29 Kasım 2013 Cuma

Sarı saçlarına kurban David

David Garrett, keman virtüözü ve de yetenekli bir Alman- Amerikan kırması kardeşimiz. 'Kardeşimiz' diyorum çünkü 1980 doğumlu, sarışın, eli-yüzü düzgün bir insan evladı. Bir de Başak burcu. İmajı için biraz kasıyor, yüzüğüyle saçıyla fazla alakadar oluyor gibi gelse de sanatına saygımız sonsuz. Tarzı daha çok cover üzerine. Ama 'Ankara'nın Bağları'nı çalsa, dinlenir diyorlar. Konserlerinde pek de esprili, flörtöz.

Yetenekli dememin sebebi de şu; saniyede 13 nota basabilen (2008'de dünyanın en hızlı keman çalan insanı seçilmiş, rekorlar kitabına girmiş) David, keman çalmaya 4 yaşında, konser vermeye ise 7 yaşında başlamış. Babası abisine almış kemanı, ama abisi eline almazken David kendi kendine çalmayı öğrenmiş. Yetmemiş, virtüöz olmuş. Kirpikleri uzun, saçları da sarı, demiştim sanırım (saçları boya, dişleri -galiba porselen ama olsun, bir tek kaşlarını almayaymış iyiymiş). Yaşayan en önemli keman virtüözlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Ama aynı zamanda da sakar bir oğlan. 2007'de Londra'daki Barbican konseri öncesi sahnede ayağı takılmış ve paha biçilmez Stradivarius kemanının üstüne düşüp kırmış. Yerinde olsam, ay rezil oldum, güzelim keman da gitti diye karalar bağlardım herhalde. Ekşi sözlük'te kırılan kemanın Giovanni Battista Guadagnini tarafından yapıldığı, telaşa hacet olmasa da  değerinin 1 milyon dolar olduğu, tamiri için de 120 bin dolar gerektiği yazılı.  1772 yılında yapılmış bu kemanı, 2003'te 1 milyon dolar sayıp da almış çocuk. Az para mı?! Geçenlerde, Berlin'deki 2010 Rock Symphonies konserini izledim bir yerlerde. Albümünün adı da bu: Rock Symphonies. Albümündeki cover'lar şöyle sıralanıyor:

1. Smells Like Teen Spirit
2. November Rain
3. The 5th
4. Walk This Way
5. Toccata
6. Vivaldi vs. Vertigo
7. Master of Puppets
8. 80's Anthem
9. Live and Let Die
10. Asturias
11. Kashmir 

Yani bildiğiniz bir sürü rock ve pop parçasını çalıyor, güzel de çalıyor. Klasik eserler yok mu, var; onları da nefis icra ediyor. Karayip Korsanları'nın müziği de var repertuarında ama onu zaten pek sevmem, hele atv haberlere fon müziği olduğundan beri gıcığım. David'i Kurt Cobain'e benzetenler de var, ona bir şey diyemeyeceğim. Yarı çıplak pozlarına da hiç girmeyeyim... Allah sahibine bağışlasın.

Ama böyle deri ceket, cepten sarkan zincir ve elde keman.. enteresan tabii. Şikayetçi değiliz. Klasik müziği sevmeyen varsa, popülerleştirerek sevdirme çabasını takdir ediyorum. Şarkıların bu versiyonları da hoşuma gitti aslında. Mehmet Tez'e mi seslensem bilmiyorum, Türkiye'ye gelmez mi, bir keman da burda kırmaz mı?

Sevdiğim 'Kashmir'i böyle yorumlamış.



Bkz. bu da 'Smooth Criminal'.

 

Ve 'Live and Let Die'. Paul McCartney ile. 

28 Kasım 2013 Perşembe

Bir daha asla

Cumartesi günü dişçi randevum için karşı tarafa geçmemiz gerekti. Hava da güzeldi. Istıraplı saatler bittikten sonra ağzım sola kaya kaya, ne zamandır görmek istediğim "Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür" sergisine gittik. Gerçi sergiye gidince, ağzım burnum daha beter kaydı ağlamaktan. 

Kabataş'tan Tophane'ye yürüyerek gittik. Çok güzel minik kafeler, galeriler açılmış. Mahalleli ile entelektüel tayfa kaynaşmış. Bir sürü yabancı öğrenci, akademisyen dolaşıyordu etrafta. Sergi öncesinde kahve-tatlı için küçük bir kafede otururken, hemen arkamızdaki koltukta uyanıp gerine gerine karşıdaki berbere giren, yaşlı berber amcayla ve dükkandaki havlularla oynayan kediyi izledim dakikalarca. Bakakaldım, fotoğrafını bile çekmedim. Bütün gün orda oturabilirmişim gibi geldi.

Yollarda keyif yapan kedileri durup izledim arada.


Sergi, iki kata yayılmış. Videolar, yazılar, fotoğraflar ve bazı basılı malzemelerden oluşuyor. Duvardaki yazıları okurken, yanınızda açık ekrandan Bosna'da oğlu ve kocasını kaybetmiş acılı bir kadının sözlerini dinleyebiliyorsunuz. Aynı anda yan tarafta slaytlarla zulme uğramış başka insanların siyah beyaz görüntüleri yansıyor duvara.

Serginin kataloğu kalmamış ancak makaleleri de içeren kitap İletişim Yayınları'ndan çıkmış, bizim gibi siz de onu alabilirsiniz. Sergi ise 15 Aralık'a kadar açık.


Alttaki de, günümüze kadar dilenmiş olan resmi özürlerin kapsamlı bir haritası. Altta yıllar, sağda ülke isimleri var. Duvara yansıtıldığından, pek net bir fotoğraf olmadı ama özür dileyen ülkeler arasında ne yazık ki Türkiye'nin adı yok. 


Bulgaristan'da Türklere, Cezayir'de Fransızlarca Cezayirlilere, Srebrenitsa'da Bosnalı müslümanlara, Kuzey İrlanda'da İrlandalılara, Amerika'da Japonlara, Almanya ve Polonya'da Yahudilere yapılanlar... Belene Kampı, Kanlı Pazar, Holokost... 


Sergi, dehşet veren insanlık suçlarıyla dolu. Boğazınız düğümleniyor. Bir sürü ülkeye ne çok acı ve dehşet sığmış. Srebrenitsa kısmında ben dağıldım, videolar da çok fenaydı. Ama yine de özür dileme erdemini göstermiş birçok ülke. Bulgaristan, Belene Kampı'nda işkence ettiği, asimile ettiği Türkler için daha çok yakın bir zamanda, 2012'de resmi olarak özür dilemiş.

Sırbistan Parlamentosu, 2010'da Bosnalı müslümanlardan resmi olarak özür dilemiş. Britanya ise Kuzey İrlanda'dan Kanlı Pazar için 2010'da özür dilemiş. David Cameron'ın konuşması, halk arasında coşkuyla karşılanan bir hareket olmuş haliyle.

 



Fındık ev



Toprak, kil, ağaç ve saman. Tüm malzemesi bunlardan oluşan şirin bir ev. En sağlıklı malzeme olan kerpiçten. Mis. Michael Buck, tarih öncesi dönemlerden esinlenerek yaptığı bu evi hiç para harcamadan yapmayı hayal etmiş ama sonunda bu iş ona 150 Sterlin'e patlamış. Hiç fena değil. 

Fındık gibi bir ev. Basit, sevimli. Hikayenin ayrıntıları ve evin yapılış aşamaları şurada. Ah münasip, minnak bir arsamız olsa... Böyle ağaçların içinde. Minnak bir ev kondursak oraya. Hayaller hayaller... 

Ben kendimi bu minnak mutfakta patates soyarken filan hayal ettim, oğlanları da merdivene yerleştirdim (gerçi Yoda pencere kenarı seviyor). Bey de mutfakta yemek yapıyor ya da şömineyi yakıyor olabilir. Bence uygun. Hayallerim iyi geldi bu yağmurlu, soğuk ve sevimsiz İstanbul sabahında.




26 Kasım 2013 Salı

İyimser bir sonuç

Londra, 1940 (Fotoğrafçısı bilinmiyor)
İyimser bir sonuç'a
Ben bir gün giderim ki neyim kalır
Eksik bıraktığım herşeyim kalır
(...)
Turgut Uyar

Ofiste fena bir gün geçirdim dün. Fena bir gün; sinir bozucu, acil şeylerle ugraşmak, delirmiş insanlara laf anlatmaya çalışmak ve sandalyemde arkama yaslanıp iki dakika durarak bir "Napıyorum ben yahu?" diye düşünememek şeklinde gerçekleşti. Müzik bile dinleyemedim.

Anneme mektuplar yazıyorum elimden geldiğince. Birkaç hafta sonudur gidemedim İzmir'e, içimde bir rahatsızlık hissediyorum. Ona her gidişimde yazıp bıraktığım mektupları postayla yollamaya başladım. Pek hızlı ulaştığı söylenemez ama posta kutusunda bulmak hoşuna gider diye düşündüm. Ona iyi geliyordur umarım, bana birazcık da olsa iyi geliyor çünkü.

Gün içinde durduk yere ağlarken buluyorum kendimi bazen. Hava da bir acayip, kasvetli; erkenden kararıyor. Kırıldığım, üzüldüğüm ufak ufak şeyler birikiyor belki de. Ya da sadece hisleniyorum durduk yere. Elimdeki kitaptan bir satır okurken, sokakta gördüğüm bir kediye bakarken.... Bazen de sadece babam aklıma geldiği için.

Sonra bir arkadaşımın sözleri geliyor aklıma: "Baban da istemezdi ki böyle olmasını, bu kadar ağlarsan; o da üzülür kızını üzdüğü için. Seni görüyor duyuyor, ben babamın beni görüp duyduğunu düşünüyorum." Bi durup düşününce mantıklı gibi geldi, burnumu çekip sustum. Ama aslında insanın aklının ermediği ve kendini çaresiz, yalnız hissettiği öyle çok şey/an var ki. Hava da böyle olunca, bulutlar çöküşüyor insanın içine.

Cumartesi akşamı arkadaşımla gittiğimiz mini konserdeki hüzünlü ninniyi dinlerken, "Bir Daha Asla" sergisini gezerken, Ayşe Arman'ın Lobna Allami röportajını okurken hele iyice koyverdim gitti... Sergiyi bir ara anlatırım, okumadıysanız eğer Lobna'nın röportajının bazı bölümlerini de aşağıya aldım:



"Aslında iyi miyim, kötü müyüm onu bile bilmiyorum. Hayatta olduğum için mutluyum ama çok ağlıyorum. Hep ağlıyorum. Çünkü bir sürü şeyim, yeteneğim, bilgim… Artık yok! Çöpe gitti. Okuyamıyorum… Yazamıyorum… En kötüsü de istediğim gibi konuşamıyorum! ‘Küçük insan’ gibi konuşabiliyorum… Böyle, yavaş yavaş… Kelimeleri düşünerek, bulmaya çalışarak… Kelimeler, aklımda ama ağzımdan çıkamıyor! Bazen de yanlış kelimeler çıkıyor... ‘Domates’ demek istiyorum, ‘çilek’ diyorum…"

"Türkiye’yi istemiyorum…  Ben 35 yaşındayım, 5 yaşıma döndüm! Sadece o park yıkılmasın diye, o gün oraya gittiğim için. Ben kötü bir şey yapmadım ama bak halime… Şimdi her şeyi yeniden öğrenmem gerekiyor. Yapacağım. Ama artık her şeyi, ‘küçük’ yapabiliyorum… Küçük kadın oldum.  Küçük hedeflerim var. 'Bugün bunları yapacağım' diyorum. Daha büyük düşünürsem deliririm!"

"Ben çok yazan bir kadındım. Küçüklüğümden beri. Blog’um vardı ama şu an hiçbir şey yazamıyorum. Kitapları, dergileri, gazeteleri saklıyorum. Bir gün okuyacağım ama ne zaman? İki üniversite bitirdim, ODTÜ’de master. Ama yok şimdi… Gitti... İnsan kabul edemiyor."

Ah sevgili Lobna, sen kötü bir şey yapmadın elbette. Kimse bunları hak etmedi, insanlar istemedikleri bir şeye karşı ses çıkardı sadece ve bir özrü bile çok gördüler sana, bir sürü insana... Bir insan bu hale geldi işte, geriledi; birçok şeyi elinden alındı. Ama o isyan etse de yılmıyor.

Bu arada, Lobna'nın erkek arkadaşı Barış Türkçe, İngilizce ve Danca üç metin hazırlayıp Lobna için bir video yaptı. ‘Indiegogo’ sitesine yükleyip insanları ona destek olmaya çağırdı. O videoyu izleyin. 3 dakika 48 saniye boyunca Lobna'nın yaşadıklarının özetini göreceksiniz. Önceki ve sonraki Lobna'yı... Yerde çırpınırkenki, boş çuval gibi karga tulumba taşınırkenki haline yüreğiniz dayanır mı bilmem. Ama sonra zafer işareti yapan, yaşamak için savaşan ve gülümseyen Lobna'yı göreceksiniz. Sitenin alt kısmında da, neler olduğunu anlatan metni okuyun. 

"Lobna eşittir hayat sevinci, sosyalleşme ve bilgi. Çoğu zaman tebessümle dolaşır ve güneyin mizacı ondan asla eksik olmaz. Gezmeyi, yeni insanlarla tanışmayı ve her kiminle ne hakkında olursa olsun hiçbir tartışmayı kaçırmayan Lobna daha önce de yazdığımız gibi filozofun ta kendisidir."

"Sabır ve moral dışında Lobna´nın şu an ve ilerisi için ihtiyacı olan şey maddi destek. Günlük yaşamsal ihtiyaçlar ve ilaç giderlerinden başlayarak terapi, tedavi, üçüncü ameliyat masrafları, ulaşım ve telefon/internet gibi giderleri karşılaması için desteğe ihtiyacı var. Lobna şu ana kadar ailesinin ve yakın arkadaşlarının yardımıyla geçindi."

Lobna'nın yeni başlangıcına destek olmak ve tedavi masraflarını biraz olsun hafifletmek için buraya tıklamanız ve bağışta bulunmanız yeterli. Kredi kartı kullanmıyorum ama eşimin kartıyla elimden geleni yapmaya çalışacağım.

Her şeyin düzeleceğine, iyi günler göreceğimize, içimiz kıyılmadan yaşayabileceğimize inanmak istiyorum. İyimser bir sonuç lazım bize...

25 Kasım 2013 Pazartesi

Seyirlik

Bugünün güzel fotoğrafları da bunlar olsun... İstanbul'da hava soğuk, yağmurlu ve karanlık.
Herkese iyi haftalar!



Hikaru Arai

24 Kasım 2013 Pazar

Dosta veda

Evde kedilerle yaşadığımdan beri en büyük korkum, onları kaybetmek. "Ya kötü bir hastalığa yakalanırlarsa, ya onlara bir şey olursa?" korkusu hep içimi kemirdi. Biri balkondan, biri camdan düştüğünde aklımı kaçıracak gibi oldum. Neyse ki parmak çıkığı ve ufak sıyrıklarla atlattılar. 

İnsan, evde birlikte yaşadığı hayvanlara gerçekten bağlanıyor. Kapı kapalıysa açmanız için ağlarcasına miyavlayan, eve geldiğinizde sizi uykusundan kalkıp kapıda karşılayan, koltukta boynunuza sarılan, çalışırken bilgisayarla aranıza girip kolunuza kıvrılarak ilgi isteyen hayvanlardan bahsediyorum. Çocuğunuz gibi seviyorsunuz ve onlar da bunu hissediyor. Onlar da sizi seviyor ve bunu belli ediyor çünkü. Üzgünseniz sizi teselli etmek için size her zamankinden daha fazla yakınlık gösteriyor. Hissediyor çünkü. Can...

Amerikalı fotoğrafçı Sarah Ernhart, duygusal bir proje gerçekleştirmiş. Ölüm zamanı yaklaşan evcil hayvanların son anlarını ve sahiplerinin onlarla olan vedalaşmasını fotoğraflamış. Eşimin 10 yaşındaki kedisiyle olan vedalaşmasını hatırlıyorum da, içimiz çıkmıştı ağlamaktan. 

Haberi gördüğüm yerde şöyle yazıyordu: "Evcil hayvan sahibi olan herkes, yıllarca evini ve hayatını paylaştığı bu kadim dostunu kaybedeceği günün korkusuyla yaşar. Kendisi de bir hayvansever olan Amerikalı fotoğrafçı Sarah Ernhart, ölümcül bir hastalığa yakalanan veya çok yaşlandığı için ölüm zamanı yaklaşan evcil hayvanları ve onları son kez kucaklayan sahiplerini görüntüleyerek, bu duygusal karelere imza atıyor."

Çok acıklı bir şey bu vedalaşma anı... Fotoğrafçının sitesindeki daha şahane fotoğraflar için buraya tıklayabilirsiniz.





Dilek tutmak

Genç Osman'ın "Gökyüzü Masmavi" albümünden dinlediğim şarkılar hoşuma gitti. İzini, Mavi Sakal günlerinden sonra kaybetmiştim. Solo albümü çıkmış. Pek de güzel olmuş. İyi geldi bu şarkı...



Onu seven, bunu da sever bence...

21 Kasım 2013 Perşembe

Hala nükleer santral isteyen var mı?

Biz hala HES'leri, birçok ülkenin artık bırakmaya başladığı nükleer santralleri tartışaduralım (daha doğrusu birileri bizi ikna etmeye uğraşsın), geçmiş ve fotoğraflar kafamıza vura vura bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Bazen fotoğraflar olmasa, bazı şeyler hiç yaşanmamış gibi olacak sanki...

Aşağıdaki fotoğraflarda göreceğiniz yer, Pripyat. Ukrayna'nın kuzeyinde, Kiev yakınlarında bir kent. 1970'te Çernobil Nükleer Santrali'nde çalışanlar için kurulmuş. Ama artık bir hayalet şehir. Çünkü Çernobil’in 10 kilometrelik zehir çemberindeki bu 49 bin nüfuslu şehri, patlamadan sonra bir gecede binlerce insan terk etmek zorunda kaldı. 

Geçen günkü Eskiler postunda paylaştığım fotoğrafların çoğu da burada çekilmiş olmalı. Ki bu da, onca eşyanın nasıl kaçarcasına geride bırakıldığını açıklıyor.

20. yüzyılın ilk büyük nükleer patlaması olan Çernobil'de, 26 Nisan 1986 gecesi 01:00’de 4 numaralı reaktörde büyük bir patlama oldu. Patlamanın nedeni, reaktörlerdeki tasarım hataları ve güvenlik sisteminin devre dışı bırakılmasıydı.

Şehir, 30 saatlik çalışma sonucu çevre illerden gelen 20 km uzunluğundaki otobüs konvoyuyla boşaltıldı. Kayıtlara geçtiği kadarıyla 3 milyondan fazla insan bu felaketten zarar gördü. Birçok insan öldü, sakat kaldı; yıllar sonra bile kanser vakaları arttı, sakat doğumlar çoğaldı, tarım alanları kullanılamaz hale geldi. 

Bilim adamları, 900 (evet dokuz yüz) yıl daha burada yaşanamayacağını söylüyor. Radyoaktif etkilerinin tümüyle kaybolması için ise 48 bin yıl geçmesi gerektiğinden bahsediliyor.

Ve hala nükleer enerjinin şahaneliğinden, nükleer santral kurma gerekliliğinden bahseden insanlar var ülkemizde. Şaşılacak şey! Paranın her şey olmadığını, paranın temiz hava gibi solunamayacağını, ekmek arasına konup yenilemeyeceğini, temiz su gibi içilemeyeceğini ne zaman anlayacaklar acaba?

Alttaki fotoğraflara, özellikle de çocuklu olanlara daha dikkatli baksalar; cüzdanları yerine belki içlerinde başka bir yer kıpırdanır.

Pripyat'ı ayrıntılı gezmek isterseniz...




20 Kasım 2013 Çarşamba

Defol Melissa Bachman!

Avcılık, pek anlayabildiğim bir şey değil. Spor olarak kabul edilmesi ise bence çok acayip. Bir hayvanı neden öldürürsün? Zevk için mi? Nasıl bir zevk peki bu? Ben anlamakta zorlanıyorum. Hele başında, matah bir halt etmiş gibi gerzek bir gururla poz vermeyi hiç anlamıyorum. Bu kahramanlık değil, vahşilik...

Aşağıdaki fotoğraflarda, öldürdüğü hayvanların yanında gururla poz veren gerizekalı kadının adı Melissa Bachman. Avcı ve vahşi yaşam programı sunucusuymuş. İkisi bir arada nasıl oluyor, onu da bilemedim. Sonuçta hayvanları seven insanların o tür programları sunduğunu zannediyordum ben, vicdan yoksunu gerzeklerin değil. Öldürmediği hayvan kalmayan bu kadın için change.org'da dev bir kampanya başlatılmış ve Güney Afrika'ya girmemesi için 300 bini aşkın insan imza vermiş. 
change.org’da başlatılan  kampanyanın metninde Bachman’ın varlığının Güney Afrika’nın gurur duyduğu koruma kültürü açısından açık bir çelişki olduğu vurgulanarak “Son Facebook fotoğraflarında bu ülkede katlettiği bir aslanın başında poz verdi. Bu ülkenin vergi  mükellefi bir vatandaşı olarak, kendisinin bundan böyle bir daha bu ülkeye ve doğal kaynaklarına girişine izin verilmemesini istiyorum” deniliyor.
Bachman "Ne avdı ama" diye Twitter'da paylaştığı aslanlı pozunu Facebook’'undaki ‘2013 Africa’ albümüne de eklemiş. Korkunç olduğu su götürmeyen o albüm de Maroi Koruma Bölgesi’nde ölü zebra, antilop türü hayvanların başında gülerek verdiği pozlardan oluşuyormuş. Kendisine çevresinden aklıselim kimse "Ne halt ettin kızım sen?!" dememiş herhalde, yazık.

Cem Boyner'in de bir  beyaz ayıyı vurup başında gülümseyerek poz verdiğini hatırlıyorum. Parasını verdim, avlarım kardeşim... Av kanalı, av dergisi var. İnsanlar bunu gerçekten hobi, spor olarak görüyor. Ayıya karşı nasıl bir sportmenlik söz konusu, tam anlayamadım doğrusu. Şartlar pek eşit değil sanki. Bence sırf bu kadınla sınırlı kalmasın, bu haltı yiyen herkese karşı benzer kampanya başlatılsın. Kadın-erkek...

Bir sürü savunmasız hayvan can vermiş... Fotoğraflar beni çok sinirlendirdi, bakması gerçekten insanın içini buruyor.