3 Şubat 2017 Cuma

Sarı sıcak yaz, çocukluk #6

Bulutlu ve karanlık bir Cuma günü... Hani güneş açacaktı, hava ısınacaktı? Neyse, hafta sonu geldi diye sevinmemizi de kimse engelleyemez! Hafta sonu planlarım arasında Defnoş'u 'paaka' ya da dün buluşup kudurdukları arkadaşı Zeyno'ya götürmek ve Pazar günkü Kistik Fibrozis Aile Toplantısı'na gitmek var. 

Bu aile toplantılarının ilkine, Defne KF tanısı aldıktan birkaç gün sonra gitmiştik. Şoktaydık ve teşhise inanamıyorduk. "Gidin, kendiniz gibi ailelerin olduğunu bilmek size iyi gelir" demişlerdi. Piknikli bir toplantıydı ve Defne henüz bebekti. Cerrahpaşa'da korkunç bir 3 hafta geçirmiştik. Aynı yatakta kıvrılıp uyuduğumuz, kuzudan günde 7-8 kez kan aldıkları, kafasından bile damar yolu açtıkları, ortalıkta kedilerin gezdiği ve enfeksiyonu olan çocuğun odamıza alınmasından sonra Defne'ye de enfeksiyon bulaştırdığı ve servisi karantinaya aldıkları, yaz sıcağında iyice canımızdan bezdiren 3 korkunç hafta... Hala düşündükçe yüreğim sıkışıyor. Zar-zor 300 gr aldırdığımız çocuk, kilo verip çıkmıştı hastaneden. 

Moral olsun diye gittiğimiz piknikte etrafımızdaki tüm çocukların çok zayıf olduğunu görünce ve konuştuğumuz ilk kişinin de oğlunu 20 küsur yaşında bu hastalıktan kaybettiğini öğrenince neredeyse bütün piknik boyunca ağlamıştım. Ağladığımı gören bir sürü insan çevreme toplanıp teselliye çalışmıştı, içlerinden yaşıtım olan biriyle hala sık sık görüşüyoruz. Caanım İnci. İçime nasıl su serpmişti. O olmasa herhalde koşa koşa kaçardım o gün. Ama ondan sonraki toplantılarda not tuttum, doktorları pür dikkat dinledim ve aklıma gelen her şeyi utanıp çekinmeden sordum. Elimden geldiğince başka ailelerin sorunlarını da çözmeye çalıştım. 

Hepimizi tek dileği, bu hastalığın tedavisinin bir an önce bulunması. O yüzden bu toplantılar önemli. Ay çenem düştü, ama hayatımın gerçeklerinden en önemlisi bu. 

Çelıncda 6. soruya geldim. 

Çocukluğuma dair hatırladığım birçok anı var ama bunların bazılarından emin olamıyorum. Çünkü bana anlatılan bir şey mi, yoksa gerçekten birebir yaşadım mı, karışıyor. Bazılarında "Sen çok küçüktün, hatırlaman mümkün değil" diyorlar. 

Neriman ve Nurettin'le Ferthiye'deki evimizde
Aklıma ilk gelenler; 2 yaşındayken pek sevdiğim kırmızı yün elbisem üstümde, kuzenimle oynadığımız oyunlar, sonra evde koşarken üstüne bastığım civcivi annemin zeytinyağıyla ovalayarak iyileştirmesi, annemin kucağında babamı işe uğurlayışlarım, abimin yaramaz arkadaşları elime büyüteçle güneş ışığı tutunca yandığı halde inadına "Acımadı ki" deyişim (çocukların saçma cesaret gösterileri), öğle uykusundan uyanıp da evde kimse yok diye panikleyip kısık sesimle bahçede annemleri arayışım (o korkuyu çok net hatırlıyorum), sokakta bulduğum her kedi köpeği koltuğumun altına kıstırıp gizlice eve getirişim, ananemlerin 2 katlı, sobalı küçük evinde kendi yaptığım oltayı merdivenden sarkıtıp  fare yakalamaya çıkışım, rahmetli dedemin biz geleceğiz diye tadelle ve Çamlıca gazozuyla doldurduğu dolabı talan edişimiz, tahta kılıçlarla şövalyecilik oynayışımız... hangisi en eskisi hatırlayamıyorum, kronolojik olarak pek oturmuyor kafamda. 

Belki de gerçekte, babamla o fotoğraflara baka baka kurgulamışımdır bunları. Çocuk aklı. Babam çok severdi eski fotoğraflara bakmayı, arada beni de yanına oturtur, artık ezberlediğim hikayelerini bıkıp usanmadan anlatırdı. O günleri özlüyordu. Tıpkı benim şimdi özlediğim gibi... 


Ama galiba bu anıların en eskisi (ya da benim en sevdiğim) Fethiye'deki evimizdeydi. Prefabrik gibi tek katlı ahşap evlerden oluşan, daire şeklinde sıralanmış, yan yana lojman daireleri, evin önü bataklık. Kocaman bir yeşillikle çevrili etrafımız, evlerin bitiminde ise bekçi kulübesi var. O kulübe lojman havası veriyor zaten, yoksa sayfiye yerinden farksız. 

Babamla gündüz evde otururken (hafta sonu filandı demek) çinkoyla kaplı çatıda gök gürültüsü gibi bir ses duyup bahçeye fırlamıştık. Ben taş düştü sanmıştım. Sonra acıklı bi cikirdeme duyunca sese yöneldik. Babam, kocaman avucunda minicik bir kuş yavrusuyla döndü. Kanadı kırıktı, ama uçarken nasıl düştü çatıya, onu hatırlamıyorum. Babam bir yuva yaptı ona. Günlerce misafirimiz oldu. Babam kanadını sardı, bense her gün elimde buğdaylarla iyileşmiş mi diye gidip bakardım. Sonunda kuş iyileşti ve babam da avucunun içinden gökyüzüne saldı onu. Önce bir yalpaladı, sonra hızla yükseldi. Gözden kayboluncaya kadar izlemiş, gitti diye pek üzülmüştüm. Geri döner ya da en azından arada uğrar diye bekledim ama yok, gelmedi. Babamla benim aramdaki güzel anılardan biri olarak kaldı.

2 Şubat 2017 Perşembe

Özlemek #5




26 Ocak, babamın doğum günüydü. Dolabımda sakladığım eski fotoğraf kutusunu çıkardım ortalığa. Günlerdir içine dalıp dalıp gidiyorum. O günlerden aklımda neler kaldı diye zihnimin köşelerinde dolanıyorum.

Bizim çocukluk, annemle babamın ise gençlik halleri... Ne kadar tanıdık ama bir yandan da -artık- ne kadar uzak. O günlerin geri gelmeyeceğini bilmek, insanın içinde bir yerleri sızlatıyor. Ama o günleri yaşamış olmak da güzeldi. Babamın fotoğraf merakı sayesinde çocukluğumuza dair bir sürü fotoğrafımızın olmasını seviyorum. Çünkü unuttuğum bir sürü şeyi onlar hatırlatıyor. 
Fethiye
Aile ve arkadaşlarla gidilen o kalabalık piknikler, bahçede çamurdan yaptığımız heykellerle açtığımız sergiler, kahverengi şişedeki meyve suları ve pasta börekle kutladığımız doğum günleri, evde beslediğim ve içlerinden geriye Neriman ve Nurettin'in kaldığı civcivler, abimle zeytinyağına bulanıp yaptığımız yağlı güreşler, Büyükada'da geçirdiğimiz ve çok üşüdüğümüz yaz tatili, kaplumbağa yakalamak için evin önündeki bataklığa düşüşümüz ve annemin bizi söylenerek banyoya sokması, Uludağ'da kayaktan yorulunca ödül olarak yediğimiz içi Sarelle'li şahane krepler -kokusu bile burnumda- ve bir sürü fotoğrafta gözüne güneş geldiği için suratını ekşitmiş ben... İnsan yaşarken, bunların anıya dönüşeceğini ve bir gün burnunun direğini sızlatacağını düşünemiyor.
Büyükada
Çelınca dönersem... Her zaman özlediğim şey, artık hayatta olmayan babam. Onunla daha çok vakit geçiremediğim, ona bazı şeyleri söyle(ye)mediğim, tam tersine bazı şeyleri de söylediğim için pişman oluyorum bazen. Ama bunu geri döndürmenin bir yolu yok. Güzel anları anımsamak iyi hissettiriyor. Yazmayı, okumayı, hayvanları bana sevdiren babamla ilgili bir sürü şey aklımdan silinmesin istiyorum. 

Bazen özlediğim şey ise Fethiye ve Bursa'da geçen çocukluk günleri... Güzeldi, eğlenceliydi, apartmandaki ve okuldaki arkadaşlarımla akşamın geç saatlerine kadar sokakta oynayabiliyorduk. Korkmadan, herhangi bir şeyin tedirginliğini duymadan, telaşsız... İnsanlar birbirine daha çok güveniyormuş o zamanlar, sevgi dolu ortamlarda büyümüşüz biz. Ülke o zaman da şahane durumda mıydı, hayır ama biz farkında değildik. Babamın kütüphanesini karıştırıyordum, Gırgır dergisini okumaya çalışmayı seviyordum. 

Hala gözümü kapatınca zihnimde o anları görmek, hoşuma gidiyor. Bursa'daki evimizi, evimizin hemen karşısındaki ilkokulumu düşünüyorum. Güzel günlermiş.

1 Şubat 2017 Çarşamba

Dertli gönüllere girer misin #4

Önümüzdeki birkaç günün güneşli geçeceğini öğrenmek iyi geldi. Soğuk olsun güneş olsun, bahara az kaldı şurada. Enseyi karartmayalım.

4 yıl önce bugün Çıldır Gölü'nün üzerinde, sonsuz ve pofuduk bir beyazlığa doğru yürüyormuşum. O güzel Kars seyahatinden beri bir yere de kıpırdamadım, hamilelik-bebek vs... Sonra da tuhaf bir içe/eve kapanma hali. Bahar bi yeşillenme, tabiata kendini atma, kabuğunu çatırdatarak kırma, bi silkinip kendine gelme umudu taşıyor en azından. 


Çelincda 4. soruya geldim, 12 gün filan gerideyim galiba. Ha gayret, bitirebilirim sanki.


Etrafımdakiler bana bir sorunun çözümü için geliyor mu, öyle bir Gülşen Abi durumum var mı; şöyle bir durup düşündüm. Hayatımda yeri olan her insanın sorusuna-sorununa 7/24 açığım. Telefonla olur, whatsapp dürtmesi olur, kapıya dayanıp dertleşmek olur... Elimden geleni yaparım. Ama ne kadar işe yarar, bunu ölçmenin bir yolu yok. "Can sıkıntısı ya da mutluluk anında sohbet için kapısını çalınız" insanı olmak, beni çok mutlu ederdi. 

Kitaplarla (tavsiye vs)  ya da dilbilgisi ile ilgili sorular geliyor işimle ilgili olduğundan kelli ama, iki alanda da iddialı olduğumu söyleyemem. Haşa, illa daha bilgili/donanımlı kimseler vardır, ama çevrelerinde ben olduğumdan n'apsın garipler :) 

Bir de sevdiğim insanlara hazırladığım ve çok da keyif alarak, kalp çarpıntısıyla gördüklerindeki tepkilerini beklediğim hediyelerden ötürü (eşimle ikimize özel dergi, kızıma fotoğraflardan yılbaşı ağacı, annemle babama içini elle yazarak hazırladığım kitap vs) böyle bir şey hazırlamak istediklerinde fikir danışmak için gelen arkadaşlarım var. Ama bunlar sorun değil, soru aslında. Danışma ihtiyacı. Kimin ne yarasına merhem olmayı başardım şu hayatta, cidden bilemedim şu an. 

Genelde mevzu karışıksa, şöyle hayret eden bir ifadeyle dinliyorum anlatılanları.


Kitap mı seçilecek, bütün kitaplığımı gözden geçirip kitap sitelerine bakıp favorilerimi düşünüp listeler yapar yollarım :) Liste yapmak demek ben demektir çünkü. Bir de evcil hayvan danışmanı gibi oldum, ofisin orada kediye araba çarpar beni çağırırlar, kutu bulur arabalı arkadaşı ikna edip veterinere götürürüz. En son bugün, çalıştığım kurum bahçedeki kedileri tuzaklı kafesle bir (neresi o yerler? bilemiyoruz) yerlere götürüyor diye twitter'dan haklı tepki gösteren hayvanseverlere ne cevap yazsak diye bana sordular, dedim ona bir şey yapamam çünkü o tuzaklı kafesleri benim de tekmeleyesim var. Ne zararı var bahçedeki 2-3 kedinin?!

İlişkilerden, memleket meselelerinden, hayattan zaten hep konuşuyoruz ama bu konularda hepimizin kafası karışık. Kimsenin diğerine tavsiye verecek hali yok, anca dinleyip fikir beyan edebiliyoruz. Bizim gibi düşünmeyenleri ikna edebildiğimiz yok, kalanlarla da anca ağlaşabiliyoruz. 

31 Ocak 2017 Salı

Hayatım roman mı #3

İstanbul'da hava güneşli ve fekat ayaz mı ayaz. Ocak'ın da son günü. Yetti bu ka kış, bahar gelsin çimlere yayılalım. Sabah işe gitmek için evden çıktığımda Defne hala mışıl mışıl uyuyordu. Gece uyumak bilmediğinden... Onu görüp öyle gitmek istiyorum işe, aklım kalıyor. Ama uyanıkken de arkamdan melül melül bakması ya da "Anne gitme" demesi içime dokunuyor. Neyse, geldik dükkana....

Kitap okuyamıyordum ne zamandır, ofisçe verilen toplu idefix siparişi sayesinde beklediğim birkaç kitapla birlikte, merak ettiğim Han Kang'ın Vejetaryen'ine kavuştum. Man Booker ödüllü bir kitap, güzel işler basan April Yayıncılık'tan çıkmış. Heyecanlı gidiyor şimdilik. Sıradan hatta silik sayılabilecek bir kadının, gördüğü rüya sonrasında vejetaryen olması ve yaşadığı değişimi kocasının gözünden izliyoruz. 'Ürkütücü bir yolculuk' denmiş, bakalım.



Defne de ona aldığım kitaba bayıldı. Dün gelir gelmez kucağıma kıvrıldı, beraber okuduk. Bütün gece de elindeydi, sayfaları çevirerek kendi kendine anlatıp duruyordu. Evdekiler yetmezmiş gibi kitap da kara kedili. Ama hikaye çok sevimli. Adı Çok Yaramaz Kedi, Nar Çocuk'tan çıkmış. Ödüllü bir kitap, çizimleri çok güzel...



Kaplumbağa hızıyla takip ettiğim çelıncda daha 3. sorudayım, rezillik. Devam ediyorum. 


Tezer Özlü'yü severim, sevdiğim başka yazarlar ve kitaplar da var ama "Yaşamın Ucuna Yolculuk"un yeri ayrı. Hayatımız bir yolculuk ve yıllar geçtikçe de sonuna doğru yaklaşıyoruz. Yolculuğun tadı ise yol arkadaşlarıyla çıkıyor. Yol, öyle çekilir hale geliyor. Yolda izlenen manzara da, yol da, yol arkadaşları da değişiyor zamanla. Kimi zaman trenle ağır aksak ilerliyor hayat, kimi zaman uçakla havadan bakıyoruz kendimize. Kimi zaman eksiliyor yol arkadaşları, kimi zaman beklenmedik yoldaşlar ekleniyor.

O yüzden hayatım kitap olsa adı "Yaşamın Ucuna Yolculuk" olurdu sanırım. Türü de deneme. Deneyerek yaşıyor, yanıldıkça öğreniyorum. Deneye yanıla yaşıyoruz hepimiz. 

"Yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. insan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu ararken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?"

Yolumuz açık, yolculuğumuz keyifli olsun madem. Çelınclara gelesi ben, artık işe döneyim. Arada Defne ile telefonda konuştum, "Günaydın" dedikten sonra "Kolay gelsin annecik" dedi. Bugünlük gıdamı da aldım, sırtım yere gelmez. Okunacak yazılar, edit edilecek metinler, yazılacak sloganlar beni bekler. Kalın sağlıcakla.

23 Ocak 2017 Pazartesi

Ah kalbim, sen benden ne çektin #2

Hafta sonları mutlu ve enerjik hissetsem de, daha çok yorulduğumu fark ettim. Daha hafta sonu sevincini idrak edemeden, pazar akşamı olmuş oluyor. Klasik... Banyo, çamaşır vs. Kendimi banyoya sokma kısmı dışında asıl eforu, Defne'yi yıkamak ve delice direnmesine rağmen saçlarını taramak için harcıyorum. İşe gelerek dinleneceğimi hiç düşünmezdim. 

Pazartesileri sevmiyorum, arkadaş olmaya çalışsam da olmuyor. Bugün de bi içime kapandım, gömüldüm. Hiçbir şey yapasım yok.


Yiğit Özgür
Neyse, sıra çelıncın 2. maddesinde. 6 gün geriden geldiğimden, fırsat bulmuşken yazdım. Kaldı 15 :)


Kalbimi kazanmanın beş yolu? İçinde ne olduğunu bilmediğim bir kavanozu kaşıklamak gibi hissettirdi bu. 

1. Bana değer verildiğini hissettiren ufacık şeyler için çabalanması. Ne bileyim, kendimi en yalnız, çaresiz hissettiğim anda hiç ummadığım birinden gelen bir mektup ya da telefon, ben seviyorum diye alıp gönderilmiş bir kitap, 'günün güzel geçsin' notuyla gönderilen bir şarkı, yazmayı seviyorum diye hediye edilen (ve yazmaya kıyamayacağım) defterler, 'Hadi gel iki lafın belini kıralım' diye hiç beklemediğim anda içilen bi dost kahvesi, kargoyla gelen ya da masamda bulduğum kedili bir şeyler, gözlerim çizgi olana dek gülebildiğim insanlar. İnatçı ve detaycı halimle beni kabul edenler.

2. Gerçekten anlaşıldığımı hissetmek. Bu çook büyük bir şey. Anlaşıldığımızı sandığımız o kadar çok anda, aslında yanlış anlaşılıyoruz ki. Birinin beni 'gerçekten' anladığını bilmek, paha biçilmez bir şey. Hazine bulmak gibi, 'Öf, bugün de yağmurlu' diye dertlenirken birden bulutların aralanıp güneşin kendini göstermesi gibi. Kimse kimseyi anlamak için uğraşmıyor gibi geliyor artık.

3. Samimi ve mütevazı olmak. Kendinden çok üstün biri gibi bahsetmeyen, kendini bir ürün gibi pazarlamayan insanlara daha çok ısınıyor içim haliyle. Altında herhangi bir iğneleme/ima olmadan kurulan her türlü iletişimin hastasıyım. Zaten bulmaca çözmek için vakit harcayacak kadar uzun yaşamıyoruz. Bari olduğumuz gibi görünsek ya da göründüğümüz gibi olsak. Zor, biliyorum. Ama imkansız da değildir herhalde. Ne bileyim, şişik egolardan kusazaam.

4. İncelikler. Evet, şairin dediği gibi "Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" ama minik incelikler, küçük nezaketler kurtarıyor hayatı zaten. Onlar çekilir kılıyor. Koca koca hödüklüklerin altında kalıyor, yeterince önemsenmiyorlar ama benim için önemli. "Ben böyleyim, tamam mıaaa?!" diye bağıran insanlardan gına geldi. "Lütfen, özür dilerim" vb de lugatımızda olsun hep, rica edicem.

5. Merhametli insanların varlığı. Yol kenarında gördüğü aç yavru kediye süt bulmak için uğraşan, otobüste filan ağlayan bir kadına mendil uzatan, düşeni kaldıran... ne bileyim, herhangi bir canlı için çaba gösterebilen herkesin başımın üstünde yeri var. Alttaki çocuklar gibileri çoğalsın dilerim.



Daha da ne yazayım bilemedim...

Çelınclara gelesin #1

Pek sevgili Leylak Dalı çelınca davet eder de icabet etmemek olur mu? Olmaz. İş dışında elim bilgisayara gitmemişti ne zamandır. Çelıncın 17 Ocak'ta başlaması gerekiyordu ama, hayli rötarla geliyorum mecburen. Ofis yoğun, ev delirmeceli olunca... 

Neyse, geç olsun güç olmasın diyelim. Aylardır yazmadığım, örümcek ağı bağlamış blogumu hatırlattılar, teşekkür ederim. Ne yazacağımı unutmayayım diye, SonikHanım'ın ilk davetinden notları da şuraya yapıştırayım.


Beş sözcükle kendimi anlatmaya çalışayım, hmm... Ama insanın kendini anlatması ne zormuş yahu, daha ilk sorudan zorlandım. Kim 500 Milyon İster'deki basit ilk sorulara benzemiyor bu ilk soru.

1. Kararsızım. Yani bir şey arasında seçim yapmaya çalışmak, bir şey almaya/vermeye/söylemeye/yapmaya karar vermek, direkt enseden başlayarak terlememe neden oluyor. Sonunda zar zor bir şeye karar veriyorum ama bu sefer de 'doğru mu karar verdim, ay yoksa öbürü mü daha iyiydi la' diye içim içimi yiyor. Mukadderat.

2. İnce düşünmeye çalışıyorum. Minik notlar yazmayı, minik hediyeler vermeyi seviyorum; onları aldıkları/buldukları o an insanların suratında oluşan şaşkınlık ve gülümseme çok iyi hissettiriyor. Bu, ayrıntıcı olmamın da bir sonucudur belki. Ayrıntıcı olmak -iş dışında- pek iyi değil ama, detaylarda kaybolup kafayı yemekle/yedirmekle sonuçlanabiliyor. 

3. Unutkanım. Yani genelde eşyaların yerini, sözlerimi vs unutmam ama bana atılan kazıkları unutabiliyorum bazen. Israrcı olabiliyorum. Ama hayat her şeyi öğretiyor ne de olsa, unutmamayı da öğreniyorum. Listeler yapmayı seviyorum, bu unutmamı engelliyor. 

4. Hayır diyemiyorum. Artık kibarlıktan mıdır, şaşkınlıktan mıdır; bunun zararını çok görsem de ayıp olacak diye herhalde, diyemiyorum.

5.  Merhametli olmaya uğraşıyorum. Bunun sonucunda bir sürü şeye üzülmekle geçiyor hayat, elimizin erdiği kadar. Bir deniz yıldızı, bir deniz yıldızıdır.  

Bazen kendimi tam da böyle -sağ üstteki gibi- bi şaşkın hissediyorum, yaşla filan hiç alakası yokmuş bu durumun. Yanlış anlaşılınca da böyle çaresiz hissediyorum. 



Son olarak, Defne'nin 3 yıl sonra böyle şeyler dememesini diliyorum. Şimdiki çocuklar çok fena :/

11 Ekim 2016 Salı

Fotoğraflar

Bugün annemle babamın 45. evlilik yıldönümü. Babam yaşasaydı 45. yıllarını kutlamak için arardım ikisini de. Annem belki babamın çiçek almaya üşendiğinden yakınırdı, babamsa gazetesini suratından indirip unuttuğunu söylerdi. Ama aslında unutmayıp da kendi kendine küstüğü bir şey yüzünden almadığı ortaya çıkardı belki sonra. Didişe didişe geçinip gittiler 40 küsur yıl. Ben bu 45 yılın, 35'inin bilinçli olarak 30-32 senesine tanıktım.

45 yılı düşünüyorum da... İnsan biriyle bu kadar uzun süre yaşar mı, birlikte yaşlanmak nasıl bir şey diye. Bazen insanın kendine tahammül edemediği düşünülürse, başka biriyle bir evi, hayatı paylaşmak... Yani ne bileyim, 5-10 sene neyse de 45 yıl bu. Biz 5'i devirdik, geç evlendiğimizden 45 teknik olarak zor. Ama tıp ilerliyor.

Eski fotoğraflara baktım durdum. İnsanlar ne kadar değişiyor. Onları tanımadığımız o eski zamanlarda, ne kadar da farklılar. Hiç bildiğimiz gibi değiller. Saçıma fön çektirince bile bir tuhaf geliyor, ben değilmişim gibi. Daha çok CHP kadın kolları başkanı ya da ana haber bülteni spikerine benziyorum. Görenler bu sen değilsin diyor. Ne acayip. Hepsi biziz işte, hayat ya da kuaförler bizi tuhaf hallere sokuyor. 


Annemin teyzesini kaybettik Eylül'de. Kıyamıyoruz ya hani bir sürü eşyayı kullanmaya, dolaplardan çıkarmaya; saklıyoruz hep daha iyi günler için. Yok, kullanmak lazım. Daha iyi gün yok, iyisi o an. İleride kullanırım diye saklamak anlamsız. Çünkü sen göçüp gidiyorsun ya, kullanmaya kıyamadığın eşyalarla dolu bir ev kalıyor geride. Sensiz  anlamı olmayan bir ev. Geride kalan insanlar da o eşyaları ne yapacaklarını bilemiyorlar. Atmaya kıyamıyorlar, ihtiyacı olana veriyorlar, bazılarını saklamak istiyorlar ama nereye kadar... Bizden geriye kalanların kıymetini/anlamını kimse bizim gibi bilemeyeceğinden, kullanalım gitsin. Hikmet teyzenin evini boşaltıyoruz. Bir sürü eşya. Ben sadece fotoğraf albümleriyle ilgileniyorum. Hiç görmediğim fotoğraflar. Bambaşka bir Hikmet Teyze. Bilmediğim, tanımadığım. Ne de güzel gülümsemiş bazılarında, çoğunda da en yakın arkadaşı, ilkokuldan ölüme dek ayrılmadıkları Mükerrem Teyze var. Yıllardır hiç kopmadılar. Hastayken birbirlerine baktılar, kardeşten yakındılar. 


Babam gideli 3 yıl oldu. Hala İzmir'deki eve girince, onu balkonda gazete ya da kitap okurken bulacakmışım gibi geliyor. Fotoğraflarına bakıyorum. Hayat bir şekilde geçiyor. Ama genel olarak tadı yok sanki. Kızımın yüzüne bakınca hissettiklerim dışında, kendimde bir şeyler yapmak için motivasyon bulamıyorum. Herkeste genel bir memnuniyetsizlik, bıkkınlık, dünyaya geldiğine pişmanlık... 

Eve koşarak gitme sebebi kızım. Bugün Kız Çocukları Günü'ymüş, bilmiyordum. Dilerim o bizden daha aydınlık, güzel günler görür. Barışı görsün en azından. Kendi tercihlerine göre özgürce yaşayabilsin. Dilediği eğitimi alabilsin, istediği işi yapabilsin ayrımcılık nedir bilmeden. Kendi kararlarını verebilsin, kimseye boyun eğmeden. 

Sabahları onu arkamda bırakarak işe gitmek öyle zor geliyor ki. Bugün 'paaaka' diye tutturup kucağıma atlarken, bi bakacağım koca kız olmuş, "Höf anne yaaaağ" diyor. Parkta üflenen köpüklerin peşinden koşarken bi bakacağız büyümüş de "Ben yurtdışına gitmek istiyorum" diyor. Olsun, hayat kıymetli. Fotoğraflar da. Benden geriye bir tek onlar kalsın isterdim. Mümkünse gıdısız çıktıklarım.