12 Şubat 2015 Perşembe

Defne, özlenenler, Müzeyyen

Bloga yazmayalı 1.5 ay olmuş, inanamadım bir an. Zaman ne çabuk geçiyor! Defne, 2.5 aylık oldu. Onunla günler hem birbirinin aynı, hem de birbirinden çok farklı. Aynı çünkü her gün emziriyor, uyutuyor, hava almaya dışarı çıkarıyor, altını değiştiriyor ve banyo yaptırıyorum. Farklı çünkü günden güne büyüyor ve davranışlarındaki değişiklikler de gözle görülür şekilde artıyor. Artık bana gülümsüyor, gözlerimin içine bilinçli bilinçli bakıyor, benim olduğum yöne doğru kafasını çeviriyor ve onunla konuştuğumda kocaman açtığı gözleriyle beni takip edip kendince agu'lu bugu'lu cevaplar veriyor. Az kaldı muhabbet edeceğiz. Ananesiyle epeyce ediyor hatta, şifreli ayrı bir dil geliştirdiler galiba. Babasının omzunda evi turlamaktan da pek mutlu. 


Şimdilik birbirimizi çok şahane şekilde anlamıyoruz. Ama artık karnı acıktığındaki ağlamasının sonuna dudaklarını büzüp uzun bir 'üüüü' eklediğini, gazı olduğunda ise daha avaz avaz ağladığını, uykusu geldiğinde söylenip homurdanarak ağlarken birden pıt diye sızdığını biliyorum. Ona kitap okunmasından hoşlanıyor. Geçen gün babası kütüphaneden rastgele bir kitap alıp okumaya başladı, ilgiyle dinledi Artun Ünsal'ın 'Süt Uyuyunca' kitabını. Arada kendince yorumlar bile yaptı. Demek ki benim gibi peyniri sevecek :)


Acayip, sürprizli, yorucu ama bir o kadar da eğlenceli bir süreç onun büyüyüşüne tanık olmak. Baştaki kadar zorlanmadığımı hissediyorum. İlk zamanlar ağladığında kafası kesik tavuk gibi telaşla koşturuyordum yatak odasında. "Gazı mı var, doymadı mı, sütüm mü yetmiyor yoksa, n'oldu, ühühü" diye. Lohusalık psikolojisi, zıplayan hormonlar, uykusuzluk da düşünülürse... Halim perişandı. Saç-baş dağınık, gözler uykusuzluktan pörtlemiş, surat çökmüş... 


Şimdi o uykusuz tempoya alıştım sanırım. 2-3 saatte bir ağlamayla ya da saat alarmıyla uyanmak o kadar bünyemi sarsmıyor artık. Saat 4'te 5'te öğle yemeği yiyebiliyordum, şimdi biraz daha insani bir tempomuz var. Kızın çaydanlık gibi fokurdamasına, Gollum sesleri çıkarmasına da alıştım. Düzeliyor bir şeyler neyse ki :) Ama başta insan sonsuza kadar böyle olacağını, evden çıkamadan sürekli bebek emzireceğini filan düşünüyor. Enseyi karartmamak, sakin olmak lazımmış.

Bir sürü yeni icat, kolaylık vs olsa da geleneksel yöntemlerin bazısı hala iş görüyor. Uyumuyorsa ayakta sallamak, çırpınıp kendini korkutmasın diye yarım kundak yapmak vb... Bol bol fotoğrafını, videosunu çekiyorum. Bazı halleri, surat ifadeleri beni çok güldürüyor. Instagram'da onun ağzından yazdığım bir fotoğraf-video serisi oluştu, pek eğleniyorum yazarken. İleride okutacağım kendisine, böyle de zurna bir şeydin sen küçükken diyeceğim. Çaktırmıyor ama bence  o da pek eğleniyor. Bizimle olmaktan, muhabbetli sesli ortamdan hoşlanıyor, arka odada uyursa bile biz onsuz salondaysak basıyor yaygarayı. Hoop, getiriyoruz hanfendiyi Obi ile Yoda'nın yanına. Etrafa bakınıp duruyor. Obi ile Yoda'nın zaten canına minnet. Kafasını yalamak için fırsat kolluyorlar. Bu ara kar fırtına, genelde evdeyiz kuzuyla. 


Peki neleri özledim? Dışarı çıkıp uzuuun uzun dolaşmayı... Şimdilik anneme bırakıp çıktığımda da "Ağladı mı? Uyandı mı?" diye aramam ve acıktıysa da koşturarak dönmem gerekiyor bazen. Onun dışında Defne ile sahil yürüyüşleri, park gezileri yapabiliyoruz. Eh, daha uzunlarının da zamanı gelecek. Sonracığıma rakı içmeyi özledim ne yalan söyleyeyim... Hamilelikte yasak, emzirirken yasak. Eh, n'apalım. Katlanacağız kuzu için. Kitap okumayı da özledim. Pınar Öğünç ve Karin Karakaşlı'nın kitaplarını okumak istiyorum. Gazetelerin hafta sonu eklerini bile Çarşamba Perşembe okuyabiliyorum. Olsun, Instagram ve Twitter'dan takip ediyorum yeni çıkanları. Arkadaşlarımla kampa, trekking'e gitmeyi ya da dışarıda uzun sofra muhabbeti yapmayı özledim bir de. Bunu da şimdilik bize gelen dostlarla yapabiliyorum az çok. Özetle sabredersem hepsini yeniden yapabileceğim ama tabiatım biraz sabırsız, n'apayım...

Doğum izninin bitişini iple çektiğimi söyleyemem. Hatta işe hiç dönesim yok. Kafamı bu meşgul ediyor bu ara. Çalışasım mı yok, yoksa kızımı bırakasım mı? İkisi de. Duruşmaya göğsüne sarılı 7 aylık oğluyla giren avukat Feyza Altun Meriç, söylediklerinde ve yaptığında ne kadar haklı. Çocuğu olan çalışan kadınlar, çocuklarını tanımadıkları ve güvenmekten başka çareleri olmayan  insanlara bırakmak zorunda kalıyor. İşyerlerinde kreş yok. Emziren anneler için emzirme odası yok. Buna bizim şirket de dahil. Mutfağın dibinde, erzakların depolandığı minik odada süt sağdı bir sürü iş arkadaşım...  

 
"3 çocuk doğurun, tecavüzcünüzün çocuklarını da doğurun, devlet bakar" diyorsunuz, doğurana çocuk başına para, yok efendim altın vaat ediyorsunuz ama bunlar "Hem çalışın hem çocuk yapın, biz destek oluruz" değil, "Doğurun doğurun amaaa, evde oturun!" demek oluyor! İşyerimde kreş olsa, ben çocuğumu niye bilmediğim birine bırakayım ki? İyi bakar mı yoksa kötü mü davranır diye kafa yemek mi iyi, maaşı filan boşverip evde oturup kendin bakmak mı? İki ucu pis değnek. Doğum iznindeyken, paraya en çok ihtiyaç olan dönemde maaşın da yatmıyor. İznin bitince toplu alıyorsun. Nalet girsin böyle ikiyüzlü sisteme!


Sokaklar desen bebek arabasıyla gezmeye hiç elverişli  değil. Arabasını kaldırıma park eden hödükler yüzünden. Apartmanın girişinde bile arabayla çıkılacak bir rampa yok, iki kişi çıkarabiliyoruz bebek arabasını. Daha Defne yokken ortalıkta, bunu ev sahibimize söylemiştim de "Ne gerek var, apartmanda buna ihtiyaç duyan kimse yok!" demişti. Yahu, sen akrabalarımdan/arkadaşlarımdan hangisinde tekerlekli sandalye, bebek arabası var nereden biliyorsun? Ayrıca bugün tekerlekli sandalyeye düşmek hepimizin başına gelebilecek bir  şey, an meselesi! İlla doğuştan engelli olman gerekmiyor, ayağını kırman imkansız mı? Herkes benim başıma gelmez sanıyor. Otursunlar evlerinde diyor, ne var yani, çıkmayıversinler dışarı!

Höf, şiştim. İçimi döktüm acık, iyi geldi. Düşündükçe daralıyorum yeminle.

Bu kadar uzun süre evde oturmaya alışık değil bünye. Gündüz kuşağı programları, evleneceksen gel-bu tarz benim o tarz senin tarzı şeyler hakkaten felaket. Tek güzel şey, İkinci Bahar'ın tekrarı. Ne güzel diziymiş. Şener Şen, Türkan Şoray, Meral Okay, tıfıl Ozan Güven, taze Nurgül Yeşilçay, Samatya... Tekrarı bile leziz.

Ve Müzeyyen Senar... Göçüp gidişine üzüldüm. Evet, bekleniyordu, hastaydı, büyük ihtimal kurtuldu ama her ölüm erken işte. Gençler göçüp gidiyor, 97 yaş, güzel ve dolu dolu bir ömür... Ama onun kaybıyla bir devir de kapandı. On küsur yıl önce İzmir'den çıktığı GAP turunda babam rehbermiş. Babam Hasankeyf'teki tekne turunda, o soğukta üstünde incecik bir bluz olduğunu, annemin yedek yağmurluğunu ona verdiğini anlatmıştı. Bulunmayan bir yerde "Rehber, bira yok mu bira?" demiş, babam da ona tekneden inince bulacağına söz vermiş. Çok inceymiş üstü, o geziden sonra zatürre olmuş. Sonra da iyileşememiş zaten. 

Işıklarla olsun. İkisi de, hem rehber hem yolcu...