30 Nisan 2014 Çarşamba

Vivian Maier: Dadıdan fotoğrafçıya

Vivian Maier, ömrünün 40 yılını dadılık yaparak geçirmiş. 1950′lerden 1990′lara kadar Chicago’da dadılık yaparak hayatını kazanmış. Ama içe dönük biri olan Maier, çocuklarına bakmak üzere yanına taşındığı aileden, gelir gelmez kaldığı odanın kapısına kilit koymalarını istemiş. Şimdi olsa "münzevi" diye yaftalanabilecek bu yalnız kadının gizli tutkusu ise fotoğrafmış.


Fotoğrafla tutkuyla uğraştığını, yanında kaldığı aile bile bilmiyormuş çünkü kimseye göstermiyormuş çektiklerini. Sakla sakla nereye kadar, kıymeti sonradan anlaşılmış. Maier 2009 yılında hayatını kaybedince, eşyalarını sakladığı depo borçları yüzünden kadıncağızın eşyalarını açık artırmaya çıkarmış. 

Ve tesadüfe bakın ki John Maloof adlı, yazdığı kitap için Chicago’nun eski fotoğraflarını arayan bir meraklı emlakçı, açık artırmada Maier’in negatif dolu kolilerinin en büyüğünü satın almış. Yüzbine yakın fotoğraf... Gizli bir hazine! Maloof gördüğü fotoğrafların değerini fark edip Maier’in binlerce fotoğrafını gün ışığına çıkarmış. İyi ki de böyle bir şey yapmış... Yoksa Vivian Maier gibi bir kadından hiç haberimiz olmayacak, fotoğrafları kim bilir nerelerde çürüyecekti. Gerçi ne yazık ki ona bir faydası olmamış ama...


Chicago sokaklarında dolaşan ve günlük hayatı Rollefex marka makinesiyle fotoğraflayan Maier'in fotoğrafçılık eğitimi yok. Ama bu sonuçta yetenek, gözlem gücü ve içgüdüyle alakalı ve tümü de onda varmış. Nasıl bir kadındı acaba? İnsan merak ediyor. Sessiz ve kendi halinde görünüp de, içinden böyle cevherler çıkaran insanlara hayran olmamak elde değil. Şimdi devir "selfie" ve kendini ifşa edip övme devri ne de olsa.


Maier artık tanınan, New York'ta sergileri açılan ve Vivian Mayer: Sokak Fotoğrafçısı kitabı sayesinde (muhtemelen tercih etmeyeceği) şöhreti ölümünden sonra yakalamış bir fotoğrafçı. Hayatıyla ilgili bir de film çekilmiş 2013'te, "Vivian Maier'i Bulmak" (Finding Vivian Maier). 2014'te vizyona girecekmiş. Hatta 2013 Toronto Film Festivali'nde de dünya prömiyeri yapmış. Merakla bekliyorum. Umarım gelir buralara.


 Çektiklerine bazı fotoğraf sitelerinde rastlıyordum ama hayat hikayesinden haberim yoktu. Takipçisi olduğum sanatblog'da rastladım. Hayatı üzücü gibi aslında. Keşke hayattayken, çektiği fotoğrafların değerli olduğunu görebilseydi. Belki de için için biliyordu, kim bilir...


Merak edenler için burası sitesi. Sitenin şu kısmında seyahat fotoğrafları, bu kısmında da otoportreleri var.

28 Nisan 2014 Pazartesi

Banksy ve İzmir

Banksy'den "iletişim çağı" güzellemesi
Parmak arası terlikle gezenler diyarı İzmir'den kapkara göklü, yağmurlu İstanbul'a gelince insanın feleği şaşıyormuş. Hele bir de tatilden işe dönünce...

İzmir'de bol bol gezip dinlendim. Annemle vakit geçirmeyi de özlemişim. Beraber gitmediğimiz ne kitap fuarı kaldı, ne de otlarla dolu Bostanlı pazarı... Bir sürü şey pişirmiş annem, bir kısmını mideye indirip bir kısmını da yanımda getirdim. 7 tane enginarı 5 TL'ye satıyorlar İzmir'de, İstanbul'da ise utanmadan tanesine 5 TL diyen var. Tanesi 70 kuruş nerde, 5 TL nerde... Ayıptır. Arada babamın mezarını yaptırmak gibi işleri de hallettik. Ayak ucunda dikili bir ağacı da var artık.

İzmir'in havasında insanı rehabilite eden bir şey var galiba, sağlığım bile düzeldi. Hava değişimi candır, anne yanı da öyle. İşi bir an bile düşünmedim, ofis yansa umrum değildi; en güzeli de oydu sanırım. Oh be. Ama sayılı gün çabucak geçti, döndüm yine tükkana. Evi, beyi, oğlanları özlemişim. Onlar da beni özlemiş, bütün hafta sonu tepemden inmedi Yoda. Sevinçten gözleri ışık saçtı. Obi de minderimi sahiplenmiş hemen.



24 Nisan 2014 Perşembe

Adios Gabo

Günlerdir kafamda dönüp duruyor ama bir türlü elim yazmaya gitmedi. İnsan hiç görmediği ama çok sevdiği bir yazarı nasıl anlatır ya da ölümünden sonraki üzüntüsünü nasıl ifade eder ki? Dünyanın öte ucunda bambaşka bir coğrafyanın insanı, ama yazdıkları seni içine çekiyor; kitapları sana can yoldaşı... Edebiyat gerçekten acayip bir şey. Bir kitap fuarında filan karşılaşsaydık mesela, upuzun imza kuyruğuna girer ama heyecandan konuşamaz; o babacan, görmüş geçirmiş suratına hayranlıkla bakakalırdım herhalde.

Gabo'nun hayatını kaybettiğini, gecenin bir yarısı saçma bir programda geçen altyazıdan öğrendim. "Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez hayatını kaybetti" İlk tepkim, koca bir iç sızısıyla "Ahh" demek oldu. Çok üzüldüm. Demek gitti... Evet 87 yaşındaydı, evet uzun zamandır hastaydı ama bir yakınım göçmüşçesine içim acıdı. Kendini dünyanın bu kadar çok ülkesindeki okura sevdirebilmek, ölümüne bu kadar insanın üzülmesi az buz bir şey değil.

 Şöyle demiş bir röportajında ölümle ilgili:

"Ben ölümden korkmuyorum, sadece ölüme karşı bir kızgınlık hissediyorum. Ölümle ilgili problem şu: Sonsuza kadar sürüyor."

En sevdiği yazarlardan birinin ölümünü öğrenmek, insanın kitaplara sığındığı dünyasında zannettiğinden de büyük bir gedik açıyormuş meğer. O insanın hayatının sona ermesinin verdiği üzüntüye, "Bundan sonra bir daha yazamayacak" sızısı da ekleniyormuş. İlk okuduğum kitabı hangisiydi unuttum, "Yüzyıllık Yalnızlık" ya da "Aşk ve Öbür Cinler" olabilir. Üstünden 20 sene geçmiş, 14-15 yaşlarımdaydım. Tahta bavuldaki azize kızın öyküsü beni çok etkilemişti. Gazetecilik merakı ve büyükannesinin ciddi bir suratla anlattığı, hayatı boyunca unutmadığı  büyülü öyküler beslemiş onu. Hepsini yanında taşımış yıllar boyu.


"Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları birörnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım.

Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız.




En isyankar ve sevimsiz zamanlarımda (ki ergenlik hakkaten tuhaf bir dönemmiş) Marquez'in kitaplarıyla huzur bulmuştu ruhum galiba. Sakinleşmişti. Kitaplarına gömülerek şahane yolculuklara çıkılan bir yazarla tanışmıştım. Daha önce okuduklarımdan başka bir dünya vaat ediyordu. Çocukluktaki sıcak yaz günlerinin öğle uykuları gibi kaçılacak şahane, serin bir dünyanın anahtarıydı Gabito'nun kitapları. Birkaç arkadaşımla günlerdir kitaplarından söz ediyoruz, "Yüzyıllık Yalnızlık"ın filminin bizi uğrattığı hayal kırıklığından. Bazı kitapların sinemaya uyarlanmaması, o edebi büyünün bozulmaması gerekiyor galiba.

Gabo'nun "Ağustos'ta Görüşürüz" adlı son bir roman yazdığın söyleniyor, okurlarına son sürprizi bu galiba. Bir veda. Ağustos'ta yayımlanması planlanıyormuş. Güle güle Gabo... Umarım albay deden ve büyükannenle birlikte, o şahane hikayelerinizi anlatmayı güneşli, heyecanlı bir yerlerde, güzel bir sahil kasabasında anlatmaya devam ediyorsunuzdur.

22 Nisan 2014 Salı

Babam için mektup

Babamı kaybettikten sonra O'nu anacak bir sürü şey yapmak istedim. O'nun üzerinde çalıştığı ve yarım kalan kitabını tamamlamak, O'nun hakkında bir kitap yazmak, adına bir hatıra ormanı oluşturmak filan gibi şeyler... Sadece sonuncusunu yapabildik ailemle. Ama ilk ikisi için de kendimi hazır hissetmeyi bekliyorum. Belki beklemeyip bir yerinden başlamalı. Elimden gelen tek şey, yazı.

Aslında babamın gidişinin arkasından hissettiklerimi ya da hayatımdayken benim için ifade ettiği o bir türlü tarif edemediğim değeri, toplu mektuplardan oluşan bir kitapta anlatabilirmişim. Bunun için yapılmış, Kolektif Kadın Mektupları Serisi'nin ilki olan İmza Kızın projesini kaçırmışım ne yazık ki. Çok üzüldüm. Bilseydim eğer, babamın O'na yazdığım bir mektubu basılmış bir kitaptan okuyabilmesini çok isterdim. Eminim bu O'nu çok mutlu ederdi. Ama olmadı, yetişemedim... Olsun, kitaba sığmayan mektupları yayınladıkları "İmza Kızın" blogu var; oraya yazabilirim bir gün.

Şimdi ise toplama bir kitapta yazımın olması heyecanını 2. kez yaşıyorum. Bu seferki daha kıymetli. İlki üniversite ajansının (MİHA) çaylak muhabiri bizlerin haberlerinin yer aldığı kitap serisiydi. Şimdiki ise "İmza Kızın" ve "İmza Karın"dan sonra çıkan "İmza Ben"... Kolektif Kadın Mektupları Serisi'nin sonuncusu. İstediğiniz, içinizden gelen herhangi birine yazacağınız mektupların toplaması. 154 kadının kaleminden çıkan mektuplar...

Bu kitap için babamla ilgili bir mektup yazdım annemle abime. Sanırım Ekim sonuydu mektubu yazıp yolladığımda. O'nu kaybedeli daha 40 gün olmuştu...


Çok da emin değildim mektupta yazdıklarımdan. Olmuş muydu? Hissettiklerimi yansıtmayı becerebilmiş miydim? Ya bu yazdığım, annemi üzerse? Çok endişelendim. Ama acımın şiddetiyle, içimin yanmasıyla karaladım bir şeyler. Kitaba alınıp alınmayacağından da emin değildim. Belki daha iyisini ya da daha güzelini yazabilirdim ama, o an hissettiklerim onlardı ve onlar dökülüverdi. Edebi değerini bilemesem de, bildiğim şey içten olduğu. Ve Nisan'da çıktı çıkıyor derken kitapçılarda görünmeye başladı bile kitap. Aldım. Önce maili geldi, 154 kişilik yazar listesinde adımı görünce mutlu oldum, ama buruldum da. Sanki babam  okumuş gibi hissettim...

Mutlu olduğum bir diğer şey de, bu kitabın gelirinin Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı'na (TÜRGÖK) bağışlanacak ve TÜRGÖK üyesi görme engelli kişilere de sesli kitap olarak ulaşacak olması. 

Emekleri için Esra Aylin Akalın ve Banu Özkan Tozluyurt'a teşekkürler... Sayenizde babam için söylemek istediklerimin en azından bir kısmı; benim ve ailemin kütüphanesinde olacak. Ailem ve benim için manevi değeri çok büyük.
Annemin burayı okuduğunu bildiğim için bu yazıyı yazmayı erteledim, bekledim. Kitabı ona, yüz yüze görüştüğümüzde hediye etmek istedim. Kargoyla yollamak yerine, kitabı eline aldığında yanında olup ona kocaman sarılabilmek için.


Ve bugün İzmir Kitap Fuarı'nda kitabın imza günü vardı. Hazır doktorumdan izin çıkmış, İzmir'e gelebilmişim; bunu kaçırmak istemedim. Bu sabah anneme "Hadi kitap fuarına gidelim" dedim. Sever kitap okumayı. Olur dedi, hazırlandık çıktık. Hava da yaz gibi. Fuar alanı kalabalıktı, çaktırmadan Destek Yayınları standını bulup bir tane de annem için kitap aldım. İmza saati gelmişti, salona girdik. Kitabı çıkarıp "Bak, sana ne göstereceğim" dedim. Yakın gözlüğünü taktı, adının olduğu sayfayı gördü, altını okudu... Kitaptan haberi yoktu, yazı gönderdiğimi de basıldığını da söylememiştim sürpriz olsun diye. Çok duygulandı ve ağlamaya başladı...


Sakinleyince salona girdik, uzun bir masa... Yazarlar imzalamaya başlamış, kitabı annem adına imzalatayım diye kuyruğa girdim. Sonra Esra Hanım'la karşılaştık, adımı söyleyince "Aa, ama sizin de yazınız var kitapta, siz de yazarlardansınız; lütfen siz de imzalayın." dedi. Afalladım, azıcık da kekeledim galiba. Hiç beklemiyordum bunu. Hayatımda kitap imzalamamışım. Bir sandalye de bana buldular ve diğer yazarlarla birlikte bir sürü insana kitap imzaladım. Çok acayip hissettim kendimi, sürpriz oldu! Annem duygulanmakla kalmadı, kendine gelir gelmez "E bari azıcık makyaj yapsaydın" deyip güldürdü bir de beni orada :)

Bu kitaptaki mektup, benden babama bir veda... Eğer burada olsa O'na söyleyecek öyle çok şeyim var ki, bir sürü yeni ve de mühim havadis birikti. Anlatırım bir ara baba...

16 Nisan 2014 Çarşamba

İstanbul'un 9 canlı kedileri

Photo: Mario Pucic

İstanbul sokak kedileriyle var; kentin mühim bir ferdi ve simgesi onlar. Çöp kovalarının/konteynırlarının pasaklı efendileri, hayatta kalmak için her gün bir sürü mücadele veren dört ayaklılar... Mesela Vicdan da onlardan birinin hikayesi. Galiba İstanbul en çok sokak kedisi olan şehirlerden.

Ama şehir de, sokaklar da onları seviyor ve elinden geldiğince sahip çıkmaya çalışıyor. Esnafıyla, halkıyla... Kafeteryaların koltuğuna gömülüp uyumalarına, sahaf vitrinine kurulmalarına, kasap ve berber paspaslarına tünemelerine, tentelerin üstüne kıvrılmalarına müsaade ediliyor. Bu güzel de bir şey bence. Balıkçılar göz hakkıdır deyip balıklardan paylarına düşenleri veriyor onlara. Kapısında yalanıp durdukları lokantalar da üç-beş gıda veriyor.

Su kapları, mama kapları bırakılıyor sokak köşelerine, yemek artıkları veriliyor... Biz mesela sürekli mama taşıyoruz arabada, ihtiyacı olanın önüne boşaltıyoruz. Eh, bazı vicdansızlar da çıkmıyor değil elbette ama, az olmalarını umuyoruz onların.

Ceyda Torun, İstanbul'daki sokak kedilerinin belgeselini 9 Canlı "İstanbul'un Kedileri" adıyla yazıyor  ve çekiyor. Belgeselin 2015'te vizyona girmesi bekleniyormuş. Buyrun aşağıdaki de teaser'ı...

Alırım patlamış mısırımı, Obi'yle Yoda'yı da, giderim izlemeye.

 
Nine Lives - Cats in Istanbul - TEASER from Charlie Wuppermann on Vimeo.

14 Nisan 2014 Pazartesi

Mini mini mimler, güzel şeyler

Haftaya tıkalı trafikte başlamak şahaneymiş yahu. İstanbul'u sis basmış efenim, dolayısıyla deniz ulaşımı yok ve herkes zaten kilit olan kara yoluna hücum etmiş. Her yer adım adım. Nefis. Neyse, kahvaltımı edince biraz sakinleştim, geçti huysuzluğum :) Arkadaşımın çektiği fotoğraftan görüleceği üzere, İstanbul Boğazı bu sabah böyle.


Ceren'in güzel şeyler mimini geç fark ettim, özür dilerim ve mimlediği için de teşekkür ederim. Konusu içimi ferahlattı. Sayesinde güzel yeni insanlar tanımak da cabası. Hayatta güzel şeyler de oluyor diye düşünmek iyi geliyor insana arada. Bahar geldi, sonracığıma hafta sonu ne zamandır ilk kez uyuyabildim, bunun ne kadar büyük bir mutluluk olduğunu unutmuşum mesela. Kıymetini bilmek lazımmış. Öyle alelade bir şeymiş gibi küçümsememeliymiş insan.

Bu sabaha karşı babamı gördüm rüyamda. Ben işten kaytarıp bir çikolata dükkanına gidiyordum, böyle tepsi içinde sıra sıra sıcak çikolatalar, renkli çikolatalar ikram ediyorlardı. Sonra babam muzip bir şekilde uzatıyordu kapıdan kafasını, "Aa, baba! Gel, bak sen de seversin!" diyordum ona ve ağzımız burnumuz batana kadar çikolata yiyip içiyorduk. Güzeldi...

Mim şu şekilde yayılıyor: Buraya mimi kimden aldığımızı yazıyor (ki benim için Ceren), link veriyoruz ve sonra son zamanlarda duyduğumuz "güzel bir şey"i ekliyoruz. En sona da bu mimi kimlere göndereceksek, onları yazıyor ve link veriyoruz. Bu ka...

Benim bu aralar aldığım güzel haberlerden biri, bir İtalyan'la ilgili. Adı Antonio La Cava, emekli bir öğretmen. "Bibliomotocarro" ya da mobil kütüphane adını verdiği kitapla dolu triportörüyle ülke ülke gezip çocukları kitap okumaya özendirmeye çalışıyormuş. Nefis gezici kütüphane. Ben küçükken böyle otobüsler vardı kütüphane olarak çalışan, İzmir'de 80'lerin sonunda denk gelmiştim en azından; onlara benziyor.

Okuma yazma bilmemenin büyük eksiklik olduğunu düşünen La Cava, böyle bir emeklilik düşü yaratmış kendine. Çok takdire şayan. Böyle insanların varlığı, yaptıkları minik ve kişisel bir çaba da olsa insanı mutlu ediyor. Eşekli kütüphaneciyi bilir misiniz, onu anımsattı bana. Bir de Jose Mujica var ki, kendisiyle ilgili her haber insanlığa karşı inancımı yükseltiyor yemin ederim. Keşke bizim başkanımız olsa...


Bir-iki mühim ve güzel haber daha var ama onlar için biraz zaman lazım, şimdiden yazamıyorum... Of, böyle de çok gizemli gibi oldu ama valla değil. Bu mimi bitireyim, söz, Yol Şarkıları'nınkini de yazacağım.

Mime buyur ettiklerim, içinizden gelirse yazın.

Elif 

Güzel bir şey bulup yazmak zor gibi, ben de epey düşündüm ama iyi geliyor insana. Yazdıkça büyür, büyüdükçe iyi gelir, sise değil de erguvana boğulmuş Boğaz gibi olur. Valla.

11 Nisan 2014 Cuma

Foxes

Dün bütün gün evde debelendim. Sabaha kadar sıfır uyku, tavan yapmış ağrı. Gelemedim işe. Kollarım kan testinden ve serumdan delik deşik, makarna süzebilecek durumdalar. Artık sıra sağda mı solda mı diye sormayıp, boş buldukları yerden çalışıyorlar. Bu ağrıların, yataktan kalkamamaların sonuna yaklaşmışımdır umarım. Tuhaf bir psikoloji, yaşam enerjim kalmadı yemin ederim. Doktor önerisiyle camsil gibi görünen Powerade içeceğim hiç aklıma gelmezdi.

Dinlenmek için evde kaldım ama bizim apartmanın hemen arkasındaki lise ve ilkokulun enerjik öğrencileriyle mikrofonu gırtlağına sokan müdürlerini unutmuşum. Camı pencereyi kapattım, bağrış çığrış arasında uyumuşum. Bütün gün uyku hali arasında bir ara Kars'ta gördüm kendimi, bir ara babamı görür gibi oldum. Şu alttaki kediyi görünce tam kendimi buldum, peşinden de tilkileri görünce iyi hissettim birazcık. 

Mutlu olacak şey bulmak pek mümkün değil zaten memlekette, bir de sağlık alarm verince beziyormuş bünye. Bir sürü konser ve festival başlıyor, film festivaline yan gözle bile bakamadım. Eskiden heyecanlanırdım böyle şeyleri görünce, bahar filan ne bileyim.... Ama enerjim yok. Her şey öyle pıt diye unutulmuyor, unutabilenlere imreniyor insan. 

Kanal değiştirirken Nagehan Alçı'yı gördüm dün yine, terlik fırlatasım geldi.  Nasıl bir çaçaronluk, anlamak mümkün değil... Dünyanın en tencere-kapak ikilisi sanırım kocasıylan kendisi.











Via

3 Nisan 2014 Perşembe

Köpeklerin sessizliği

Şimdiye kadar hiç köpeğim olmadı, evde bir köpekle yaşamadım. Ama sokakta gördüğüm her köpeğe sevmek için sırnaşırım, köpekleri de kedileri de çok severim. Nedense hep kedi oldu evimizde. Köpekle yaşamak için bahçeli bir evin olması gerektiğini düşünüyorum ben daha çok. Eve tıkılmasın, koşsun, hoplayıp zıplasın diye... Kediden daha enerjik neticede.

Arabada bırakılan  köpekleri gördüğümde de pek üzülürüm. Sahibinin, anahtarı üstündeyken arabada bıraktığı ve panikle içerde koştururken tüm kapıları yanlışlıkla kilitleyen bir köpeğin haline tanık olmuştum yıllar önce. Panikten mahvolmuştu zavallım. Ve sahibi gelip de onu bir şekilde kurtardığında, suratındaki o "Özür dilerim" bakışı... Oy!

Fotoğrafçı Martin Usborn, arabada yalnız bırakılan köpekleri fotoğraflamış. Kısa bir süre için, çekim icabı orada olsalar da halleri pek iç burkucu... "Beni alacaksınız di mi burdan?" "Huu, ama niye gelmediniz ki hala?" der gibi bakıyorlar. Kıyamam.