22 Aralık 2017 Cuma

Absürt "Fırtına"

Aktivitelerden uzak yaşıyorum ne zamandır (yaklaşık 3 yıldır); evden işe, işten eve... Ofis toplaşmalarından da yıllardır kaçtığımdan, biletleri aylar önce alınan dün akşamki tiyatro buluşmasına hayır diyemedim. O kadar da yabanilik etmeyeyim diye... Ama tabii ki fiyaskoyla sonuçlandığını belirtmeme gerek yok. Kırk yılda bir çıktım ya, her tür saçmalık olur. Kızımla oyun oynayıp kitap okuyarak geçirseydim keşke dün akşamı da. Çocuğun ahı tuttu galiba. Hakkaten yılın en uzun gecesi oldu. İnsanların ofis dışında da kaynaşmaya  zorlanmasına gıcığım. 

Benim eve uğrayıp öyle gitmem gerekiyordu, Defne'nin fizyoterapisi filan... Sandım ki bir tek ben evden geleceğim, herkes ofisten topluca çıkar, bir şeyler yiyip içtikten sonra tiyatroya intikal edilir. 10 kişiyiz toplamda. 

Defne'yi akşam onunla olamayacağıma zar zor ikna edip metroya bindim. Çıkışta kılpayı kaçırdığım tramvayı, Kadıköy çarşının oraya kadar kovaladım. Sonunda vatman acıdı da açtı kapıyı, tıknefes bindim. Buluşma noktasına bi gittim ki 3 kişiler! Gerisi nerede? Gerisi, berikilere bir şey demeden ofisten tek tek tüymüş. Sonrasında haber de vermemiş. Yahu, 10 kişi yan yana oyun izlemek mi ofis dışında sosyalleşmek? Öncesinde iki laf etmez mi insan? Bunca yıldır gitmememin sebebini bir kez daha idrak ettim. İsabet olmuş. Bu kadar küçük bir güruhta bile gruplaşma, çekişme... 



Aksi gibi Shakespeare uyarlaması "Fırtına" oyunu da absürt ve tuhaftı. Tiyatro delisi sayılmam, modern tiyatrodan anladığımı da asla iddia edemem ama, uzunca bir süre oyun izlemem yani. Bana yetti. Gerçekten emek işi ve ortaya çıkan sonuç, göreceli. Uzun uzun tiratlar, kameralı ve patenli periler, ittire kaktıra biten 1. perde ve oyunun sonunda kara donla kalan adamlar... Tek sevdiğim ayrıntı, ekoseli ceket esprisi sayılabilir. İktidar, ihanet, intikam, affetme filan ama, ortaya çıkan sonuç zırvalık.

Gecenin 11'inde oyundan çıktığımda, bizim beyin "Kız seni özlemiş, uyumadı; seni bekliyor" mesajıyla topuklarım kıçıma vurarak taksiye atlamamla şahane bir final yaptı dün gece. Anahtarın sesini duyar duymaz, pijamalı kuzu bitti eşikte. Dudaklarını büze büze "Seni çok özledim annecim, sen gel diye bekledim" deyince, içimden hay şekspir'e de, bu soğukta ofis tayfasıyla sosyalleşmeye kasmaya da... Puding yemek bile dikkatini dağıtmamış.



Eve geldiğimde Hüseyin Avni Danyal'ı, annemin izlediği dizide de görünce asabım bozuldu. Oyunun sonunda o da cübbeyi çıkarıp çamaşırla kalacak diye ciddi ciddi endişelendim. O sahnenin anlamını, günahlardan arınma olarak düşünemedim ben. Ama sanattan anlamamak tam da böyle bir şey olabilir, bilemiyorum. 



Ekşisözlük'te oyunla ilgili hislerime tercüman olan yorumlardan şu ikisini şuracığa bırakıvereyim ben... Yılbaşına dair hiçbir heyecan, coşku hissedemiyorum. Yaşlılık böyle bir şey galiba. Bari çocuk sevinsin diye kitaptan ya da fotoğraftan yılbaşı ağacı filan yapayım. Evdeki tek yılbaşı göstergesi, vazodaki kokina ve birkaç yıldır kapıda asılı Noel Baba...

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Tatil iyi de dönüşü kötü

Yaz rehaveti... Sıcak ve bayık günler birbirini kovalarken, Defnoş'la minik bir parantez açtık. Analı kızlı bir Çeşme yolculuğu. Gerçi "Çocukla tatil yoktur, yer değiştirme vardır" cümlesine katılmamak elde değil. Pişir-yedir-uyut üçgeni, 2 yaş sendromu ve sonu gelmeyen "Hayıy"larla birleşince zorlasa da, güzel vakit geçirdik. 



Denizde-bahçede bol bol gezindi, bütün gün cıbıl ayak çimenlerde dolaştı, yere eğilip karıncalarla hasbıhal etti, bir sürü ağacın yaprağını/dalındaki kelebeği inceledi, çakıltaşı-kozalak-deniz yıldızı topladı, bahçedeki biberleri suladı, kitap okudu, suluboyayla taşları-çimenleri boyadı, parkta oynadı, dondurma yedi, canavar maskesine dönüştürdüğümüz mukavva kutuyla eğlendi, bizimle saklambaç oynadı, çimenlere yatıp yıldızları izledi, "Ay ay başım döndü" deyip dönerek elindeki sinek kovucularla dans etti. O eğlendi, ben de onun eğlenmesiyle eğlendim. Bir ara karpuza sarılıp yanındaki arkadaşlarıyla (kavunlar) denize gelmesini söylüyordu :)




Kendim içinse işten uzaklaşmak iyi geldi, İstanbul'a döndüğümde gözümün önüne gelip ferahlatacak birkaç güzel manzara biriktirdim. Azıcık kendimi dinledim. Kızımı izledim. Çocukken babamla kaldığımız kamp yerine baktım uzaktan; babamı ve o günleri özledim, o an yanımda olup da o günleri Defne'ye onun anlattığını geçirdim içimden. İşte öyle. Gözümün önünde büyüyen kızımın varlığı ve ektiğim koca gül fidesinin ardında mezar taşı kaybolan babam. Oysa o günleri hatırlamak bile tekrar yaşamaya yetiyor. 

Tatil iyi de, dönüşü gibi hayallerin tuzla buz oluşu da fena. İstanbul sıcak, kalabalık ve çirkin göründü gözüme. Bavulları boşaltmaya fırsat kalmadan sızdım, sabah da metrobüse binip işe gelirken camdaki aksimden kendim korktum. Öyle bir suratsızlık. Bir önceki akşam arkadaşların yaptığı ev rakısı yanında deniz fasulyesi kemiriyordum ama! Şimdi ise işe gitmek istemiyorum ve metrobüste kimseye değmemeye çalışarak ofise ulaşmaya çalışıyorum. Daha da tatilden pazar dönmem. Hiç olmazsa bir gün, evde uyum çalışması şart. Sevimsizsin İstanbul. 



4 Nisan 2017 Salı

Kitaplar kurabiyeler

Hop diye Nisan geldi, ne çabuk geldi yahu. Ülker dışında doğru düzgün 1 Nisan şakası bile yapılmadı galiba, ki genelde pek de komik olmuyor zaten. Olmuş ayın 4'ü. Ofiste nispeten sakin bir gün. Defne'ye ve kendime kitap siparişi verdim biraz önce idefix'ten, dört gözle bekliyorum. Kıza torpil geçtim biraz. 

Kendime Özge Samancı'nın "Bırak Üzülsünler-Türkiye'de Büyümek" ve Seray Şahiner'in "Kul"unu; Defnoş'a "Masal Yolu", "Babam Uyumak Bilmiyor" ve "Meşe Palamudunun Sırrı"nı aldım. 



Masal Yolu'nun güzelliği, hayal gücünü ve kitaptaki ipuçlarını kullanıp yönlendirmelerle kendi masalını uydurabilme şansı sunması. Mekanları, karakterleri, olay örgüsünü seçip oluşturmak bize kalıyor. Yani her gün bu çocuğa ne okuyayım/anlatayım sıkıntısından bir nebze olsun kurtarıyor gibime geliyor. 

Babam Uyumak Bilmiyor ise uyumamak için bin takla atan cimcim ya da cimcimeleri ters köşeye yatırarak rolleri değiştirmiş. Uyumayan babayı uyutma taktikleri. Defne her akşam aynı öyküyü/masalı defalarca anlatarak ya da "Sen de pijamanı giy, çorabını çıkar" diye zaman kazan kazanmaya çalışarak uykuya direniyor. Arada ben sızmaya, bey horlamaya başlıyoruz. Bu kitaptan umutluyum. 

Meşe Palamudunun Sırrı ise orman mühendisi bir babanın kızı olarak bitkilerin adını merak etmeye aşina biri olarak beni pek bi sevindirdi. Babam, ne zaman ormana/pikniğe bir yere gitsek ağaçları/çiçekleri inceler, isimlerini Latince ve Türkçe olarak bana söylerdi. Latincelerini aklımda tutamasam da çoğunun Türkçe adını öğrenmişim. Kızım da çiçeği böceği tanısın istiyorum. Tohumdan başlayıp ağacın/ormanın yolculuğunu bilsin. Benim ona okumam dışında, odasına çekilip kendi kendine kitap sayfalarını karıştırması, yüksek sesle anlatması hoşuma gidiyor. Bir arkadaşımın oğlu "neşe palamudu" diyordu meşe palamuduna, böyle çocuklar olsun yahu etrafta.




Vapurda kızına kuşları anlatan bir adam görmüştüm; kara mekeleri, karabatakları "Bak kızım bunlar ördek" diye anlatıyordu çocuğa. Zincirleme gidiyor demek ki, baba bilmezse çocuk ne bilsin.

Kendi kitaplarıma gelince, önce "Bırak Üzülsünler"'i okuyacağım. 80'lerde orta sınıftan bir kız çocuğun yaşadıkları çok tanıdık geldi. O zamanlardan kim bilir neler iz kaldı içinde. Küçük güvensizlikler, suskun haller, içe atıp patlatmalar, çekingen tavırlar... ve daha başka ne arazlar. Anlam veremediğimiz bir sürü sıkışmışlık hissiyatı, o zamanlardan miras sanki.

Evde bu aralar gittikçe dillenen bir cimcime ve anane olunca, hamarat faaliyetler başladı. Ikea'nın şu güzel teneke kutularda satılan zencefilli tarçınlı kurabiyesini pek sevdiydi Defne. Gidip gelip kemiriyordu. Dün gidip bakmış, teneke boş (ben de tırtıklamıştım bir miktar). Ananesi de kıyamamış, işten eve geldiğimde birlikte kurabiye yapıyorlardı. Adam kalıbı, minik oyun hamuru tahtası ve minnak merdanesi elinde, kedi enciği gibi her yere taşıdığı sandalyesiyle boyu mutfak masasına yetişiyordu artık. İkisini öyle görünce bi tuhaf oldum. Hisleniyor insan be. Annemle pek kurabiye pişirdiğimizi hatırlamıyorum, Defne bu anlamda daha şanslı. Toruna gösterilen sabır daha fazla, kabul edelim :)



23 Mart 2017 Perşembe

Göğe bakalım

Serdar Kuzuloğlu, rastlayınca dinleyip okumaktan keyif aldığım bir adamdır. Gazeteci, teknoloji yazarı, danışman... gibi türlü sıfatları var kendisinin. Yıllar önce çalıştığım dergide teknoloji yazıları yazıyordu. Kendisiyle her ay yazı iste, teşekkür et, telifi yatmış  mı bak şeklinde bir ilişki içerisine girdim. 

Sonrasında bizim şirket adamın teliflerini aksatmaya, biriktirmeye başladı ve o da haklı olarak tek muhatabı olan bana saydırmaya... İlişkimiz yara aldı. Böyle bir fırça zinciri... Adamı yazı için arıyorum -parasının yattığını düşünerek-, sonra ondan öğreniyorum ki yatmamış, hem de iki sayıdır -oha-. O diyor "Kusura bakmayın ama hesabımda telifimi görene kadar yazıyı göndermem" ben diyorum "Ay valla çok haklısınız, kusura bakmayın, hemen çözmeye çalışacağım", arıyorum muhasebeyi bas bas "Ya rezil ettiniz beni adama, yatırsanıza parasını, yatırmıyorsanız da haber versenize. Ayıptır, yüzüm kalmadı aramaya" filan...

Sonunda iş, bütün yöneticilerin olduğu bir toplantıda muhasebeden sorumlu CFO'nun "Editör sizsiniz, yazarlarınızı teliflerin gecikeceği konusunda ikna edin, yanağınızdan öpeyim" demesi, benim de taze Serdar yaramla "Valla bizi bi yerimizden öpmeyin de, insanların iki kuruş parasını ödeyin; rezil oluyoruz herkese. Piyasada yazı yazdıracak adam bulamayacağız" dememle yayın yönetmeni ve diğer müdürlerin çakmak gözlerle bana bakışına kadar uzadı... yani sayın Kuzuloğlu, o teliflerin ödenmesi için hakkaten uğraştım, inanın. 

En son Cnntürk'te bir programda konuşmuş, uzun zamandır televizyon izleyemediğim için internette rastladım. Çok da hoşuma gitti sanal dünyadaki o zavallı hali anlatışı. Şuracığa bırakıyorum. Belki hala izlememiş olanlar vardır. Instagram'da paylaştığımda 90 küsur kişinin izleyip sadece 10'unun beğen tuşuna basması, Serdar'ın sonuna kadar haklı olduğunu çıkardı, adam işi biliyor :) 



Ofiste, hafta sonuna 2 kala uyuz bir gün daha... Birbirine iş sokmaya çalışan, sohbet muhabbetleri de birbirinin kuyruğuna basana kadar süren, herkesin birbirinin arkasından konuştuğu, samimiyetsiz bir kadınlar hamamı. Bir tane erkek bile yok. Herkes birbirine bileniyor. En az iş yapanında/en iş bilmezinde en fazla cüretin olduğu, bir acayip yer. Tuhaf ama böyle. 

Uzunca bir süredir (7 yıl) burada çalışıyorum, aralarındaki o tuhaf ilişkiyi hala çözmeyi başaramadım. Sonra zaten çözmeye çalışmayı bırakıp kendimi korumaya alacak bazı yöntemler geliştirmeye başladım. Olabildiğince az muhatap olup işimi yaparak, dedikodularından kendimi kurtarabildiğimce kurtarmak. Günü en az zararla, minimum sinir harbiyle kapatmak. Gayem bu artık. Cevap yetiştirmek, bataklıklarına gömülmek istemiyorum. Kendimi ezdirmemeye, üstüme yük bindirmelerini engellemeye çalışıyorum, hepsi bu. İmaları vız geliyor trıs gidiyor, tepem attıysa aynı şekilde iade ediliyor. 

Konuşmayı seven bir insan olarak, bazı günler kendileriyle tek kelime etmediğimiz ya da çok çok az iletişim kurduğumuz oluyor. Sıkıntı değil. Yapmacık hallerinden o ka midem bulandı ki, olmasa da olur. Fısır fısır, pıs pıs bir köşede konuştuklarını bilmesem de olur, hatta daha da iyi olur. Velhasıl, bir ofis yabanına dönüşmem böyle oldu. Memnunum. Sonuçta iş yapmak üzere bir arada bulunan insanlarız, seçme şansımız pek yok; birbirimizin kuyusunu kazınca maaşımız da artmıyor, terfi de etmiyoruz. Neyin çabası bu?!

Özetle, ayağımıza takılacak taşlar hep olacak. Taşa değil ufka bakalım. Deniz var. Gökyüzü var. Umut etmeye devam. "Kuş ölür, sen uçuşu hatırla" demiş Füruh Ferruhzad. Ne güzel demiş. Bahar hepimize iyi gelsin, ferah perşembeler olsun :)




Ha bu da bugünün fon müziği olarak şuracıkta tıngırdasın.

20 Mart 2017 Pazartesi

Teneke sesle baharı beklemek

Sapanca Gölü
Bahar hala gelmedi. Üstelik 4 gündür sesim boru ile teneke gıcırtısı arasında gidip geliyor, kendi kulağımı tırmaladığından zorunlu olmadıkça (ne demekse o) konuşmamaya karar verdim. Dün gece Defne bile halime acıdı, yatarken 8-9 kere anlattırdığı kuzulu masalda "Annenin boğazı acıyo, kuzuyu anlatamaz" deyip ısrar etmedi. Kuzulu masal da çok fenaydı zaten, orijinalinde kurt hepsini yerken ben her akşam farklı bir versiyon uydurmak zorunda kalıyordum çocuğa. 

4 gün beraberdik, annem olmayınca tam mesai Defnoş'la olmak yorucuymuş valla. Yemek yememesi dışında iyi çocuk aslında. Onu pişir yemesin, bunu pişir yemesin; ne pişireceğini bileme, hakkaten bi süreden sonra sinir harbine dönüşüyor. İnadı ve saatlerce acıkmama refleksi karşısında pes ediyorum. Hava sadece cumartesi güzeldi, güneşli ve soğuktu ama 2-3 saat Kalamış Parkı'ndaydık. Kaydıraktan kayma, salıncakta sallanma, kumdan kale yapıp arada kum yeme, suların içinde zıplama, manuel atlıkarıncaya binme... hepsinden hevesini aldı. Ona bin tane yedek kıyafet taşıyan ben, deri ceketle çıktığım için takırdadım; boğazım iyice şişti. Bir kısım analık, çoğu da şapşallık. Güneşe aldanmamayı öğrenemedim, hava 8 dereceymiş.



Kızı babasıyla parkta bırakıp bir cenazeye katıldım. Radikal Kültür Sanat'ın Erkan Abi'si biricik eşi Pınar'ı kaybetmişti cuma gecesi. Çok uzun süredir kansere direnen bahar gülüşlü Pınar Abla, daha fazla dayanamadı. Erkan Abi'nin kıymetlisi artık ağaçta, kuşta, denizde, gökyüzünde... 


Uzun yıllardır görmediğim bir sürü insanı, acının etrafında bir cami avlusunda görmek tuhaftı; cesur, hayat dolu, mücadeleci ve gencecik bir kadını bu kadar uzun süre savaşmasının ardından yitirmek, o üzüntüden yıkılmış koca adama ne diyeceğini bilememek ise çok fenaydı. Ne çok seveni varmış, ne çok insanın hayatına girip kalbine dokunmuş... Herkes bir şeyler söyledi Erkan Abi'ye ama kim bilir ne kadarını duydu ya da anladı o an, bilmiyorum. Sonrasında Beşiktaş'a yürüyüp vapura bindik ve neredeyse hiçbir şey konuşmadan öylece çay içip martılarla kargalara baktık. Hayat bazen çok boktan. 

Cenaze sonrası donmuş bir halde eve gidip Defne'yle oynadım, oynarken acık da sıkıştırıp sarıldım; onun yeni bisikletinin tepesinde durmaya çalışmasını izlemek, yarım yamalak cümlelerini dinlemek iyi geldi. İyi ki benden sonra bir de evin oradaki parka gitmişler, güneşli cumartesi candır.

Pazar hava da ben de kötüydük; o gri ve bulutlu, ben yorgun ve hasta. Sesim artık hiç çıkmaz oldu. Konuşmaya çalışmaktan çok, ağlayan köpek sesi çıkarıyordum. Çamaşır yıkayıp asarak, bezelye-pilav yaparak, kafamı güzel edecek kadar pastil çiğneyerek, arada ilaç alıp kıza 2 köfte fazla yedirerek pazartesiyi bekledim. Bazı hafta sonları yorucu. Ama yine de güzel. Yani bütün gün Defne'yle olmanın tadını bazen çıkarırken, bazen de çok yorulup uyumasını beklediğim için utandığım oluyor. 

Defne su birikintilerinde cap cap zıplamaya bayılıyor ama o esnada çorapları ıslanıyor diye Tchibo'dan lastik bir yağmur çizmesi aldım. 90 TL içime oturdu ama aldım, seviyor suyu çocuk. Sonra Tchibo'nun sitesinde aynı çizmenin farklı desenini 50 TL'ye görünce çok sinir oldum. İnternetteki ucuzunu alıp öbürünü iade ettim. Çok ayıp bu yaptığın Tchibo. Allaan lastik çizmesi yani, nasıl iki katı fiyat olur?!

Bkz 90 TL

Bkz 50 TL

Bugün bahar ekinoksuymuş,1 gün erken; tatlı yapma kısmını anneme bırakıyorum, ben çiçekleri alırım. Sevdiğim renkli bir şeyler de giydim, sevdiğim şeyi yeme hakkımı ise tarçınlı zencefilli kurabiyeden yana kullandım demin. Evrene de iyi şeyler yollamak lazımmış, nasıl başlarsa öyle gidermiş. Peki, lütfen cümleten akıl-beden sağlığımız yerinde, sevdiklerimiz yanımızda olsun; içimizin şişmeyeceği güzel ve umutlu günler görelim ülkecek :)

7 Mart 2017 Salı

Bahar gelir ve çelınc biter #15 #16 #17

Bahar gelmeye karar verdi gibi, çiçeklenmiş birkaç erik dalı gördüm bugün, umarım ayaz yiyip üzülmezler. Hafta sonu trafiğinden ve yayılacak boş çayır çimen olmamasından belli havaların ısındığı. Bünyede bir gevşeklik, deniz kenarına gitme eğilimi... O kadar bekliyoruz ki baharı; bir an önce gelirse bir sürü şey iyi olacakmış, yolunda gitmeyen her şey düzelecekmiş, yoluna girecekmiş gibi geliyor. İş ve ev arasındaki tekerlekte dönüp duran fare gibiyim uzun zamandır. Direktörümüz de sabahları geç gelenleri İK'ya havale ettiğini söyledi bu sabahki toplantıda, ben de bunca yıldır zam ve terfi vermeyenleri evrene havale ediyorum bu durumda. 

Çantamda Doris Lessing'in 'Son Aydınlık Yaz'ı geziyor. Metro ya da metrobüste okumaya çalışmak yerine vapurda, o da olmadı güzel bir şeyler içerken/çayıra uzanıp okumayı tercih ederdim ama şimdilik elde olan bu. Uykudan (daha doğrusu sızmadan) önce de biraz bakabiliyorum, yalan olmasın. Kırmızı Kedi kitaplarını seviyorum, bir kitabevine saldırmanın mantığını ise anlayamıyorum. Gerçi insan yakan, sanat okulu kundaklayan memleket burası. Şaşırma, üzülme eşiğini zorlarlar insanın.
Doris'in kitabından sonra kendime 'Asi Kızlara Uykudan Önce Hikayeler'i hediye etmeye karar verdim. İçeriği şimdiden meraklandırdı. "Denizlerin derinliğinden ormanların kuytusuna, savaş meydanlarından şaşaalı saraylara, hastanelerden gökyüzünün sonsuz maviliğine, dünyanın ve zamanın her köşesinden kendilerine dayatılan kurallara ve geleneklere isyan etme gücü bulan kadınların hikâyeleri bunlar. Prenslerini bekleyen değil, kaderlerini ellerine alan prenseslerin hikâyeleri..." Prenses de olamadım savaşçı da. Ama bugün Merkür güneşle ters köşe mi, ters açı mı ne yapıyormuş; iyi şeyler düşünmeye çalışayım, enseyi karartmayayım.





Çelıncı bitirmeye kararlıyım, birileri okuyor mu bilmiyorum ama söz verdim Leylak Dalı'na :) Son üç soruyu da cevaplayarak, yarım kalan işler listeme bir çentik daha atarak üstünü çiziyorum. Listeler seven Başak burcu insanı manyaklığı, hi hi.

15 yaşındaki birine vereceğin nasihat ne olurdu?

15 yaşındaki beni düşünüyorum da, nasihatten akrep görmüş gibi nasıl kaçtığımı hatırlıyorum. Ama eğer beni dinleyeceğini düşündüğüm bir ergen görseydim, o yaşlarda atarlandığı şeyleri, ailesini sonra özleyeceğini söylerdim. 


Kendini, insanları, doğayı sev. Tüm bunları sevmek ne kadar erken öğrenilirse o kadar iyi. Ve evet, sevmek öğrenilebilir bir şey. Büyüdükçe bir şeyleri sevmek zorlaşıyor. Büyümek bu yüzden sevimsiz, büyüdükçe bir şeyleri sınırlaman/törpülemen gerekiyormuş gibi davranıyorlar. Sen bunları unutmak zorunda değilsin, içindeki çocuk geyiğine girmeyeyim ama kendini neşelendirecek bir şeyler hep olsun cebinde. 



Kitap okumaktan, müzik dinlemekten, içinde birikenleri yazmaktan hiç vazgeçme. Edebiyat ve müzik sayesinde önünde açılacak o eşsiz evrene, her şeyi bildiğini zanneden sen bile inanamayacaksın. Kitap okumak, bir sürü soru oluşturacak kafanda; cevaplarını bilemesen de sormak sana iyi gelecek, hep seni şaşırtacak. Bir sürü farklı renk keşfedeceksin.




Müzik dinlemek hiç ummadığın şeyleri bile keyifli hale getirebilir. Ev temizliği buna dahil. Yahu ben yıllardır iş hayatına müzikle katlanabiliyorum, düşün. Bir kulaklık ve sevdiğin müzik, seni istediğin yere götürür. Masa başında otururken bile, bedenin orada olabilir ama kafanın nerede olduğunu kimse bilemez. 


Kendini, varlığını küçümseme. Hep o 'başkaları'na özeniyorsun ya, herkesin kendine göre mutsuzlukları, zayıflıkları var. Kusursuz zannettiklerinin bile. O yüzden kendin olmaktan korkma, insan en çok kendine acımasız davranıyor. O gözünde büyüttüklerin de kabız oluyor, onlar da kendini değersiz hissettiği anlarda bir koltuğa büzüşüyor, yalnızlık çektiğinde ağlamak için bir omuz arıyor... 


Çok yer görmeye çalış, hiçbir seyahat fırsatını kaçırma. Çok paraya da gerek yok. İleride paran olsa da vaktin olmuyor. Hayvanları hayatından eksik etme, onlarla kurduğun iletişimi yabana atma, vicdanlı olmanın ilk adımı onlar.


Güzel dostluklar biriktir, çok olmasa da olur. Gerçek olsun yeter. Anlattığın kadar dinlemeyi de bil, geride sadece onlar kalıyor. Hayatına giren hoş gelsin, gideni tutamıyorsan da yolu açık olsun. Unutma, hayatın tek. Tadını çıkar. Alsancak'ta bir gün kırmızı spor ayakkabılarım, kot eteğim ve manasız neşemle karşıdan karşıya geçerken gülerek kolumdan tutan yaşlı teyzenin dediği gibi "Gençlik ne güzel şey be kızım, keyfini çıkar!" Öf, çok konuştum. Bu kadar nasihat çok fazla.

Kağıda bir şey çiz ve bize göster.

Çizimim peki iyi değildir, o yüzden Defne'nin yazı tahtasındaki aile portremizi şuraya bırakıyorum.


2017'de olmasını çok istediğin bir şey... 

Bir değil çok şey var: Ülkemizde huzur ve barış, hayatımızda dostluk ve kahkaha, evimizde neşe ve mutluluk, kuzumda iştah, güler yüz ve sağlık daim olsun. Kahkahası evimizde çınlasın. Bir sürü güzel an, mutlu anı biriktirelim. 


Bugün hava pek güzel, atın kendinizi dışarı. Kalın sağlıcakla...

2 Mart 2017 Perşembe

Hayalperestler, 10 yıl sonra, Patti #13 #14

Sis İstanbul'dan kalkmak bilmiyor; grip-nezle Defnoş'la benim yakamızı bırakmıyor. Salya-sümük, öksürük-hapşırık, ateş ve uykusuz geceler. Çelınclara gelemiyorum,  gün gün yazamıyorum, olmuyor olamıyor... Ay neyse, amma şikayet ettim iki satırda :)


10 yıl sonra nerede, nasıl yaşamak istiyorum? Öncelikle hala İstanbul'da olmak istemiyorum. Sürekli daha sakin bir yere gitmeyi konuşuyoruz ama bir türlü hayata geçiremiyoruz. İstanbul'un zilleti, nimetinin önüne geçti. Her taraf inşaat, hafta sonu bir yere çıkmak mesele, kiralar uçmuş, şu an gündemimizde olmasa da kreş ve okul fiyatları da çıldırmış...

Defne'nin sağlığı için de sakin, güzel bir yere yerleşmiş olmayı diliyorum. Bölgesel değil ülke genelinde huzur olmasını umuyorum. Aklımızda bazı yerler var, ama ne iş yapacağız, nasıl geçineceğiz kısmı kafa kurcalıyor. Belki İzmir, belki başka bir yer ama Ege'de bir yer. Kazdağları'nı soluyabileceğimiz bir yer... Bahçeli, müstakil bir ev. Defne'nin koşturabileceği bir yerler olsun, hayvanlarla bitkilerle daha çok haşır neşir olsun... Neresine karar verdikten sonra, nasıl'ı da kendimize ve çocuğumuza daha çok vakit ayırabileceğimiz bir hayat. Daha az stresli...



Hangi ünlüyle arkadaş olmak isterdim, hiç düşünmedim. Patti Smith geldi aklıma, evde plak çaları sonunda çalıştırıp beyin hediyesi plağı "Horses"ı dinliyorum günlerdir. "Hayalperestler"le "Çoluk Çocuk"unu döne döne okuyorum. Yaşlanınca içi çürüyen/değişen güruha katılmadığı için hala genç kalabiliyor sanırım. 

Kafe açmayı hayal eden bir rock yıldızı. Hızlı yaşamış, muzip, hayalperest ve asla düşüncelerinden vazgeçmemiş. İstanbul'daki konserine gidemedim, bilet kalır sanıp ağırdan almak hatasını yaptım. Ama imza gününe yetiştim, işi kırıp saatlerce kuyruk bekleyip... Nazikçe herkesle sohbet etmeye çalıştı, gençlerin getirdiği hediyeleri tebessümle kabul etti, onların "Sana bayılıyoruz" tarzı her sözünde ağzı kulaklarına vardı. Hatta cebinden telefonunu çıkarıp "Bu an hayatımın en unutulmaz anı" deyip çığlıklarla ona karşı hislerini samimiyetle anlatan bir kızın fotoğrafını çekti. Kızdaki sevinci düşünün artık...



14 Şubat 2017 Salı

Siervas, Hoşbeş, 45'lik kazak, 10 yıl önce #11 #12

Siervas'ı duydunuz mu? Rahibelerden oluşan müzik grubunu? Görünce/dinleyince insanın suratına koca bir sırıtma gelip yerleşiyor. Şarkılarında ne dediklerini anlamıyorum ama şu tuhaf dünya üstünde gitar, davul, bas, keman çalan, şarkı söyleyen rahibelerin olması güzel yani. 12 kişilik kalabalık bir grup. Japon, Perulu, Arjantinli, Venezuelalı, Şilili, Filipinli, Çinli ve Ekvadorlu güler yüzlü rahibelerden mürekkep.

Röportajlarında "Rahibelerin de normal insanlar olduğu unutuluyor" demişler, biz normal nasıldı onu unuttuk. "Bizler de pop ve rock müzik dinliyoruz" diye de eklemişler. Konserlerden elde ettikleri geliri hayır işlerinde kullanıyorlarmış. İki albüm çıkarmışlar, yanlış anlamadıysam prodüktörleri de zamanında Nirvana ve Foo Fighters'la çalışmış adamlar. Hayallerinde sahneye çıkmak var mıydı bilinmez ama, sahnede manastırdan daha eğleniyormuş gibiler. Kalabalık da bir hayran kitleleri var. 



Alttaki şarkıda İngilizce şarkı sözleri de eklemişler.  



Çantama her sabah kitabımı atmaya çalışıyorum. Metro -metrobüs sıkışıklığında okumak, en şahane bir şey olmasa da mecbur. "Vejetaryen" bitti, şimdi John Berger'in "Hoşbeş"ini okuyorum. Karşılıklı hoşbeş edip Rosa Luxemburg'tan Charlie Chaplin'e, dostu Sven'den "münasebetsizler"e, yaklaşık 80 yıllık yazı serüveninde aklına takılan herkesi anıyoruz. 'Rosa'ya Armağan' kısmındaki şu yazıyı şuraya iliştirmeden gitmeyeyim. Bu sözler Rosa Luxemburg'a ait:

"Sadece hükümet taraftarlarına, Parti üyelerine tanınan özgürlük -bu insanların sayısı ne kadar fazla olursa olsun- özgürlük değildir. Özgürlük daima farklı düşünenler için olmalıdır."




Çelıncda finale 5 kala...


Dolabımdaki en eski kıyafet, 45 yıllık bir kazak. Abimden bile büyük. Annemin gençliğinden kalma. Turuncu. Boğazlı. İncecik ama şahane ısıtıyor. En son Kars'a gittiğimizde giymiştim, sıcacık etmişti. Ne bir yırtık, ne bir sökük, ne tüylenme, ne de renk solması. Taş gibi. 

Annemin üstünde o nefis İspanyol paça kot pantolonu, uzun düz saçlarıyla gülümsediği gençlik fotoğraflarında giydiği, bayıldığım kazak. (Annemin o fotoğrafları İzmir'de babaevinde, o yüzden iliştiremiyorum.) O kot pantolonlarına sığamıyorum madem, bari kazağa halleneyim deyip atmışım dolaba. (Wrangler marka, İspanyol paça kotunu lisede giymeye kalkmış içine sığamamıştım. Nar çiçeği nişan kıyafetinin de sırt fermuarını patlattığımdan, narin olmadığımı kabul edip susarak oturdum.) 























Fotoğrafları annem telefonuyla çekti, telefonun fotoğraf çekiminden memnun değil. Yoksa kazak bu kadar acıklı durumda değil. Sadece kışlıkların arasında buruşmuş garibim.

Annem benim dolapta kendi kazağını görünce "Aaa, atmadın mı sen onu? Satın aldığım adam bile ölmüştür ayol" demişti. Nereden aldığını da sonradan hatırladı zaten. Çamlıca'daki evlerinin oraya bavulla gelen bir amca varmış, giysi satıyormuş; ondan almış kazağı. Mağazadan filan da değil. Annem eskileri saklamayı pek sevmez, bense hatırası olan eşyalara kıyamam. Dedemin kol saatini de takmıştım uzun süre. Defne benim bazı eşyalarımı beğenip giyse, çaktırmasam da sevinirdim. Ki berelerim ona daha çok yakışıyor :)



Son 10 yılda neler oldu, geriye sarayım... Bir reklam ajansında reklam yazarı olarak çalışıyordum, bekardım. Sonra ajansta işler kötüledi, tüm kreatif ekibi şutladılar; işten çıkarıldım. İşsizken canım sıkılmasın diye bu blogu açtım (Mart 2010'da). Blogu açtıktan 1 ay sonra, şimdi çalıştığım yere girdim. Aylaklık günleri pek de uzun sürmedi. Hiçbir yere 3 seneden fazla dayanamazken, nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde hala buradayım; 7 sene doluyor.

Haziran 2002'den beri ekşisözlük'ten tanıdığım, Gülşen Abi misali dertleştiğim bir adam 9 yıl sonra eşim oldu. Ondan sonra hayatımıza iki de kara kedi, Obi'yle Yoda eklendi. Kocalı ve kedili hayatın son yeniliği ise Defne. 

2011'de evlendim, 2013'te babamı kaybettim, 2014 sonunda da kızımı kucağıma aldım. Evet, hayli büyük değişiklikler olmuş aslında. Evlilik, yetimlik, annelik... Hayat, böyle geçmiş.

Eh, bugün 14 Şubat... Sevgi neydi? Hani eskide 'Love is' sakızları vardı ya... "Selvi Boylum Al Yazmalım"da dediği gibi Asya'nın; sevgi emekti, sonra didişmekti, özlemekti, sonra gün içinde "Defne nasıl, mamasını yemiş mi?" demekti. Kampa ya da sinemaya gitmekti, iki rakı parlatıp bi muhabbet etmekti, ağlarken başını diğerinin omzuna yaslamaktı, sonracıma normalde burun kıvıracağın romantik komedileri sırf diğeri seviyor diye izlemekti, "Akşam gelirken ekmek al" ya da "Bugün yemek yapamadım pizza söyleriz" demekti :)



10 Şubat 2017 Cuma

Vejetaryen, anılar, Torschlusspanik #10

Yollarda okuyabildiğim 'Vejetaryen'i bu sabah metrodayken bitirdim. O tıkış tıkış kalabalığın içinde kitap elimde, öyle kalakaldım. Beğenip beğenmediğimden emin olamadım. Kekremsi bir his kaldı zihnimde. Vurdu gitti. Çaktırmadan yumruklayan, insanın içine oturan bir kitap. Kol kola girmiş üç hikaye, rüyalarla başlayan ve bir sürü hayatı etkileyen tuhaflıklar silsilesi. Tavsiye eder miyim, kendinizi dipte hissettiğiniz bir dönemdeyseniz okumayı erteleyin derim. 

Sevdiğim blogların birinde rastladım alttakine. Yaş 40'a yaklaşırken tam da böyle hissediyor insan galiba. Yani bir sürü şey için geç kaldığı, artık önünde bir kapı açılmayacağı/fırsat çıkmayacağı hissi. (Sanki daha önce çıkan fırsatları değerlendirmiş gibi) 

Torschlusspanik (Almanca): "Kapanan-kapı korkusu", yahut yaş ilerledikçe fırsatların kayıplara karışmasından duyulan korku.
Dün uzun zamandır görmediğim ve özlediğim bir arkadaşımla buluştuk, ordan burdan konuşurken yeni neslin bazılarında olan, o karşısındakini dinlemeyen ve her şeyi kendinde hak gören o aşırı özgüveninden laf açıldı. Artık iş hayatında sıkça karşılaştığımız bu türlere bizim uyum sağlamamız bekleniyor, çünkü devir onların devri. Onlarınki mi cüret, bizimki mi eziklik? Geçen gün kasada önümdeki kızın (taş çatlasa 15-16'ydı) "Bize Kuyucaklı Yusuf gibi saçmalıkları okutuyorlar inanabiliyor musaaaan?" dediğinde, ayakkabımı çıkarıp ağzına vurmak istedim. Kitaba bu kadar uzak oluşlarını, her şeyi internetten öğrenebileceklerini sanmalarını, bu uçsuz bucaksız -kaynaksız özgüvenlerinin nedenini anlamakta zorlanıyorum ben. Yaşlılık.

Memlekette olanları anlamaya çalışmayı ise bıraktım. Bir KHK ile bir sürü akademisyenin üniversiteyle ilişiğinin kesilmesini, işlerinden/okullarından/öğrencilerinden/ekmeklerinden edilmesini; onlardan daha öğrenecek bir sürü şeyi olan bir neslin de karanlığa mahkum edilmesini izledik. Yazarlar, bilim adamları, akademisyenler, içlerinde orkestra şefi de var. Çıldırmak işten değil. Elbet bu günler geçer; onlar görevlerinin başına dimdik döner ama bu utanç kalır. Hem de onların değil, sebep olanların boynunda asılı kalır. 

Bugün pek keyfim yok. Bir şey yapasım da yok. Sabah iyiydim aslında. Kendini prenses sanan bitch canımı sıktı. Hayatı iş ve ev diye ikiye yırtasım geliyor bazen. Keşke buradaki bir sürü saçmalığın zihnimde bu kadar yer kaplamasını engellemeyi becerebilsem... Tam da şu an, olmak istediğim yer hiç de burası değil. Aksi gibi, canım sıkılınca hemen suratımdan belli oluyor. Kimseyle konuşasım gelmiyor, iyiymiş gibi de yapamıyorum. Poker surat olmamak, iş hayatı için eksi puan.  Sinsi ofis insancıklarına, ima kraliçelerine tahammül etmeye çalışmak yorucu. İş hayatı işin yoğunluğuyla değil, bir denge tutturmaya ya da kendini korumaya çalıştığın insan psikolojileri nedeniyle ruh bulandırıyor. Daha iyi bir iş bulamama ve tek maaşla geçinememe korkusu, insanı tuhaf yerlere ve insanlara mecbur ediyor. Neyse ki bugün cuma. Hafta sonu hiçbirini görmek zorunda kalmayacağım 2 günüm olacak. Oh be.


Çelıncda 10. soru. İşte zor sorulardan  biri. Beynin kaydettiği onca an ve anıdan hangisi hep benimle olsun isterdim? Herhalde yine çocukluktan bir gün olurdu. Fethiye'de otururken yazları Çalış'taki kampa giderdik. Hava çok sıcak olduğundan, öğlenleri uykuya yatırırdı annem. Bense çok sıkılır, herkes uyumuşken bikinimi giyip (bağlayamadığım iplerini de komşu barakadaki ablaya bağlatıp) denize koşardım. Yokluğum fark edilene kadar çakıltaşı toplar, denize girip kendimi kurutup geri dönerdim. O çadır kampını, çadırlar arası komşuluğu, arkadaşlarla akşama kadar oynadığımız oyunları hiç unutmadım. Bir sürü çocuk, akşama kadar ortalığın altını üstüne getiriyorduk. Bazen gözümü kapatınca o günler geliyor. O insanların çoğunu bir daha hiç görmedim, içlerinden bir tanesi opera sanatçısı oldu; Fazıl Say'ın Sait Faik konserinde yer alacak hatta. Konsere gitmeyi çok istiyorum ama bilet fiyatları hevesimi kursağımda bıraktı :/ 

Pek sevdiğim Keanu'nun bu fotoğrafı, her seferinde içimi burkuyor. Sanki Holivud yıldızı gibi değil de dünyanın bütün kederi omzuna çökmüş, bank üstünde kağıda sarılı Tekel votkasını yudumlayan bıçkın mahalle abileri gibi. Defnoş'u uyuttuktan sonra bi "Constantine" izleyesim geldi. O zaman, iyi hafta sonları. Olabildiğince iyi. 


6 Şubat 2017 Pazartesi

Floransa #9

Pazar günkü Kistik Fibrozis Aile Toplantısı, beklediğimden iyi geçti. Bütün gün Defne'yi göremeyeceğim için gönülsüz gitmiştim ama, toplantı umut verici bir videoyla başladı. 

Türkiye'de "20'sini 30'unu göremez" denilen KF hastalarını düşününce, bu videodaki hayat hikayesi iyi geldi. Amerika'da yaşayan, 59 yaşındaki KF hastası Elyse Goldberg'in hikayesiydi izlediğimiz. Elyse 3 yaşında tanı almış, ailesine 7-8 yaşına kadar yaşayacağı söylenmiş. Ailesi elinden geleni yapmış onun için. Bütün hayatı sporla geçmiş, hamile kalması riskli bulununca 2 çocuk evlat edinmiş (oğlu 21 kızı ise 18 yaşında), hayata sımsıkı tutunmuş, arkadaşları ve ailesine çok düşkün, güçlü ve şahane bir kadın Elyse. 


Başlarda günlük rutin tedavisi bitmeden evden çıkamadığı için arkadaşlarıyla sabahları buluşmuyor ve herkes onu uykuya düşkün bir kadın zannediyormuş. Tedavilerini eğlenceli hale getirmeye çalışmış hep. Neşeli, matrak, oksijen tüpüne isim takacak kadar kendiyle ve hastalığıyla barışık. Organ nakli olması gerekmiş. 50'sinde uygun bir akciğer bulununca nakil olmuş, ama hazır anestezi almışken burun ve göğüs estetiğini de aradan çıkarmış :) 


Nakilden o kadar memnun kalmış ki, yıllardır onu yorup hayatını kısıtlayarak sürekli kendini hatırlatan akciğerleri artık yokmuş gibi hissetmiş. Öyle bir hafiflik... Yeni akciğerleriyle geçirdiği ilk yılında bir doğum günü kutlaması organize etmiş ve arkadaşlarıyla 5 km'lik maratona katılmış. Şimdi ise hastanedeki KF hastalarına destek olmak için çalışıyor. Tanıştığımıza memnun oldum Elyse, bilmesen de seni tanımayan bir sürü insanın içine su serptin.

Çelıncda 9. soru...


Bu soru, kafamı karıştırdı... Sonuçta, 'zorunlu' göç size seçim şansı bırakmayan korkunç bir durum. Evinizi, ülkenizi, kenarda biriktirdiğiniz her şeyi bırakıp sadece üstünüzde taşıyabileceğiniz kadarını alarak canınızı kurtarmak için kaçıyorsunuz. Dandik botlarla ya da buldukları her türlü araçla ülkelerinden kaçan Suriye'deki insanların ülkemizi çok da isteyerek seçtiklerini sanmıyorum. Gelmek zorunda kaldılar; horlanacaklarını, itilip kakılacaklarını bilerek, daha kıyılarına adım atmadan can vermeyi göze alarak, vatan belledikleri topraklardan arkalarına bakmadan kaçmak zorunda kaldılar. Benzer bir durum başlarına hiç gelmezmiş  zannedenlerin zalimliği de, onları oy ya da nakit para olarak görenlerin fırsatçılığı da midemi bulandırıyor. 


Şu çocuğa üzülüp sonra da "Ay ama onlar da savaşsalarmış, gelmeselermiş" demek, nasıl bir manevra yeteneği gerektiriyor, bilemiyorum. Kendi seçiminle, imkanlarını kullanarak başka bir ülkede yaşamayı seçmek başka, can havliyle 'kapağı nereye atabilirsen' oraya sığınmak başka... Ki şimdi bir sürü kişi de, Türkiye'den kaçmak için planlar yapıp duruyor. Durum bir sürü insan için belirsiz, endişe verici. İleriyi görememek, korkutucu. Hayır'lısı...

Türkiye'den başka bir yerde yaşamadım. Berlin-Prag-Roma-Floransa gibi birkaç kente kısa turistik ziyaretleri saymazsak. Hepsini çok beğenmiştim. Ama kısa bir süre gördüğüm yerlerde hayatımı geçirmek ister miydim, belki. 

Başka bir ülkede yaşamayı 'seçseydim' eğer sokaklarıyla köprülerine, sokakta karşıma çıkan enfes heykellerine hayran olduğum, içlerinde en çok sevdiğim Floransa'yı tercih ederdim herhalde. Bir daha gitmeyi çok istiyorum, ne zaman mümkün olabilir bilemiyorum. Defne biraz büyüyüp Euro insaflı bir seviyeye düşünce herhalde :)

Uffizi Galeri'nin penceresinden Ponte Vecchio

4 Şubat 2017 Cumartesi

Kediler #7 Kendime yeni bir ben lazım #8


Hafta sonunda çelınc kaynamasın, 2 soruyu birden yanıtlayayım. 

Obi Paşa
Hayvan olsam kedi olmak isterdim. Bir kedi gibi özgür, rahat, başına buyruk ve keyfine düşkün olabilmek şahane değil de ne? Dokuz tane can da cabası. Hep derler ya, kediyle birlikte yaşamak kediye sahip olmak filan değil, sen onun değil o senin sahibin :) Seninle yaşamak isterse yaşar, yoksa vınnn!

Hava soğuk mu, sobanın yanına kıvrılayım, mamam önümde suyum arkamda; mis. Günde 16 saat uyuduğum bilimsel olarak da kanıtlanmış, kim tutar beni... Kafamın sığdığı her yerden geçebiliyorum, kim engelleyebilir her yere burnumu sokmamı? Karanlıkta da görebiliyorum, oh geceler benim! Kendimden büyük hayvanlara bile kafa tutabilme cesaretim de bonus. İnsanlar ne kadar istemezse istemesin, bir yolunu bulup kendimi sevdiriyorum. Gırlıyorum, mırlıyorum, hop kucaktayım. İstemediklerime ise basıyorum patiyi, ısrar edene çakıyorum tırmığı... Kuyruğumla anlatıyorum zaten derdimi, canım konuşmak istemiyorsa miyavlamama bile gerek yok. "Ay n'oldu, neyin var?" diyen baksın kuyruğuma anlasın yani sinirli miyim, mutsuz muyum; hayret bir şey. 

Kimseye görünesim, kimseyi göresim yok mu; anında kaybolur, sıvışırım.


Şevkat mi arıyorum, hareketim belli; fittin fittin, yoğur dur... Süt kimin umurunda, bedavadan masaj yapıyorum bir de bana nankör diyor bu insanoğlu.




Valla olmak istediğim kişinin hayatı iyi gibi görünse de, belki hiç de göründüğü gibi değildir. İçi seni dışı beni yakar. O yüzden yine bildik tanıdık olarak, kendim olmak isterdim. Az çok tanıyorum kendimi, çok fena insan değil. Şahane olduğumdan mı yine kendim olayım diyorum, yok tabii ki değil. Zayıf olduğum, sevmediğim, lanet ettiğim bir sürü özelliğim var. Herkesin kendince duvarları, sırları, yaraları, dokunulmazları, karanlık yanları var. 

Sevmediğim özelliklerimin bazılarını biliyorum, bazılarının belki hala farkında değilim. Bazılarını törpülemeye çalıştım, bazılarını bir türlü değiştiremiyorum. Başkalarını tanımak için harcadığımız eforu, kendimizi tanımak için harcamıyoruz sanırım. Ki bence en zoru kendini tanımak. İnsan içinde ya kayırıyor kendini, ya fazla zalim davranıyor kendine. Birbirini tanıdığını zanneden bir sürü insan da ne kadar emin tanıdığından, bilemiyorum. Kendimiz olabilmek, mühim şey. "Kendini kaybetmek" diye bir laf var ya hani, hah; bence daha zoru "kendini bulmak". Ve kendini sevmek. Kendiyle barışık olmayan başka birini nasıl sevip kabullensin?


Yine kendim olayım ama aynı ben olarak değil. Misal, daha iyi bir ben olayım. Ne bileyim daha iyi, daha cesur, daha sabırlı... Daha az detaycı. En azından yeni sürüme geçme ya da kendimi güncelleme şansım olsun. Elime geçen fırsatları değerlendirebileyim, yaralarımı iyileştirebileyim. Mutlu olabileyim ki mutlu edebileyim, eksilmeyip çoğalayım... Di mi ya? Öyle işte.