31 Ocak 2012 Salı

Haydarpaşa'ya veda

Ocak'ın son günü...

Bu tarihin bir başka anlamı var. Bugün, bir devir daha kapatılmaya çalışılıyor. Artık Haydarpaşa Garı'ndan trene atlayıp Ankara'ya gitme zevkimiz olmayacak. Ya da Ankara'dan gelen arkadaşlarımızı Haydarpaşa Garı'nda karşılama keyfimiz... Gar Restoran'da iki tek atıp Ege mezelerinin tadına bakma şansımız da. Bugün Haydarpaşa'dan son dış hat seferi yapılacak ve sonrasında 2 yıldan fazla bir süre, (söylendiği kadarıyla hızlı tren raylarının yapılması nedeniyle) İstanbul-Anadolu arasındaki demir ağlar kullanım dışı kalacak. 

Tren yolculuğunu severim. Haydarpaşa'yı da. Bu kadar uzun süre kaptılmasına ve bu kadar insanın mağdur edilmesine gerek var mıydı, başka bir çözüm bulunması gerçekten mümkün değil miydi? Hep birlikte göreceğiz. Dilerim, Haydarpaşa Garı üzerindeki bazı ticari planların gerçekleştirilmesi için bir kılıf değildir bu. Çok safça düşünüyorum  sanırım. Di mi?

Trenimize Dokunma dediler, ama hiçbir şey değişmedi ne yazık ki. Mehveş Evin'in dünkü ve bugünkü yazısı da saflığın lüzumu yok dedirtiyor.  İstanbul'la ilgili birçok şey, elimizden kayıp gidiyor. Hatıralarda kalsın isteniyor. Bu hoyratlığın adı da "modern restorasyon". Can sıkıcı...

Kar hızını artırınca, Dali sergisine bugün gitmekten vazgeçtik. Dali miyiz neyiz, diye bayat espriler bile yaptık. Kahve-kurabiye stoğu yeterli. Gazete-kitap da var kafi derecede. Mis.

Yoda kar avında

Yoda ise sabahtan beri pencere ya da balkon kapısı önünde. Umutsuzca dışarı bakıyor, düşen kar tanelerini yakalamaya çalışıyor. Yakalayamayınca sinirleniyor bir de. 

 Azıcık daha atletik olsam, kesin yaparım bence!
Off, çok mutsuzum yarebbim!
Obi, gel bak olm yukarıdan bir şeyler düşüyor!
Acıktım kar peşinde koşarken ha!
Valla oluyordu bu sefer
Evet evet, hah
Cık, yine olmadı
Niye tutamıyorum, anlamıyorum
La olm Obi, yardım etsene be
Abicim kar-mar, boş işler bunlar!

Kar-mar

Ocak'ın son günü...

Sonunda İstanbul'a dönme vakti dün geldi. Hiç umudumuz olmasa da dün geceki 21.35 uçağı İzmir'den rötarsız kalktı ve 22.35'te Sabiha Gökçen Havaalanı'na indi. Pist gayet buzlu görünüyordu, azıcık yanlayarak ve hızlı indik ama sadece 25 dakika kadar uçakta beklemek zorunda kaldık. Merdiven ve otobüs gelmesi gecikti, o ka. 23.05'te çıkabildik uçaktan.

İndik ki ortalık kar buz içinde. Taksi yok, son otobüs kalkmış. Havaş yok. Havataş'la E5'e gidelim dedik, ayakta binmek zorunda kalanlar oldu. Havaalanından çıktık, kar-tipi  başladı; göz gözü görmüyor. Nerede olduğumuzu anlayamadım bir an, o derece beyaza kesti her yer. TEM, E5 hepsi karla kaplı. Neyse ki, E5'te bir yerlerde inip dolmuş+yaya evimize geldik.  Taksiler adam düdükleme derdinde olduğundan mesafe beğenmiyordu, klasik. Home sweet home. Oğlanlar özlemiş.

Aynı gün içinde birkaç saat önce İzmir'de günlük güneşlik Asansör'de olduğumuza inanmak zor. İstabul'da lapa lapa kar ve anayollar bile karlı. Gecenin 12'sinde millet kartopu oynuyordu sokaklarda, apartmanın bahçesinde. Sabah kalktık, aynen lapa lapa yağmaya devam. Camların önü ve balkonlar dolmuş. Yaşasın, bugün de tatil. Tam vaktinde alınmış izin :) Keyfaltı zamanı!

Alttaki ve üstteki dün gece
Alttakiler bu sabah

30 Ocak 2012 Pazartesi

İzmir'de son gün

Dario Moreno, demiş diyeceğini. Adamlar da bir plakete yazıp çakmışlar bir zamanlar yaşadığı evin duvarına. Günün birinde İzmir'e ya da bir Ege kasabasına yerleşme fikri hiç de fena gelmiyor kulağa. Romantik...


İstanbul'da kar yağdığı haberleri gelmeye devam ediyor. İzmir'de ise yine güneşliydi hava. Bugünkü istikamet önce Asansör, sonra Mayda Köşkü, Uşakizade Köşkü ve Kadifekale.

Asansör, yazar Marc Levy'nin dedesi iş adamı Nesim Levi (Bayraklıoğlu) tarafından 1907'de yaptırılmış. Asansör sayesinde 58 metre yükseklikteki Mithatpaşa ile Halilrıfatpaşa arasındaki 155 basamağı tırmanmak yerine kolayca çıkmak mümkün hale gelmiş.

Mayda Köşkü
Mimari açıdan nefis bir köşk olan Mayda Köşkü ise İzmir'in ilk ortodontist diş hekimi Ayşe Mayda'ya ait. Köşk, İzmir Türk Koleji'ne çok yakın bir noktada yer alıyor. 

3 katlı Uşakizade Köşkü de kolejin bahçesinde. Mimari açıdan çok dikkat çekici sayılmaz,  ama tarihi önemi elbette büyük. Köşk, Latife Hanım'ın büyükbabası tarafından yaptırılmış ve yazlık köşk olarak düşünüldüğü için de İzmir'in en serin yerinde yapılmasına özen gösterilmiş. En serin bulmanın yöntemi de şuymuş: Eti yüksek bir yere asıp etin en geç sürede çürüdüğü yeri tespit etmek.

Son durak da Kadifekale. Bütün İzmir ayaklarınızın altında. Manzara dışında pek bir şey yok çevrede. Fotoğrafta ortada görülen yeşil alan, bir zamanlar İzmir yazlarını hareketlendiren, çocukluğumu şenlendiren fuar alanı...

Kadıfekale'den İzmir

KafSinKaf-Göz Göz

İstanbul'daki kar ve soğuk hava haberlerini duydukça İzmir'den dönesim gelmiyor. Ama oğlanlar bizi özlemiştir, komşumuz arkadaş kendilerini pencerede görmüş. Öyle bakıyorlarmış dışarı. Oy, kıyamam... Burada hava güzel, ikram güzel... Kısırlar, börekler, sütlaçlar, favalar... Dün KSK-Göztepe maçı vardı, KSK kazanmış; ortalık karışmış. Klasik rekabet aynen devam.

Ortaokuldayken bir gün 121'deydim (Bostanlı-Konak otobüsü). Alsancak Garı'nın oradaki durakta durdu otobüs. Dışarıdaki kalabalık Göztepeli güruh, otobüsü deli gibi sallamaya başladı. İçeriden birkaç KSK'li karşılık verince hiç unutmuyorum, psss diye açtı şoför kapıyı. İçeriye dalan GözGöz'lüler aldı otobüsteki heyecanlı KSK'ları "Gelin canlarım" diye, aynen kapatıp kapıyı devam etti şoför. Hissiz adam.

29 Ocak 2012 Pazar

İzmir'de aile saadeti

Kar yağar, uçak alkole bulanır derken sağ salim geldik İzmir'e. Her seferinde İstanbul'a göre kalın giysi getirip hepsini aynen geri götürüyorum. Ve diyorum ki, hangi mevsimde İzmir'e gelinirse gelinsin, güneş gözlüğü çantadan çıkarılmamalı! Gözüm kamaştı bugün misal güneşten, öyle açıktı hava; hayıflandım gözlüğü evde bıraktığıma...

Neyse, İzmir insana iyi geliyor. Havası, suyu, sakin trafiğiyle... Aile saadeti, akabinde maaile Güzelbahçe ve Urla. Klazomenai'ye gidip dünyanın en eski zeytinyağı fabrikasını gezdik. Zeytinyağından başka bir yağ tüketmediğimizden kelli, görevliyi can kulağıyla dinledik.


O zamanki teknoloji tamamen kol gücü, yaklaşık 12 kilo zeytinden 1 kilo yağ çıkıyor ama ürün kalitesi mükemmel. Her şey ahşap ya da taş.  Bina kerpiç, tavanlar ise bir sürü sazdan yapılmış; su geçirmiyor. Çektiğim fotolar yukarıda. Annemin Urla pazarından aldığı nefis otları ise yarın pişmiş olarak ziyadesiyle tadacağız. Bey, şimdi dostlarıyla muhabbettte; ben baba ocağında. Herkes mes'ut.  

İstanbul'u dışarıdan izlemek enteresan. Sanırsın yurtdışındayız, ama abartılı senaryolar var yine havayla ilgili. Yarın için Kar'a Pazartesi uyarısı var, uçak kalkmazsa; burada bir süre daha seve seve "mahsur" kalırız.


Salı günü planları içinde Dali sergisi ve İnci Pastanesi'nde Uludağ pastası var. Sergi demişken 22 Şubat'ta Sakıp Sabancı Müzesi'nde Hollanda sanatının altın çağı olarak nitelendirilen 17. yüzyıl eserlerinin önemli bir bölümü sergilenmeye başlanacakmış.


Neden Hollanda? Çünkü Hollanda-Türkiye diplomatik ilişkilerinin 400. yılı nedeniyle birçok sergi açılıyormuş. Rijksmuseum'dan gelecek eserlerin yaratıcısı ressamlar arasında Rembrandt, Vermeer de yer alıyor. 59 sanatçıya ait 73 tablo, 19 desen  ve 18 objeden oluşan toplan 110 eser getirilecek.

Tiz ajandaya not edile!

28 Ocak 2012 Cumartesi

Kadifeden kesesi, Beyoğlu'yla dolar içi

Şurada Beyoğlu ile ilgili endişelerimi yazmış idim. Elden gidiyor Beyoğlu. Ve tüm protestolara, itirazlara, yazılıp çizilenlere rağmen hem de. Bağıra çağıra gidiyor...

Mehmet Tez'in tam da burada yazdıklarının  her satırına katılıyorum. Ah Beyoğlu, vah Beyoğlu... Herkes ayrı bir parmakladı seni. Bir köşenden çekiştirdi durdu, şimdi hepten gidiyorsun elden. Ah ciğerimin köşesi...

Kadife kesesini seninle doldurmak isteyenlere gelsin bu şarkı da, hadi bakalım. Hop, yandan!

Ankara'nın taşına bak...

Cumartesi sabahı iç burkucu başladı. NTV'de Uğur Mumcu suikastı belgeselini izliyorum. Yıl 1993. 19 yıl geçmiş aradan. Seneye 20. yıl. Ne büyük utanç! 3 mahkum, birçok soru işareti...

O günü hatırlıyorum. Salonda televizyon izliyordum, haberi duyunca inanamamış, evin diğer odalarında bir şeylerle uğraşan annemle babama koşup bağıra çağıra söylemiştim olanları. Onlar da şok olmuştu, ağlamaklı; televizyondaki haberlere kilitlenmiştik.

Eşi Güldal, oğlu Özgür ve kızı Özge Mumcu'nun cenazedeki vakur hali gözümün önünde.  Sakıncalı Piyade'yi dostları, gazeteci arkadaşları, abisi Ceyhan Mumcu ve ailesi anlatıyor.  O günleri, o günlerde söylenenleri  hatırlayınca, insanın yüreği sıkışıyor.

Yıllar öncesinden birçok şeyi bilip söylemesi/yazması, tehditler alması ve susturulması... Eşini apartmanın kapısında bırakıp her zaman yaptığı gibi, ailesinden önce arabaya binip aracı kontrol etmesi, kontağı çevirmesi ve... Umut etmeli miyiz hala?

Eşi kırılmış gözlüğünü, parçalanmış kalemini, o'nun ve kendi alyansını bir kutuda saklıyor, bıraktığı gibi sakladığı çalışma odasında...

"Öyle bir iş ki, duvar gibi. Bir tuğla çekersek yıkılır"  denmiş. Eşi anlatıyor: "Çekin o zaman" dedim. "Çekemem" dediler. "Çekin, kenara çekilin" dedim, "Yapamam" dediler...

Güldal Mumcu: "Eşi olarak onu çok özlüyorum. Ama 'Çok özlüyorum' dediğimde babam  'Kızım, ölüler özlenmez, sadece hatırlanır' dedi bana"

La Mamma Morta

La Mamma Morta... Umberto Giardano'ya ait Andrea Chénier operasından, Maria Callas'ın seslendirdiği bu aryayı ilk duyduğumda, Bornova'daki kötü bir sinemada Philadelphia filmini izliyorduk. Yıl 1993 ya da 1994 olmalı. 

Opera delisi sayılmam. Ama filmdeki arya sahnesi çok sarsıcı, kırılgan bir sahneydi. Koca sinemada sadece 2 kişiden burun çekme sesleri geliyordu. Ağlayanlardan biri ben, diğeri de yanımda oturan fermina daza'ydı. 

Ergen hassasiyetini geçersek, hala ne zaman bu aryayı duysam bu sahne aklıma geliyor ve gözyaşı bezlerim kaşınıyor, burnumun direği sızlıyor, tüylerim diken diken diken oluyor. Bu sahnede  Maria Callas'a duygularıyla dublaj yapıyor Tom Hanks. Acının her zerresini hücrelerinde hissediyor sanki. Callas'a ise diyecek bir şeyim zaten olamaz.

Film, eşcinsellere yapılanlar, AIDS virüsü taşıyanların yaşadıkları konusunda çok düşündürmüştü beni.  Şöyle yazmışım sözlüğe:

" tom hanks'in ner kelimenin, her çığlığın üzerinde tutkuyla durduğu, serum ayağını da kendine kavalye yaptığı sahne. 'aile babası' avukatı bile bile allak bullak edecek sertlikte bir gerçeklik. avukatın yüzüne vuran alevlerden daha fazlası; şaşkınlık, sarsılmışlık... filmin koptuğu sahne bu benim için. her şeyin kırıldığı an.

önyargılar, korkaklık, sığlık, merhametsizlik ve yalan... ama her şeyden önemlisi, bize öğretilenlere karşı çıkış. bizim gibi olanlarla arkadaşlık etmeyi, bizden farklı olanlardan kaçmayı öngören anlayış. onları elimize batmış kıymık gibi hayatımızdan çıkarmaya çalışmak. belki biz çocuklarımızı böyle yetiştirmeyeceğiz, ama nasıl olursa olsun, 'farklı' olurlarsa eğer; böyle olmanın canlarını yakacağını bilecekler, çünkü öğretenler hep çevrelerinde olacak. okullarda, iş yerlerinde; hep böylelerinden kaçmayı öğretmediler mi bize? açıkça söylemedilerse de onlardan uzak durduk. onları 'tuhaf' bulduk, belki de zavallı. asıl zavallının kim olduğunu bilmeden... özetle, mükemmel bir film. tom hanks hele, mükemmel oynamış. evet, bize açıkça anlatın her şeyi, 6 yaşında bir çocuğa anlatır gibi. ki net olsun."

Ve işte arya... Kan, gözyaşı, acı ve yangın... Önce filmdeki o sahne, sonra sadece Maria Callas.






Sözleri (kaynak: ekşi sözlük/tadzio)

"la mamma morta m'hanno
alla porta della stanza mia;
moriva e mi salvava!
poi a notte alta later,
io con bersi errava,
quando ad un tratto
un livido bagliore guizza
e rischiara innanzi a' passi miei
la cupa via!
guardo!
bruciava il loco di mia culla
così fui sola!
e intorno il nulla!
fame e miseria!
il bisogno, il periglio!
caddi malata,
e bersi, buona e pura, and bersi,
di sua bellezza ha fatto un mercato,
un contratto per me!
porto sventura a chi bene mi vuole! .
fu in quel dolore
che a me venne l'amor!
voce piena d'armonia e dice:

vivi ancora! io son la vita!
ne' miei occhi è il tuo cielo!
tu non sei sola!
le lacrime tue io le raccolgo!
io sto sul tuo cammino e ti sorreggo
sorridi e spera! io son l'amore!
tutto intorno è sangue e fango?
io son divino! io son l'oblio!
io sono il dio che sovra il mondo
scendo da l'empireo, fa della terra
un ciel!
ah! io son l'amore, io son l'amor, l'amor

e l'angelo si accosta, bacia,
e vi bacia la morte!
corpo di moribonda è il corpo mio.
prendilo dunque.
io son già morta cosa!"

meali


"öldürdüler annemi, odamın girişinde,
beni kurtarmak için öldü o, gecenin köründe,
bersi'yle şöyle bir gezintiye çıkmıştım,
kurşuni bir ışık parıldadı ve önümü aydınlattı karanlık caddede,
baktım ona,
çocukluk evim alevler içindeydi!
yalnızdım ve hiçlikle kuşatılmış,
açlıkla ve fakirlikle, yoksunlukla ve tehlikeyle kuşatılmış,
hastalandım,
ve bersi , öyle iyi ve saf ki
güzelliğini sattı benim için,
beni seven herkese talihsizlik getirdim,
işte o zaman, mutsuzluğumlayken,
aşk bana geldi
ve tatlı, ezgili bir sesle mırıldandı;

yaşamalısın! ben hayatın kendisiyim.
cennet, gözlerimde,
yalnız degilsin,
gözyaşlarının göğsüme düşmesine izin ver
seninle yürüyeceğim ve sana kuvvet vereceğim!
gülümse ve umutlan!
ben aşkım,
kan ve çamur, hepsi de etrafındalar mı?
ben kutsalım! sana unutturabilirim!
ben gökten dünyaya inen tanrıyım,
ve ah dünyayı cennete çeviren,
ben aşkım, aşkım, aşkım,

ve melek yaklaştı, öptü beni
ve bu öpücükteki ölüm'dür,
can çekişen beden benim bedenimdir
anlayın o zaman,
şimdiden onun kadar ölüyüm ben de."

27 Ocak 2012 Cuma

Hayat Bilgisi akşamı

Tam da İzmir'e gidecek hafta sonunu bulmuşuz. Tiz bizim uçak votkayla, olmadı sek rakıyla yıkana!

Hayat Bilgisi kitaplarındaki gibi bir akşam. Biz televizyon izliyoruz, kediler hor hor uyuyor; birazdan salep ya da sıcak çikolata yapacağım. Eğer sobamız olsaydı üzerinde kestane, nohut ve mandalina kabukları da olurdu...

Birçoğu gibi sıcak evimizdeyiz, evet. Ama dışarıdakiler için yapabileceğimiz şeyler de var.

Kuşlar için camın dışına ve balkona ekmek kırıntısı; kedi -köpekler için de sokağa mama koymak ve sokakta yaşayan birini soğuktan donmadan gelip almaları için 0212 455 13 00'ü ve 444 25 66'dan AKOM'u aramak.

Omuzla koltuk arasına sıkışıp uyuyan Yoda
Rüya gören Obi

Let it snow

Sabah bembeyaz bir tipiye uyandık. Kar duracak gibi görünmeyince bey getirdi beni işe. Arabanın üstündeki karları temizlemek için uğraşsa da, erkenden yetiştirdi sağolsun. Kar Leoparı lakaplı şahıstan pek hazetmediğimden, beye Kar Panteri/Kedisi/Kuzusu demeyi uygun görüyorum.

Ofiste 4 kişi geyikte, ortam sessiz. Nefis. Keşke sıcak kakao ya da salep olsaydı... Ihlamur var, o da güzel.

Hava soğuk. Adele bile paltosunu giymiş. Feşınıbıl olmayı boşverelim şöyle havalarda rica ederim. Sırf bir kadife ceketle, afili fularla filan çıkılmaz; adamın burnu düşer soğuktan.




Dün, babamın doğum günüydü. Gezmeyi, okumayı ve yazmayı sevişimi; çenemle burnumu :) borçlu olduğum babam; doğum günün mutlu olsun.

Yeni yaşında da bol bol gezmeni, birlikte sağlıklı, mutlu, bol kitaplı, bol sohbetli ve kahkahalı nice yıllar geçirmeyi diliyorum.

Akşam güzel bir film vardı cncb-e'de, romantik komedi iyi gelir arada. Diane Lane ve John Cusack'ı seviyorum. Market teorisine güldüm. "Donmuş yiyecek kısmında dolananlar bekar, elinde listeyle dolananlar evlidir" :)



26 Ocak 2012 Perşembe

Tele dolandırıcı

İnsan cep telefonuna gelen uyarı mesajlarını pek ciddiye almıyor normalde. "Emaan" deyip siliyor. İşte "Sizi arayıp kendinizi polis olarak tanıtanlara itibar etmeyin" filan. Ama haklılar, zira dolandırıcılar işi ilerletmiş.

Cep telefonunuzdan sizi arayıp kendini polis olarak tanıtan, hatta uğraşıp arkaya telsiz sesi koyan bile var. Yok efendim T.C. kimlik no'nuzu öğrenip dolandırıcılık yapan şahıslar varmış da, yok kimliğinizi kaybettiniz mi, yok efendim kredi kartınızdan para çekiyorlarmış, ekstrenizde bir acayiplik fark ettiniz mi, hangi bankayı kullanıyorsunız, en yakın şubeye gitmeniz gerekiyor, hesabınızı kapatıp otomatik ödeme fişlerini almanız lazım, ne kadar  sürer oraya gitmeniz, yola çıktınız mı, falan filan...

Şikayet edeceğinizi söylediğinizde de hemen tel no'larını kullanılamaz duruma düşürüyorlar. Geri arıyorsunuz, aa yanlış tel no diyor telesekreter! 0537 028 74 39 , kullandıkları numaralardan sadece biri. Şikayet için gittiğim karakoldaki polis dedi ki, "Bir köy var (neresiydi unuttum şimdi) sırf bu iş için çalışıyor". Heriflerin geçimi bu sektörden yani.

Benim tele dolandırıcı, Ankara Mamak Asayiş Şube Müdürlüğü'nden aradığını söyledi misal. Adı da Duran Kaplan'mış. Bak bak. Oturan Boğa gibi.


Dedim "Nereden bileceğim sizin polis olduğunuzu?" "Hanfendi ekranda numaramız çıkıyor, yalan mı söyleyeceğiz?" dedi. Sicil no'sunu istedim, veremedi haliyle. Sonra tekrar aradı. Biz o arada Ankara Mamak'ı arayıp bu isimde bir memur olmadığını öğrenmiştik. Bir daha aradığında "Seni şikayet edeceğim" dedim, "Tamam" deyip kapattı. İnsanın durduk yere siniri bozuluyor, paranoyaklık yayılıyor damarlarına...

Özetle müsterih olun, kendinizle ilgili HİÇBİR bilgi vermeyin. Adınız ve soyadınızı telaffuz ediyorlar, şaşırmayın... İnsan başta bir afallayıp tırsıyor. Aman dikkat! Ha, tel no ve adınızı nereden mi buldular? Bir düşünün, nerelere cep telefonlarımızı hatta vatandaşlık no'larımızı veriyoruz. Neredeyse bunlar olmadan su bile alamayacağız yakında.

Yağmur

Sabah kalktım, baktım gök delinmiş. Delice yağmur yağıyor, göz gözü görecek gibi değil. Hiç kasmadım, taksiyle geldim ofise. 

Erken gelmenin mükafatı olarak da ofisteki kızların "Ay kayınvalidem liralardan kolye  taktıydı nikahta, annem bunu aldıydı, kocamsa pırlanta şeyetti" gibi geyiklerini dinliyorum. Bunların konuşulması bile ayıp yahu!  Hayır, boynunda liralar dizili olsa n'olacak? "Takmasam da yatırımdır şekerim" Ay, kusucam sanırım.

Sabah sabah pek güzel şeyler'deki şu fotoğrafa (en sondaki) pek güldüm. Evdeki 6.8'lik ve 6.4'lük araplarla denesem mi?




25 Ocak 2012 Çarşamba

Kar kış çikolata

Hava soğuk, kapalı ve karlı olunca, insan daha çok çikolata-kakao istiyor galiba. Ya da bana öyle geliyor. Böyle günlerde evde sahlep, sıcak çikolata, normal çikolata her daim olmalı. Ki acil kriz durumunda el altında olsun.

Şu linkteki kurabiyeleri gördüm, nevrim döndü. Makaron ve çikolata kralı Pierre Herme tarifiymiş, insan delirebilir ama yani.



O olmazsa bununla idare edilebilir belki acil durumlarda. Bir nevi dandik vafıl. Allaam, sen aklıma mukayet ol.

Eternity and a day

Twitter'dan al haberi... Theo Angelopoulos, trafik kazasında göçüp gitmiş. Motorsiklet çarpmış. Bu kadar işte. Bir an var, sonrasında yok.

Angelopoulos'un bir karakterinin sorduğu gibi:

"Yarın ne kadar sürer? Sonsuzluk ve bir gün kadar"

O bir gün de, galiba bugün.

Sonsuzluk ve bir gün...



Like a stone

Boğazım acıyor ve bu hafta hiç bitmeyecekmiş gibi. Sabahları gelip aynı şekilde oturuyorum masama. Bakıyorum mavi ekrana. Oy, Çarşamba çarşafa dolanır. 

Her saat başı, o saat içinde yaptığımız işleri yazmamız isteniyormuş bir çizelgeye. O halde başlıyorum çarşafa dolanan çarşambaya: 

Simitle peynir yedim, suda eriyen C vitamini içtim, ballı limonlu pastil emdim, akabinde blog ettim stop. İşe başlayayım bari stop. Ama canım hiç istemiyor stop.

Stres yönetimi lafına acayip gıcığım bu ara, kendininkini yönetemeyenler başkasından yönetmesini istiyorsa hele, daha da gıcık oluyorum.

Haftaya caanım İzmir'e gideceğiz, izin aldım; aileyi göreceğiz, hava değişikliği de iyidir. Birader Rusya ellerine gidiyor yine, bu kez Vladivostok'a; onu da göreceğiz hem ne güzel.

Akşama kar yağabilir dediler, n'olur n'olmaz diye öküz gibi giyindim, bere-eldiven-şal da çantada. Tam teçhizatlı Cevat Kelle modu. Ofiste ise puma desenli, sivri topuklu bileksiz bot ve mendil kadar etek giymiş bir abla dolanıyor (evet şu botox yaptıran), kızgın Brezilya sıcağından donduran İstanbul soğuğuna kaçmış Lady Gaga gibi kendisi.

Öf. Taş gibi bir gün geçiriyorum, duruma uyan ve de sabah yolda dinlediğim yıvrim Chris Cornell şarkısını size de ithaf edeyim o halde.

24 Ocak 2012 Salı

Ayı ve yaşlı adam

The Veils'in basçısı Sophia'nın blogunda rastladığım şu fotoğrafa bayıldım. Bey takipçisi kendisinin :) Ayının değil, Sophia'nın. Severiz biz ailecek. Basçılar candır, kadın-erkek. Ehm, neyse... 

Ayılar da candır. Babamın Artvin ormanlarındaki ayı yavrularına, ormanda bulduğu bira şişesine süt doldurup içirdiği fotoğraf ise babamın en sevdiğim fotoğraflarındadır.


Vaktiyle aile dostu bir ablamız, kuzenimle beni sinemada "Ayı" filmine götürmüştü. Ayı, bir sevgi filmi... Hala izlediğim en güzel filmlerden biri olduğunu düşünürüm. Özellikle nehrin akıntısında pumaya doğru sürüklenen yavrunun çaresizliği, akabinde arkasında koca bir ayının olduğunu bilmeden pumaya dayılanışı sahnelerine bayılırım. imdb 7.6 vermiş, halt etmiş.

Küçük Prens

Küçük Prens... Sanırım ortaokulda okumuştum ilk. 

Türkçe öğretmenimiz mi önermişti yoksa benim mi aklıma gelmişti? Bence ilki. Derste cetvelle adam döven ama şiir kitapları olan enteresan bir adamcağızdı anadolu lisesindeki Türkçe öğretmenimiz. Şair ve dayakçı örtmen. Lakabının "Frosch" (Kurbağa) olması da Almancayı yeni söken biz ergenlerin terbiyesizliğiydi elbet. 

Her dersin başında bir cetvel ister ve dersin sonunda o birinin bir yerinde kırılırdı. Ama her dersin başında aynı salak kız (Ayşe) onayeni bir tahta cetvel verirdi, örtmenin gözümdeki rekoru, sanırım masa tenisi raketinin de birinin sırtında parçalanmasıyla kırıldı. Neyse... Bu, gözünüzdeki etkisini düşürmesin, belki de başka sorunları vardı adamcağızın. Amaaan, Küçük Prens'ten nereye...

Küçük Prens'in şu baskısı gerçekten iştah kabartıcı. Nasıl olmasın ki, Cem Yayınları'ndan çıkan 1975 baskısı. Çevirmenler Cemal Süreya, Tomris Uyar. Hey gidi...

Çok severdim ben Küçük Prens'i. Pek kırılgan gelirdi bana. Yıldızlara bakıp bedeninin gidişini anlattığı bölüm özellikle pek fenadır. 

                                                              ****

“Geceleri gökyüzüne baktığında, yıldızlardan birinde benim yaşadığımı ve orada gülüyor olduğumu bileceksin. Bu yüzden sana sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek. Bütün dünyada yalnızca senin gülen yıldızların olacak."

Ve bunu söyledikten sonra yine güldü.

“Ve üzüntün geçtiğinde – çünkü zaman bütün acıları iyileştirir- beni tanıdığına memnun olacaksın. Daima benim dostum olarak kalacaksın. Benimle birlikte gülmek isteyeceksin. Ve zaman zaman, sadece bunun için gidip pencereyi açacaksın... Gökyüzüne bakarken güldüğünü gören arkadaşların buna çok şaşıracaklar. Sen de onlara: “Ah, evet, yıldızlar beni hep güldürürler” diyeceksin. Onlar da senin deli olduğunu düşünecekler. Görüyorsun, sana ne kadar kötü bir oyun oynadım...”

Ve bir kez daha güldü.

“Aslında ben sana bir sürü yıldız değil de, kahkaha atabilen bir sürü zil vermiş gibi oldum.”

Yine güldü. Sonra ciddileşti. “Bu gece... biliyorsun... gelme...”
“Seni bırakmayacağım.”
“Dışarıdan acı çekiyormuşum gibi görünecek. Ölüyormuş gibi görüneceğim. Bunu görmeye gelme. Hiçbir işe yaramaz bu...”

23 Ocak 2012 Pazartesi

Singin' in the rain


Dresden'deki Neustadt Kunsthofpassage adlı bu bina, müzik yapıyor! Mühendislik harikası bina, yağmur yağdığında sokağı müzik sesiyle dolduruyor. Dikkatli baktığınızda fark edebileceğiniz gibi üzerindeki şahane düzenek sayesinde yağmur yağdığında müzik çalan bina, müzisyenler ve mühendisler tarafından tasarlanmış. Şahane, her yağmurda konser.

Mor haller

Hava açık, ama pek açık hissetmiyorum kendimi pazartesi pazartesi... Mor oje-mor kazakla fular, ergen modeli... Pazar günü de geçiverdi çabucak. Önce arkadaşımın doğum günü için Maria'nın Bahçesi'nde kahvaltı. Akşama kadar kalabilir orada insan. Bu ka çok şey yenir mi kahvaltıda? Yenmez. O ka çok tatlı konur mu bir masaya? Konmaz. Akşamüstü de beyin arkadaşlarıyla kahve. Hava çivi gibi, yine de Cadde tıklım tıklım. Daha da akşam Behzat Ç. ve uyku...

Okuduğum kitaptan mıdır nedir, bir kırıklık hissediyorum. Kırgın bir hal. Bilemedim. Bu kötü  tarihler (19 Ocak, 24 Ocak) peşpeşe geldikçe, insan kendini iyi hissetmekte zorlanıyor. Umudu kırılıyor. Geçen kış yetiştirmek için debelendiğim sümbüller biraz olsun çare olur mu bu hale? Olabilir. Çiçek yetiştirmekte pek başarılı sayılmam. Evde bir tane minik bir ardıç var, sanırım o da isyan halinde bu ara. Kurusam mı kurumasam mı... Ama şöyle mor saksılarında mor sümbüller olsa yine, mis gibi koksa fena mı olur? Olmaz. İyi gelir insana.

22 Ocak 2012 Pazar

Pop-up painter

Washington DC'de yaşayan 23 yaşındaki ressam Alexa Meade, resimlerini gerçek insanlarla yapıyor. Kıpırdamadan sabırla dururlarsa, onları renklerle giydiriyor. Bittiğinde ise tablodan ayırt etmekte zorlanacağınız, yaşayan işler çıkıyor ortaya. Ayrıntılar  şurada.


21 Ocak 2012 Cumartesi

Kurabiyeli ders

Cumartesi çabuk geçti. Evde temizlik vardı, bey refakat etti ablaya. Ben de
Bilgi Santralistanbul'daki Yurttaş Gazeteciliği dersime girdim, çok eğlenceliydi. Bu derslere girmekteki amacım internet kurdu olup zilyon tane yerde sekmek değil, vaktimin tümünü smart phone ya da laptop'la internette geçirmek ya da sertifikayı çerçeveletip duvara asmak hiç değil.  Sadece farklı bir şeyler öğrenmek derdindeyim. Yeni insanlarla tanışmak da yanıma kâr... Hareket berekettir, değişiklik iyidir.

Bugün hem scribd, klout, google reader, dropbox, joomla, storify, pinterest, docs google vs gibi daha önce kullanmadığım birçok şeyi öğrenip tumblr ve wordpress'in ayrıntısına indik, hem de nefis kurabiyeler yedik. Kaynakları şu blogun sahibesi hanımefendi. Nefistiler, önce facebook'u dişledim :)

Söz konusu kurabiyeler

Derse online katılmak eğlenceli oldu, bu kez notebook götürmeyi akıl ettim. Bizzat bahsedilen sitelere girince daha akılda kalıcı oluyormuş. Twitter'ı hatırladım yeniden. Ne ka efektif kullanırım, bilinmez. Derste epeyce twit ettim lakin. Mevzusu da işlenirken, dersin sayfasına yazdım taze taze. Yav ama bu kadar çok yere bu ka çok şey yazılabilir mi? Zaten herkes farklı platformlarda benzer malzemelerini paylaşıyor. Twitter'dan Friendfeed'e, ordan hop öbürüne aynı şeyleri aktarıyor. Gerçekten bir şey üretiliyorsa tasdix ile adınıza tescillemek ya da creative commons ile kendinizi bir derece korumak mümkün.

Akşam geldim; ev mis gibi; beyin elinden çıkma şahane yemekler hazır. Oğlanlar uykuda. Animal Planet'te ise çirkin köpek yarışması...

Baygın Yoda
Şaşkın Yoda
Hava ise yağmurlu, kar manzaraları geçen haftada kaldı. Yarın pazar. Şahane kahvaltı günü!