaz, zaten hastasıyım, yasak da değil; mis. Fava dışında, terleten (kızartılmış acı biberli ve yoğurtlu bir meze), Girit (közlenmiş biber içinde patlıcan ezme, peynirli versiyonu sanırım fincanakiydi), Selanik (patlıcan ezme), otlu peynir (kendileri yapıyorlar) söylüyoruz. Hepsi şahane. Vedat abinin önerilerine göz gezdirip asma yaprağında sardalya, balık köftesi ve daha ızgaraya gelmeyecek kadar yağlanmasa da takoz palamut, ahtapot ızgara geliyor masaya. Aynı anda da etrafımızı kediler sarıyor.

Gurme sayılmam ama hepsi çok güzeldi. Favorim palamut ve iskorpitle hazırlanan, içinde tarçın ve dolmalık fıstık da olan balık köftesi. Peşinden, arka bahçedeki meyve vermeyen asmanın taze yapraklarıya hazırlanan sardalya (Canan Hanım incecik sarmış). Hesap da çok insafsız gelmedi, bi dünya balık yendi neticede. Sadece rakı fiyatı abartıydı.



Yemek güzel, dibimizde deniz, tepemizde de dolunay olunca suyla bile sarhoş olabileceğimi fark ettim. Sol yan masamızda, vapurda birlikte geldiğimiz iki çok tatlı kadınla sohbet ettik biraz. Dolunay keyfi yapmak için gelmişler adaya. Bebeğe koymayı düşündüğümüz isim, tatlı kadının kızıyla aynı çıkınca, sonra da mevzu ta Kaş'a uzanınca "Bu bir işaret" deyip kikirdedik. 

Arka masamızda kurabiye gibi bir kız bebek vardı, sürekli kendince konuşan, düğme burunlu bir minnak. Yan masadaki teyzeler onu alıp masa masa gezdirdi, herkes bir makas aldı yanağından. Bütün meyhanede bir kaynaşma. Kurabiyenin adı Pera'ymış, pek güler yüzlüydü. "Biz kızın adını Pera koysak sülale ne der ovvv, yoksa koysak mı?" deyip gülüştük.


Sağ yan masamızda ise adalı ve mekanın müdavimi oldukları belli Mari ve dostları vardı. Bütün ada ahalisi önlerinden geçerken selam verip hasbıhal etti. Masadaki kırık Türkçeli tatlı amcayla şahane teyze de 53. evlilik yıldönümlerini kutluyormuş meğer, karşılıklı tebrikleştik. 53'e 3. Arada 50 koca yıl. Hey gidi... "Oo, sizin de 50 yıllarınız olsun, sağlıkla mutlulukla" dediler, makara muhabbet, vedalaşıp kalktık. Uzun sofra keyfimiz bitti. Kalktık ama sanki her gece ordaymışız da, yarın da yine yemekte buluşacakmışız gibi bir hisle. Saatlerdir suratımızda çakılı kalmış sırıtışla...


Ve sonrası adada uzuun bir yürüyüş, her eve ayrı ayrı bakıp hayran olma, kedilerin hepsine ayrı sırnaşma ve adada yaşama hayalleri... Dönüşte yine aynı ekip; teyzeler, dolunay ve biz. Ek olarak arkada keman çalıp fasıl ortamı yaratan amca ve bütün vapurun kulaklarını tıkamasına sebep 3-4 sarhoş. Çok güzel bir akşamdı. Burgazada'ya kış olmadan yolunuzu düşürün derim. İstanbul'dan başka bir yer orası, herkesin birbirini tanıdığı ayrı bir gezegen...


5 Eylül 2014 Cuma

Walter, Shazam, Vance Joy

Walter gibi şen olmak ister deli gönül. Bu nasıl bitmeyen bir enerji yahu, ahaha! Ve onca koşturmadan sonra denize kavuştuğu anki o sevinç, ploffff... Denizden çıkmayan biri olarak hislerini anlıyorum Walter'cuum.



Başka? Diyete devam. Kan almaya da. Ama diyetten sonra şeker yükseldi, bu işte bir yanlışlık var. Her akşam Caddebostan'a kadar yürüyüş. Sahilde kaykaycı gençlik, patenle hokey oynayanlar, bisiklet yolunda gazlayan gerzek motorsikletliler, kamp sandalyelerini alıp denizin dibinde ya da çimlerde birasını, kahvesini yudumlayanlar, darbuka çalan minik çingene kızlar, usul usul demlenen amcalar, bisikletliler, köpekliler... Kalabalık gırla. Önceki akşam gökgürültüleri, şimşekler karşıda patlarken hızlı hızlı yürüdük, tepemize yıldırım inip de yağmur bizim tarafa gelmeden arabaya kılpayı yetiştik. Meteroloji 6'da tufan, hortum demişti ama günlük güneşlikti ortalık?

Bu arada Shazam'ın çok şahane bir icat olduğuna karar verdim bir kez daha. Bu programı telefonunuza indirdiniz. Başını kaçırdığınız, adını ya da söyleyenini bilmediğiniz ve deli gibi merak ettiğiniz bir şarkı duyduğunuzda telefonu o tarafa tutuyorsunuz, o tüm interneti tarıyor ve şak diye şarkının adını, icracısını söylüyor. Yıllarımı harcadım radyoda kıçını başını duyduğum şarkıları bulmaya çalışırken. Mırıldanarak anlatmaya çalışırken maymun oldum. Teknoloji işte, canına yandığım.

Riptide da Shazam'la keşfettiğim son şarkı. Caddebostan sahildeki kaykaycı oğlanlar dinliyordu, pek hoşumuza gitti. Shazam sağolsun, çaktırmadan o tarafa tutunca telefonu, merakımızı giderdi.

Şarkıyı söyleyen oğlan, gerçek adı James Keogh olan Vance  Joy, Avustralyalıymış. Melbourne'lü bir folk popçu. Ukulele de çalıyormuş. Altta dinleyeceğiniz şarkısı da yılın şarkısı seçilmiş memleketinde. Bu da web sitesi.  

Ekşi sözlük'ün yalancısıyım, 5 şarkılık EP'si varmış, Eylül'de de "Dream your life away" adlı albümü çıkıyormuş. İlk single "First time"ın klibi çıkmış bile. Valla kaykaycı oğlanlardan sonra biz de pek sevdik kendisini. Caddebostan sahilinden selamlar...

 

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Vapur, Salt Robinson, Duvarların Dili, uzun Cuma

İstanbul'un Anadolu yakası sakini olarak, ne zamandır yolumu Beyoğlu tarafına düşürememiştim. Üşengeçlik, tembellik vs dışında tipik İstanbul zorlukları işte. Göbekli halde hıncahınç dolu metrobüse binmeyi gözüm kesmiyordu, arabayla da deli trafik ve bulunamayan boş otopark yüzünden hevesim kaçıyordu. 

Hem beton deryasına dönen Taksim değil de, Tünel-Asmalımescit'teydi gideceğim yerler. Çözüm basitmiş: Arabayı Kadıköy'de vapur iskelesinin oradaki büyük otoparka bırak, Karaköy vapuru + tünelle Asmalımescit'e ulaş. Mis! Püfür püfür vapur yolculuğunu özlemişim. Trafik yok, üst üste binmiş insanlar yok. Rüzgar var, martı var, manzara var...





















Bu Cuma, Uzun Cuma'ydı Pera Müzesi'nde. Yani hem sergi gece 22'ye kadar açık, hem de ücretsiz. "Duvarların Dili" sergisini görmek istiyordum ne zamandır. İş çıkışı düştük yola. Önce Salt Beyoğlu'ndaki Robinson Crusoe Kitabevi'ne uğradık. Eski gözağrımın yeni yerini görmemiştim. Aklım hep eski dükkandaydı, üzülmüştüm oradan ayrılmak zorunda bırakılmalarına. Salt Beyoğlu'nun 4. katındaki yerleri gayet güzel olmuş; geniş, ferah... Karşılıklı raflardaki kitaplara bakarken, toto totoya geldiğiniz insanlara sürekli "Pardon" demeniz gerekmiyor. Eski yer, güzeldi evet ama acık samimiydi. Burada yeşilliklerle dolu bir balkon-teras benzeri bir yerleri bile var nefes alımlık. 




Burada kitapları oturup da karıştırabileceğiniz bir koltuk, kocaman da bir masa var. Piyano? Onun işlevini çözemedim. Belki küçük dinletiler oluyordur. Raflar arasında rahat rahat geziniliyor. Aradığım kitapları buldum, dükkan kapanıyor olmasaydı (20:00'de kapanış) azıcık daha kalıp birkaç tane daha karıştırmak isterdim. En azından kasadaki kibar çocuktan jelatinini açmasını rica ettiğim 100 liroluk yemek kitabını, neyse... 

Hamilelikte gözler de bozuluyormuş hafiften, 3 kez bakıp hala göremeyince yerini sorduğum Deliduman için "E önünüzdeki 3. bölümde" deyip sayemde beyle beraber pek eğlendiler, n'apalım bir süre köstebek de olacağız artık. Ama bey dahil hepsinin kahkahalarını duydum yani, kulaklara bir şey olmamış demek ki. RobKart'ın içindeki paralar da bitmemiş, hepsini onunla ödeyip cepten bir şey harcamayınca pek nefis bir alışveriş oldu.


Sergiye gelince... Duvarların Dili, graffiti ve sokak resmi örneklerinden oluşan bir sergi. Duvarlar, metrolar, trenler... Her yerden örnekler var. Memleketimizde ilk defa bu konuda bir sergi açılıyor, bu sergi bittikte sonra üstü boyansa bile eserler duvarın altında kalmaya devam edecek. Eh, bir Banksy yok elbette ama Keith Haring gibi sevdiğimiz adamların işleri mevcut. Haring'in ünlü desenleri, zamanında hip-hop plak kapağında bile yer almış.


Amerika'da 70'lerde başlayan akımın  günümüze uzanan örnekleri, sahiplerinin fotoğrafları, benim yabancısı olduğum hip-hop ve kaykaycı alemleri de var. Bir de alttaki gibi bu sergi için yapılmış işler. Fesli, kaytan bıyıklı uzaylı iyiymiş.





















Benim ilgimi en çok, C215 mahlaslı Fransız'ın işleri çekti. Duvardaki resimlerini fırçayla değil de, karton kalıpları ince ince kesip dantel işler gibi spreyle boyadığına inanamadım. Deli işi, ciddi emek istiyor. 


Kendini anlattığı videoda, aşama aşama nasıl uğraştığı yer alıyor. İzlerken insanın ağzı açık kalıyor. Tek tek kesiyor. Önceleri utanıyor, yaptıklarının fotoğraflarını çekip internete koymakla yetiniyormuş. İnsanlar ilgilendikçe kabuğunu kırmış. Kızının resimlerini dünyanın dört bir yanına (İtalya, İspanya) çizmiş; ağzında emzikle başlamış, kafasında bereyle 10 yaşına kadar gelmiş. Kız büyüdüğünde, kendini bir sürü ülkenin sokaklarındaki duvarlarda görünce mutlu olur herhalde. Ben olurdum yani.




Bunlar da hoşuma giden işlerden bazıları. Duvarı kaplayan endamlı abla, Logan Hicks'e ailt. Serginin daimisi Osman Hamdi'nin yeni gözdesi diyorlar kendisi için. Robinson, Pera rotasından sonra Otto Asmalımescit'e uğrayıp bir şeyler de atıştırdınız mı, tamamdır. Beyoğlu'nun Taksim tarafı elden gitse de Asmalımescit, Galata tarafı hala umut vaat ediyor. Buna sevindim doğrusu, İstiklal'in çorapçı-doncu dolmayan ender yerleri.





21 Ağustos 2014 Perşembe

Hedy teyze, büyüksün!

Gazetede fotoğrafını gördüm ilk. Yaşlı bir kadın polislerin arasında, elleri kelepçeli götürülüyordu. Suratında mağrur bir ifade. Azıcık da huysuz ihtiyar hali var sanki. Yer, Amerika Birleşik Devletleri. Kimileri için rüyaların, fırsatların ülkesi. Geçenlerde polisin silahsız bir siyahi genci, 23 yaşındaki Michael Brown'ı 6 (ALTI!) kurşunla vurup öldürdüğü özgürlükler ülkesi de aynı zamanda. Ferguson'da halk artık polis şiddetinden de, ırkçılıktan da yıldığı için bu son olayda protestolar şiddetlendi; ortalık karıştı. Obama itidal çağrısı yaptı, kimse umursamadı. Başgan, o çağrıyı polislere yapsa daha iyi olurmuş aslında. Herkes isyan etti. İyi de oldu. İnsanların ses çıkarması iyidir; ortalık acık toz duman olsun, zarar çıkmaz. 

Benzer bir olaydan esinlenerek geçen sene çekilen ödüllü bir film, var Fruitvale Durağı. Bu olayda da polis silahsız siyahi bir genci, Oscar Grant'i metrodan indirip silahla vurmuş. Arkadaşlarının gözü önünde. Üstelik elleri arkadan kelepçeliyken ve hiçbir sebep yokken... İzlerken sinirlerim bozulmuş, filmin sonunu tırnaklarımı kemirip ağlayarak getirebilmiştim.



Gelelim kelepçeli yaşlı teyzeye... İşte o da, 1924 doğumlu Hedy Epstein da bu protestolara katıldığı için gözaltına alınanlardan biri. Evinde oturup örgü örmek yerine, bir sürü insanla birlikte polis şiddetine ve ırkçılığa dur demek için sokaklara döküldü. 90 (DOKSAN) yaşındaki, St. Louis'de yaşayan bu kadın, Vali'nin bürosu önünde toplanmış insanlarla beraber protesto hakkını kullanırken, polisin "Dağılın!" uyarısına uymadığı için gözaltına alındı.

Kendisiyle ilgili bir yazıya, ara ara baktığım riya tabirleri'nde rastlayınca haberdar oldum ayrıntılı hayat hikayesinden. Kelepçelenmiş götürülürken şöyle demiş muhabire: "Ben bunu yeni yetmeliğimden beri yapıyorum," (Filistinlilerin hakları için İsrail'e düzenlenen protestolara, eylemlere çok katılmış, bazılarını örgütlemiş.) "Ama 90'ıma geldiğimde hâlâ yapmam gerekeceğini düşünmemiştim. Bugün ayağa kalkmalıyız ki, insanlar 90 yaşına geldiklerinde hâlâ böyle yapmak zorunda kalmasınlar." Yürü be Hedy teyze!



Aslında Hedy teyzenin hayatı da pek kolay geçmemiş. "Kindertransport" çocuklarından biriymiş. İngiltere'nin, Nazi hakimiyetindeki Almanya, Polonya, Çekoslavakya, Avusturya ve Danzig'den çoğu Yahudi olan yaklaşık on bin çocuğu kendi topraklarına götürüp güvenlik altına aldığı bir operasyonmuş "Kindertransport".  Sayesinde birçok çocuk hayatta kalma şansı yakalamış. 2. Dünya Savaşı'nın başlamasına dokuz ay kala gerçekleştirilen bu operasyonla kurtarılan çocukların hemen hepsi, ailelerinin soykırımdan kurtulan tek üyeleri olmuşlar. Acıklı bir hikaye. Hedy Epstein da 14 yaşındayken, götürüldüğü İngiltere'den ABD'ye göçmüş, 1948'den beri de burada yaşıyor.


Hedy teyzeyi daha yakından tanımak için Los Angeles Times'taki röportajı: "Holocaust survivor explains why she became Palestinian rights activist".

Hikayesini okuyunca duygulandım, 90 yaşında ve haksızlıklara karşı sessiz kalmıyor. "Aay oram ağrıyor, ooy çok fenayım" deyip yün çoraplarıyla koltuğunda oturup bütün gün pencereden sokağı da izliyor olabilirdi. Kanım ısındı kendisine birden. Üstelik hayatını sürdürmesi de bir kurtarma operasyonu sayesinde olmuş. Soykırım, savaş, ırkçılık... günümüzde hâlâ tartışıyor olmaktan utanmamız gereken sözcükler. Ama nalet olsun ki, ne yazık ki varlar. Hedy teyzeyi merak ettim. Bir gün kurabiyemi alıp gitsem, parktaki banklarda termostan bir çay içip muhabbet eder miydik  azıcık? Hem şu alttaki kolyesini de pek beğendiğimi söylerdim arada çaktırmadan. 

12 Ağustos 2014 Salı

Goodbye captain, my captain...

"Günaydın Vietnaaaaaaaaaam!" Bu ses de sustu. Söyleyeni göçüp gitti bu diyarlardan.

Sabah sabah üzücü bir haberle uyandım. Bu akıllı telefonlar daha yüzünü yıkamadan felaket haberlerini de getiriyor insana. Robin Williams evinde ölü bulunmuş. İntihar ettiği, kendini astığı söyleniyor. Çok fena, gerçi ölümün her türlüsü korkunç. Diyecek bir şey yok. Başarı, şöhret ve yaratıcılığın depresyonla kol kola gezmesi ilk değil.

Ünlü, sevilen kişilerin mutlu olduğu düşünülür ya... Kardeşim paran var, seni seven bir sürü insan, ailen var; ünlüsün, nedir derdin yani? Değil işte. Bu kocaman bir klişe. Fıkradaki, herkesi güldürüp de kendi delice mutsuz olan palyaço gibi. Psikolojik/psikiyatrik destek alıyormuş zaten, tedavi yetmemiş demek ki. İnsanın içinde neler olup bittiğini anlamak kolay değil, eminim çabalamıştır.

Robin Williams, sevdiğim bir aktördü. Özellikle "Ölü Ozanlar Derneği", "Can Dostum", "Uyanışlar", "Balıkçı Kral", "Kanca", "Günaydın Vietnam" filmlerindeki rolleri ve daha bir sürüsü... Hele ÖOD, defalarca, ağlayarak izlediğim bir filmdi. Kitabını da çok severdim. Çocukluğumun ya da gençliğimin bir kısmı kopup gitmiş gibi hissettim sabah haberi öğrenince. İnsan, tanımadığı birinin kaybına bu kadar üzüleceğini tahmin edemiyor.

Fotoğraflarına bakarken, en çok şu lafının olduğu kare içimi burktu. "Eskiden bu hayatta en kötü şeyin yapayalnız kalmak olduğunu düşünürdüm. Değil! Hayattaki en kötü şey; seni yalnız hissettiren insanların arasında kalmak." Sırtında kahkaha yüküyle gezen hüzünlü bir adammış Robin Williams. Ruhu huzur içinde olsun.

İntiharı kesinleştikten sonra şöyle bir de yazı okudum, çok doğru tespitler içeriyordu. Yani 'aman işte uyuşturucu' demeden önce bir hastalık yüzünden bunlarla başa çıkamadığını bilmek önemli. "Yaşadığı güçlüklere, savaştığı hastalığına ve tüm zorluklarına rağmen iyi bir insan, iyi bir eş ve baba, hepimizi güldüren, düşündüren çok yaratıcı bir komedi dehası olabildi."

"Onun ölümüne değil, yaşamına hürmet edip nasıl öldüğüyle değl, nasıl yaşadığıyla ilgili konuşabiliriz."

Güle güle kaptan, bizim kaptan...