31 Temmuz 2011 Pazar

Yorulduk la (Behzat Ç. vurgusuyla)

Bir yorgunluğun daha üstesinden geldik sanırım. Dün işleri bitirmeyen boyacı yüzünden temizlikçi abla gelemedi, tüm evin kabasını süpürmek bana kaldı. Boyacı abi ise o esnada sırıtarak "Sen de pek hamaratmışsın abla" demekle meşguldü. "Sen zamanında bitireydin de, bu cümleyi ben kuraydım" demedim tabii. "Usta, dediğim gibi 3'de çıkıcam, bitmezse paranın kalanını yarın alırsın" diyebildim. Hemen hızlandı ama ne fayda. Usta milleti ne güvenilmez, ne kaypakmış yahu! "Cuma akşamı, yok yarın sabah kesin, olmadı valla yarın öğlen 12de" dedi, cumartesi 3'te hala bitirmemişti.

3'e kadar evi süpür, kan-ter içinde çık, kuaföre git, duş al, giyin, hop Kuruçeşme Divan'dayız. Arkadaşın düğününde... 2 saat önce kan-ter içinde ev süpüren kişi değilmiş gibi şık şıkırdım halde, gelen kanepelerden tat, şaraba ver bünyeyi. Düğün güzeldi, manzara nefisti, gelin pek hoştu... Mutlu olsunlar her daim. Sevgili, kendisini merak eden arkadaş taifesinin eşleriyle de kaynaştı. Hop 2 göbek at, 3 foto çektir; zırt eve gel. Gelinle damat Bali'ye, biz eve.

Sabah temizlikçi ablanın telefonuyla uyan, yeni evin temizliğine girişilsin, akabinde nakliyeciler ve eşyalar gelsin... Akşamüstüne kadar didin, yorgun argın çık. Yeni evdeki hayatın nasıl olacağını hayal edip sırıt... İşte yuva ile ev farkı.



Ha bu arada, cuma akşamı yukarıdaki (üst kattaki) ruh hastasının karşı markettekilere salça kavanozu atmasının ardından, benim balkona da domates ve yumurta isabet ettirmesi sonucu delirmemi atladım galiba. Polis çağıracağımı söylerken, hala eline geçeni aşağı fırlatıyordu. Direkt 155'i arayıp polis çağırdım, yönetici ve manyağın ev sahibiyle konuştum, şimdi de bütün apartman deliyi attırmak için imza topluyor. Ruh hastasını yeni istikametine postalamak tek amacımız. Defolasıca.

Bence polis yerine tımarhaneyi aramalıydık. Polis 5 dakikada geldi, komşularla market çalışanları da şikayetlerini iletti; tabii ki polise kapıyı açmadı göt. Evde bağırıp çağırdığı kedisinin kuyruğunun altına saklanmıştır.

Polis de "Bu kaçıcı gelişimiz, imza toplayıp savcılığa dilekçe verin" dedi. Amerikan filmlerindeki gibi "Höyt NYPD, açın la" diye eve girmek nerdee... Şimdi de bütün apartmana "İnsan olan bunu dinlemez" dedirten şeyler dinletiyor bangır bangır. "Biri bir şey dese de üstüne işesem" derdinde.Koymuştur hoperlörü camın önüne.

Neyse.

Menemen balkonu temizledik, cillop  gibi oldu. Oğlanlar attı kendini serinliğe. Ama ruh hastası bir daha bir şey atarsa balkona, direkt kendisini oltayla aşağı çekip alma fantezileri kuruyoruz. Olmadı su tabancasına tuz ruhu doldurup yukarı sıkarım, fısır fısır erir manyak. Madem evden çıkmıyor, kapıyı kimseye açmıyor... Bütün deliler mi bizi bulur yahu! Defolun gidin be hayatımızdan! Neyse ki kurtuluyorum bu bok apartmandan.

29 Temmuz 2011 Cuma

Energizer

Nefis hafta sonu programı: Derle-topla-kutula, ev temizliğinde yardıma gelen ablaya nezaret et, hazırlanıp Kuruçeşme'deki arkadaş düğününe koştur, akabinde yeni eve taşın. Ofistekiler de pek şakacı, diyorlar ki "Bu akşam teknedeki yemeğe neden gelmiyosuuuun?" Keyfimden!

En yakın arkadaşlarından birinin düğününe gitmesen olmaz, ablanın yanında durmasan olmaz, e eşyalar pis eve nakledilse hiiiç olmaz; o vakit ha gayret yıvriim! Ne demişler, hamama giren terler; yoksa hamam terleyene mi girerdi; unuttum.

Acep B vitamini iğnesi mi vurdursam yoksa Energizer pilleri fitil mi etsem? Belki Smallville ya da Kripton'da yaşasaydık, her şey daha ışık hızında tezahür ederdi. Yorulmadan. Fırt oraya zırt buraya, en fazla saçlarım uçuşurdu be.

O zaman bu şarkı benim için gelsin:



Ama ben dediydim doktora "Bu diz bitmiş, vurun siz beni" diye;"Estağfurullah" dedi. Kibar kasap.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Yarışma yeteneksizleri

Sevgilinin evinden eşyalarımı topladık, epeyce şey birikmiş 1 yılda. Taşıdık getirdik. Geldim benim eve. Oğlanlar attı kendilerini balkona, ben de kanepeye yayıldım. Sıcak. Televizyonda Aşk Tarifi vardı. İzledim yeniden. Yemekle aşk iyi bir ikili sanırım. Birlikte yemek yapmak da yemek kadar keyifli. Güzel yemek yapan adamlara saygı duyarım, sevgilinin de güzel yaptığını belirtmeye gerek yok sanırım :)

Ortalık yine yetenek yarışmasına kesmiş; dans bir yandan, artizlik öbür yandan. Birinde Huysuz Virjin, öbüründe Müjde Ar, Nurgül Yeşilçay filan var jüride. Uuu, Nurgül kadar güzel, Müjde kadar esprili, Virjin kadar eleştirel olmamız namümkün elbette. Lakin yarışmacılar dökülüyor, skeçler yerlerde sürünüyor. Dansçı ve artiz olduğumu iddia edemem ama, geceliğiyle kanepesinde pinekleyen ben bile söylerim ne ka kötü olduğunu, jüri olmaya ne hacet...

Pöh, çok sıkıcısınız be.

Dilek Ağacı'nda asılı dilekler

Capitol Dilek Ağacı, facebook'taki sayfasında blogda yazdığım yazıyı "Bir ziyaretçimizin kaleminden Capitol Dilek Ağacı" diye yayınlamış.



Facebook'ta olan bitenlere öylesine bakarken, üyesi olduğum sayfalarında kendi blogumu görünce çok şaşırdım, mutlu oldum. İnsan sanal alemin blogistan diyarında kendi kendine içini döktüğünü sanırken, birilerinin yazdıklarını  fark etmesi hoş bir şeymiş :)

Umarım daha çok kişi ağacın dallarındaki dilekleri gerçekleştirir, daha çok çocuk mutlu olur...

Green Gloves

Her ne kadar "The Editors, The National'dan daha iyi, he he" desem de, kendilerinin de sevdiğimiz parçaları var elbette. Bunu İstanbul konserinde çalmışlar mıydı, hatırlayamadım lakin.

Mama virin la

Ofis bahçesinde bir sürü velet kedi türedi. Büyüklerle mama yarışına girer oldular. E ekmek kavgası... Bu aralar ofiste gıdaklatacak kadar çok tavuk yemeği çıktığı için, dolduruyorum hepsini her yemek sonrası bardaklara, veriyorum kedüklere.

İki şapşal sarman yavruya, bir de cebe sığacak kadar ufak nefis bir tekir eklendi. Hoplayıp zıplıyorlar ortalıkta. Çalı arkasından pati atıyorlar bazen. Bir tanesi araba alarmı gibi sürekli bağırıyordu, şimdi alıştı ortama, sustu.



Simon's Cat, ailece  hastasıyız
 
Köfte, türlünün eti, tavuk, kıyma... etli ne varsa hepsi onlara. Yanında su ve yoğurtla. Başkaları da beslemeye başladı. Hatta bugün pek de hoşlanmadığım adamlardan biri kuru mama getirmiş onlar için, gözümdeki değeri kafadan 25 puan arttı :)

İbibikler öter ötmez ordayız

Gün biraz uykulu başladı. Gece sıcaktan bayılıp uyuyakalmışız. Bugünü sakin tamamlamayı umuyorum. Az kaldı birçok şeye...

Dün öğleden sonra izinliydim, halletmem gereken işler vardı, doktor kontrolleri vs. Doktorun teşhisi kendimi futbolcu gibi hissettirdi gerçi. Neyse...

Sonra Cadde'deki işlerimi halledeyim dedim. Sokakta gölge bir yer bulmak imkansız olduğundan, elimdeki buz gibi suyun yarısını içip yarısını avcumdan kafama dökmek suretiyle güneş çarpmadan eve dönebildim. Bir sürü kokoş haminne gördüm, o sıcakta şık şıkırdım dolanıyorlardı.

Mado ise işin pratik çözümünü bulmuş. Dondurma yemek için oturdum, tepedeki tentenin içine yerleştirdikleri minik bir sistem, arada soğuk su buharı püskürtüyor; pek nefis.



Gece, çoğunu şu an hatırlamadığım enteresan rüyalar gördüm. Düşündüm sonra, ben'den biz'e yumuşak bir şekilde geçiyoruz. Bu hoşuma gitti. Çoğu insanın çıldırdığı, birbirini yediği, tuhaf hesapların peşine düştüğü evliliğe hazırlık kısmını hasarsız atlatmanın başka formülü yok. "Ben" değil "biz" diye düşünmek ve soğukkanlı, sakin davranarak birbirine kenetlenmek... Her şeyi keyifli hale getirmeye çalışmak. Yapılacak şey bu. Aksi, her şeyi içinden çıkılmaz hale getirir yoksa.

Hazırlık mı? Biz kendimiz için yapıyoruz hepsini, etraftakiler için değil. Bunu fark etmek, kafadan bir rahatlama sağlıyor zaten. Nikahtı, düğündü, taşınma telaşıydı bitince... baş başa kalacağız. O yüzden bizim mutlu olacağımız şekilde yapmalıyız her şeyi. Aileler ve birbirimiz dahil, kimseyi kırıp incitmeden... Ve kendimi böyle bir süreçte bulacağım hiç aklıma gelmezdi ama, eğleceliymiş de be. Fermina Daza hanım, "Buralar boy ha, gelin :)" demişti dergide, e hadi bakalım...

27 Temmuz 2011 Çarşamba

New home new life

Bu değil tabii ki, azıcık değişiği :P

Hayat bu aralar biraz komplike. Taşınma telaşları... Eve bu kadar çabuk kiracı çıkmasına sevindik, bir aksilik olmazsa 3-4 güne taşınıyoruz. Biraz sürpriz oldu gerçi. Olsun. Oturmayacağımız eve boş yere kira vermeyeceğimiz için mutluyuz, ama bir yandan da biraz iki ayak bir pabuca girdi. Neyse, evi görmeye gelen kiracılar çok şeker, genç bir çiftti. "Ne evler gördük bir bilseniz" diyen ürkek bir kızla, mevzuyu hemen sonuca bağlamak isteyen kibar sevgilisi. Kim bilir ne izbe yerler gördükleri için loş evden önce ürktüler, perdeleri açıp da güneş gözlerine girince sevindiler.

Rahatsızlık vermekten çekinerek gezdiler, evi ve oğlanları sevdiler, ama yoo dostum oğlanlar bizimle geliyor. Onların da tekir bi hatunları varmış. Sevimli bir çiftti, kanımız ısındı karşılıklı. Oğlanlar kendilerini hemen hoş geldin nidalarıyla buyur ettiler içeri zaten.

"Biz bunları şunları götürmeyeceğiz, sizde kalabilir işinize yararsa" dedi sevgili, hoşlarına gitti. Sonra "E ev bu kadar güzelken, siz niye çıkıyorsunuz?" dediler azıcık şüpheyle, dedik "Evleniyoruz ve buraya bunlarla (oğlanları göstererek) sığamıyoruz." Güldüler bu sefer. İçlerine su serpildi galiba.

Tünel'deki gaddar ev sahipleri, apar topar "Çıkın evimden" demiş çocuklara, zincirleme telaşın sebebi aslında bu. Ev sahipleri bazen pek acımasız ve açgözlü. Neyse pimapen, boya, kartonpiyer derken sonunda yeni evimize beklediğimizden biraz erken de olsa taşınıyoruz.
Haliyle bizi bu ara yorucu günler bekliyor. Tatlı yorgunluklar... Yıllarca tayinler yüzünden ev taşıyan memur eşi annemi daha iyi anladım şimdi. Sar, topla, kutula; aç, yerleştir... Bir de şu dizim iş çıkarmasa, daha mesut ve bahtiyar olacağım.

26 Temmuz 2011 Salı

En sıcak hafta kutlu, mutlu olsun

Sabahları yataktan kalkmakta zorlanıyorum bu sıcaklarda. Kediler bir yandan, sevgilim bir yandan, uyandırmak için epeyce debelenmek zorunda kalıyorlar. Çook sıcak. Bu sıcakta işe gidilir mi? Gidilmemeli. Sırayı bozma: Kalk, duş al, giyin, çık... Oğlanlar bu sıcakta yanımızda uyumak için ısrar etmese, daha kolay olacak hayat. Olm hem çok sıcaksınız, hem de çok tüylüsünüz be!

Hafta sonu sevgilinin ailesini ziyaretten, nevalelerle döndük. Hepsi güzeldi ama en güzeli, ağaçtan toplanmış koca bir torba dolusu  kocaman erikti. Evde yiyoruz, bir kısmını da ofise dağıttım. Yine diyorum, bu sıcaklarda meyveden başka bir şey yenmez. Karpuz-peynir, kavun-peynir, şeftali-peynir, erik-peynir... Peynirle her türlü kombinasyona varım.

Keten elbise giydim, içine astar (nam-ı diğer jüpon) giymeyi unutmuşum. Amaan... Çift katla uğraşılmaz. Bu hafta en sıcak haftaymış, erimeye 1 adım kala... Neyse ki yeni evimiz çok balkonlu, pek esintili. Az kaldı. Sabır...

Fermina Daza'nın aparttığı siteden aparttığım şu elbiseyi beğendim, efil efil şeylere bayılırım. New York, Milano filan çok havalı yahuuu!



Hmm, alttaki de havalıymış.



Şimdi diyorum, bir hamakta olsam; elimde de buz gibi bir limonata olsa. İçinde de bir yaprak nane ya da Beppe'nin yaptığı gibi buz içinde böğürtlen. Böyle dalgaların sesi tatlı tatlı kulağıma gelse... Azıcık sallansam hamakta, sonra kalkıp denize girsem. Serin serin...Yüzsem yüzsem, sonra kitabımı alsam elime... Böyle sakin bir yer olsa; "Osmaaaaan" diye kocasına bağıran şişman teyzeler, "Anneeaaa" diye çığıran şımarık veletler, "Mısııııırrrr, suuuuuuuu" diye yırtınan amcalar da olmasa misal ortalıkta.

Sonracıma "biiiiç" rezilliği, son ses Serdar Ortaç, Demet Akalın vs hönkürmeleri, etrafta birbirinin üstüne basan insanlar, denizinde kulaç atacak yer olmayan kumsallar da olmasa... İşte bunların olmadığı, böyle sakin bir yer buldum. Arkadaş tavsiye etti, internetten de baktım; dedim, buraya gitmeliyiz. Huzur... Sakin, sessiz, denizi güzel, havası temiz... Tam kafa dinlemelik, dinlenmelik bir yer. Bakalım, bir aksilik çıkmazsa...

Veee bugün abimin doğumgünü. Hediyesi yola çıktı bile. Kendisine buradan da çok ama çok mutlu, sağlıklı ve neşeli yıllar diliyor; sımsıkı sarılıyor ve de çilli yanacıklarından öpüyorum.

İyi ki doğdun, iyi ki varsın canım kuzum! Hep en zor anımda yanımda olan, ne zaman sıkışsam yardımıma koşan, "kardeşim!" diye sık sık arayıp soran aslan yürekli şövalyem; birlikte nice güzel yıllara :)

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Joss abla, coz müzik



Hastasıyız ailecek...

Bekle bizi tatil

Tatil zamanı geldi de geçiyor. Evlilik hazırlıkları, arkadaş düğünleri, aile ziyaretleri derken yorulduk. Bunlar biraz hafifleyende, rotayı çevireceğiz dilediğimiz yere. Ege, Akdeniz... Neresi olursa. Birkaç yer var kafamızda, bakalım Çaylak'ın direksiyonu ya da uçağın burnu nereyi gösterecek... 

O halde Rock'n Coke konuğu The Kooks'tan gelsin:

24 Temmuz 2011 Pazar

Sunday bloody sunday

Aile ziyareti için Adapazarı'na giderken, yolda okurum diye gazete alma gafletinde bulundum. Ne bileyim işte, pazar ekleri filan... Hay almaz olaydım. Pişman oldum. Bu kadar kötü haber peş peşe... Önce Ceylan'ın amcası tarafından öldürülüşünü okurken gözyaşlarına boğuldum. Ailesi tarafından cinayetin tüm ayrıntılarının planlanışı darmadağın etti. 

Sonra Norveç'teki bir manyak tarafından 92 kişinin katledilişinin haberi... Aşırı sağcı ruh hastası bir de "Gaddarca ama gerekliydi" demiş.

Üstüne  Amy Winehouse'un Londra'daki evinde ölü bulunuşu...



Ha bir de Ayşe Arman'ın, karısını anevrizmadan kaybeden 11833 reklamındaki adamla röportajı..."Koca dağdır. Eşi ise o dağa yağan kar. O benim kar'ımdı, eridi gitti." Karısına bu kadar aşık bir adamın onu böyle çabuk yitirişi... Çok fena.

Üstüne de pusuda şehit edilen 4 asker daha... Bu kadarı fazla geldi.

Amy için yapılan "Su testisi su yolunda..." geyikleri baydı ve şoku hafifletmiyor. Uyuşturucu kullanıyor diye ölmesine sevinecek miyiz kalpsizler? Yazık, üzüldüm. Gerçekten müthiş sesi olan, yetenekli bir kadındı ve çok gençti. 16 yaşındayken kaç kız 1960'lı yılların soul ve caz kadın vokallerine hayran olur? Böyle bir ses her zaman gelir mi? Onu bu boka bulaştıran kocasına ne demeli bilmem. Her ölüm erken, ama böylesi... Evet, bazıları için gerçekten Love is a Losing Game.

Eskiden pazar ekleri eğlenceli olurdu! Bu nasıl hayat yav? Aile ziyareti güzeldi ama Amy abla üzdü be.

Amy'nin anısına Amy'den gelsin: Love is a losing game.

22 Temmuz 2011 Cuma

Drei Win Win

İki yeni film giriyor vizyona. İlki, sevdiğim yönetmenlerden Tom Tykwer'ın: Drei.



İkincisi, ailecek sevdiğimiz Paul Giamatti'nin rol aldığı: Win Win

21 Temmuz 2011 Perşembe

cc bokları

Son sözü söylemezse ölecek hastalığı epeyce bulaşıcı sanırım. Özellikle basiretsiz yöneticilerde görülüyor. Böyle saçma sapan işler yaparken, açıklayıcı brief vermeyi beceremezken pratik zekadan bahsederler misal. Telefonla ya da yüz yüze görüşmenin önemini, peş peşe attıkları zırva öğüt maillerinde anlatmaya kasarlar. Zekayı bulsam birinizde bayram edeceğim zaten, pratik olsun olmasın...



Büyük/kurumsal şirketlerde çalışma (şansı bulanlar / kısmetsizliğini yaşayanlar) bilirler, bu işyerlerindeki her bok, cc ve bcc ile iletilir. Mail trafiği ya da mail savaşları… Zamanında 1 metre ötemde oturan bir salak, “Bir şey konuşmam lazım seninle, kahve içelim mi?” demek için 3 mail atmıştı bana, sonra da “Maillerine bakmıyorsun galiba!” diye arıza bir mail daha atmıştı gerizekalı! İşim gücüm var, gözüm posta kutumda değil demek ki!

Tüm yöneticilerine durumu bildirmezse ölecek hastalığı olan ispiyoncular ile Allaaam ben demiştim ama bak o yapmamııış’çılar kol kola girer böyle yerlerde. Söz uçup yazı kalacağından, bunlar kazımak isteyerek işin bokunu çıkarır, bütün şirketi cc’ye koyarak 20-30 mail yazabilirler peş peşe.

Zira o deli (!) yoğunluklarında, dünyayı kurtarma savaşları esnasında nasıl oluyorsa bu dijital laf sokma silsilesine fırsat bulabilirler. Ortalığı karıştırıp sinirleri zıplattıktan sonra “Ok, bence sorun yok” yazarlar mesela. Ay ne cicisin sen öyle! Ya da bol cc’li ayarı yiyip sonra sadece size mail atıp "Ama öyle değil de böyleydi, şöyle oldu yan yattı çamura battı" diye  bık bık gıdaklamaya devam edebilirler.

Gelip iki dakika yanına söylese ya da masa telefonundan arasa çözülecek mevzu ama, yook olmaaaz, o zaman tadı çıkmaz ki. Çünkü işin zevki, ismini bile bilmediğin adamların isimlerini cc’de görerek ağız dalaşına dahil edilmek, akabinde reply all ile bu zılgıt rüzgarına kapılıp ayarın alasını topuna vermektir. OK olsun, smiley olsun o son söz, mutlaka onlar tarafından edilmelidir. Uykuları kaçar yoksa. "La bi git, işim gücüm var" tuşu olsa, direkt basacağım. Zilyon tane ibiş cc’de misal, bir açılacak mail; koca bir NAH işareti. Ömrümü yediniz la cc bokları, la bi gidin!

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Yuva yapmak üzerine

Necati gülümse!

Evlilik hazırlıkları, koşuşturmacalı bir süreç. Bir muamma. Bir heyecan fırtınası, telaş kumkuması bazen… Evlenmek; bir yastıkta kocamak, bir kanepede buruşmak, bir minderi çökertmek nefis. Ya öncesi? Keşke insanların yuva yapması da kuşlarınki kadar kolay olsa... İki tüy, bir dal, acık çalı çırpı...

Güzel telaşlar bunlar gerçi. Ama soğukkanlı ve sakin olmak, en güzeli. Havaların sıcaklığı cinnet riskini artırıyor kafi derecede, burada yüreği ayran aşı gibi ferah ve de serin tutun. 

Evi tuttunuz diyelim… Duvarlar ne renk olsun, perdeler hangi tonda olsun, kim neye uysun? Fayanslar pandalı mı olsun koalalı mı? Ya koltuklar? Köşe? Kenar? Peki ya masa? Sandalye denen şey ne pahalıymış la! Oy oy…

Bu hengamede ev işleri biraz durulur gibi oluyor; hemmen davetiye ve nikah şekeri telaşı yetişiyor. Lavanta mı badem mi, at mı eşek mi? Kafaya tek tek düşen leblebiler gibi üşüşüyor bunlar insanın zihnine. Böyle upuzun bir katar gibi.

Bitmiyoor. Tam biter gibi oluyor, "Oy bi rahat nefes alak la" derken, hoop yok gelinlik, yok duvak, pabuç, çiçek, böcek… Saç, makyaj... Düğün nasıl olsun? Nikaha kim gelsin? Ya balayı? Kimi der Bali, kimi der Tayland. Hiçbiri çekmiyor ilgimi bu beylik yerlerden.

- Nalan, Nalan iyi misin? Dur bi kolonya koklatayım.
* Mahmut, Mahmut… Perdeler koltukla uydu mu, sandalye masaya kıydı mı, mikser beni çarptı mı, çamaşır makinesi banyoya sığdı mı?

İşin ilginci, herkesin her konuda en nadide fikirlere sahip olması… Herkes bir dekoratör, iç mimar yeminle. Perdeler somon, koltuklar leylak olmalı; o ona bu buna uymalı, kalanı öbürüne göz kırpmalı da bilmem ne... Valla sizin de evinizi göresim var, bakalım böyle ahkam kestiğiniz gibi mi dekore ettiniz? Sanırsın Como Gölü’nün kenarındaki villasının dekorasyonundan bahsediyor!

Yahu ev dediğin içinde senin ve sevgilinin kendini mutlu, rahat, huzurlu hissettiği yerdir. Yuva onlarla olur, bardakla çanakla değil. Ne perdelerin süsü, ne koltuğun püskülü…  Mühim olan içindekilerin gülen yüzü! (kafiyeye gel)

Hele böyle evlenince tek taş, 3. yılda 3 taş, 5. yılda 5 taş, ebeninkinde tam tur... Manyak mısınız? Bu ne pırlanta çılgınlığı? Kendinizi bunlarla mı değerli hissediyorsunuz?

Gençler, böyle tuzaklara düşmeyin! Lütfen ama!

Evet, mühim olan evin içindekiler ve orada yaşananlardır bana göre. Peeh! Ben tıkıyorum kulakları, açıyorum vericiyi sevdiceğe doğru. Onunla ikimiz nasıl istersek öyle yapıyoruz. Gerisi vız tırıs... Yardım etmek isteyenlere çok teşekkür ediyor, yanacıklarından öpüyorum. Sağolun var olun... Türk milleti evlenirken komple heyecan yapıyor, uzaktan görüyorum. Zincirleme reaksiyon. Dürt beni, dürteyim seni. Oysa gelinle damat takılıyor işte, sakin sakin; mis.

Yanımda oturan arkadaş, "Bülent Ersoy yine evleniyormuş yahu!" diye isyan etti. Hem de 19 yaşındaymış müstakbel damat. Kürdan yaparlar onu maazallah! Bilmiyorum uyandığımda yanımda görsem bu ulu şahsiyeti,  kekeme olurdum herhal... (Asparagas diyorlar, bak günahını aldık şimdi durduk yerde)

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Dilek Ağacı ve Mardinli çocuklar

Dün güne güzel başladık. Sabah, peşimize takılan kocaman köpekten korkup ağaca tırmanmaya çalışan yavru kediye bakkaldan mama alıp yemesini keyifle izledik.  Ama günü daha güzel bir şekilde bitirdik. Bir çocuğu mutlu etmeye çalışarak...


Capitol, güzel bir proje başlatmış 4 Temmuz'da. Capitol Dilek Ağacı adlı bu sosyal proje için Mardin'e gidilmiş,  ilkokul ya da ana sınıfına giden çocukların dilekleri sorulmuş ve bu dilekler toplanıp küçücük zarfların içinde Capitol'ün 1. katındaki kocaman bir elma ağacına asılmış.
Çocukların kimi oyuncak bebekle oyuncak araba; kimi kitapla elbise; kimi de bisiklet, fotoğraf makinesi istemiş...

Dallara uzanıp bu zarflardan birini seçiyorsunuz, seçtiğiniz çocuğun 3 dileğinden kesenize uygununu alıp ağacın olduğu yerdeki standa getiriyorsunuz. Capitol de bunları sizin için paketliyor ve Eylül sonunda Mardinli çocuklara teslim ediyor.

İsterseniz internetten de çocukları seçip dilediği hediyeyi alabiliyorsunuz. Böylece zarf seçmeden, hangi çocuğun ne ihtiyacı var, size hangisi uygun; görebilirsiniz. Merak edenler, çocukların fotoğraflarını da görebilir. Aynı zarftan 2 tane var, size seçtiğiniz zarfın biri veriliyor; öbür eşi de gerçekleştirilen dilekler belli olsun diye ağacın üst dallarına asılıyor. Proje 15 Eylül'e kadar devam edecek.

Sevgilimle gittik, benim şansıma (fotoğrafı da olmayan) bir oğlan çocuğu çıktı. Oyuncak araba istemiş. Ana sınıfında olduğu için dileğini öğretmeni yazmış. Sevgilime çıkan kız çocuğu ise 7 yaşındaymış ve kendi el yazısıyla "Barbiye" bebek istediğini yazmış.

Hemen yukarıdaki oyuncakçıya gittik, kocaman bir Barbie bebekle iki de güzel oyuncak araba aldık. Görevliye teslim ettik, bize minik madalya gibi bir şeyle bir de kurdeleli teşekkür belgesi verdiler. "Bir çocuğun dileğini gerçekleştirip onu mutlu ettiğiniz için teşekkür ederiz" diyerek...

Siz de Mardinli bir çocuğun dileğini gerçekleştirip onu mutlu edebilirsiniz. Ağaçta kalan dilekler mi? O çocuklar boynu bükük bırakılmıyor elbette. Kalanları Capitol yönetimi tamamlayacak :) Ha unutmadan, hediye teslim  edildikten sonra seçtiğiniz çocuk bir de size kendi elceğiziyle teşekkür mektubu yazacakmış.

Bu proje hoşunuza gittiyse devamını getirebilir, www.kardesinisec.com'a bir göz atabilirsiniz diyecektim kiiii, siteye uzun zamandır ulaşılamadığını öğrendim. Yetkililer! Kimse bununla ilgilenmiyor mu?

Dilek ağacına dönecek olursak...

Capitol'ün sitesinden de dilek gerçekleştirebilirsiniz.

Facebook sayfası için

Twitter sayfası

Dilek zarflarıyla dolu koca bir ağaç var karşınızda. Seçin birini, Mardinli 1500 çocuktan birinin dileğini de siz gerçekleştirin!

12 Temmuz 2011 Salı

Mad World

Bu şarkıların içinde hissediyorum bazen kendimi...

"Donnie Darko" soundtrack'inden:



"Girl Interrupted" soundtrack'inden:

Göreceksin kendini

Severim bu şarkıyı.





Orijinaller, her zaman daha iyidir.

10 Temmuz 2011 Pazar

Barney's Version

Güzel bir film izledik akşam yemeği için dışarı çıkmadan önce. Komedi gibi başlayıp dram olarak devam eden, romantik komedi gibi görünen ama aralarda polisiye öğeler bile olan, roman uyarlaması Barney's Version.

Bu filmden sonra, tuhaf biri gibi görünse de Paul Giamatti'yi sevdiğimden emin oldum. Sideways, American Splendor, Man on the Moon... derken sempatimi kazandı Marge Simpson'ı andıran ses tonuna rağmen...

Neyse, filme dönersek... Hüzün, mutluluk gibi bir sürü duyguyu peşpeşe hissettiren film güzel bir aşkın varlığına inandırıyor, sonra her şeyin nasıl da bozulabileceğini yüzümüze vuruyor, akabinde hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, "kötü" sandığın birinin "iyi" olabileceğini gözümüze sokuyor. Bira adamın hayatının farklı dönemlerine bakıyoruz. Nasıl aşık olduğuna, "o" kadın için neler yaptığına, yaptığı hatalara, fedakarlıklara, elinde olmayanlara...

Aralardaki Leonard Cohen şarkıları da pek yakışmış. Müziklerindeki Ella Fitzgerald, Miles Davis de gülümsetiyor. Nefis göl, orman manzaları hele... Ama en güzel sürpriz Dustin Hoffman ve başroldeki Roma! Rosamund Pise ise çok cool.

Vallaha da spoiler:

Miriam: I want one thing from you.
Barny: Anything.
Miriam: Don't answer "anything". Because it's not real, and life is real. It's made up of little things: Minutes and hours and errands and naps and routine! And that has to be enough. After you've done to pursue me, how can i ever trust you?
Barney: that's a reasonable question.

Buyrun fragman.


Buyrun website

Pazar rehaveti

Sıcak bir pazar. Dünkü koşuşturmadan sonra hedef, sakinlik... Sabah erkenden dışarıda yapılan nefis Van kahvaltısı, gazete keyfi. Pavorotti ile Bob Dylan çalan bir yer, püfür püfür de esiyor. Peşinden Türk kahvesi ve içinde sakızla ikram edilen su. (Pek hoşuma gitti.) Daha millet Moda'ya akın ederken, bitirilmiş kahvaltının peşinden eve varış... 

Oğlanlar serin bir köşede miskin uykularına daldılar bile. Öğle yemeği kavun-peynir, mis. Bu deli öğlen sıcağında dışarıda dolanmak için deli olmak lazım.



Severek okuduğum kitaplardan birini aldım elime. Son Mektup/Bir Aşk Hikayesi, Andre Gorz.

"Yakında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum."

Güzel bir kitap, hoş bir hayat hikayesi... Sarsıcı. Yazmak, hele mektup yazmak çok romantik bir şey bana kalırsa. Unutulup yok olmaması için kendi adıma elimden geleni yapmaya çalıştığım bir şey. Bunlardan bahsetmişken, aklıma sevdiğim başka bir kitap geldi: Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler? Darian Leader

Bence yazın ve de gönderin. Ne gerek var ki kasmaya? Yazmak, acayip bir rahatlama, iç dökme sağlıyor. Göndermek, cesaret isteyen ikinci kısım.

Sevgili, tepeden toplanmış saçlarıyla bilgisayar başında. Ben, göbeğimde laptop ile kanepede. Obi totoşu yatakta, Yoda bezgini kolumdan kalkıp yerleştiği ayakucumda...


Bu arada, Lada Niva ile İzmir'den yola çıkıp Moğalistan'a gitmeyi hedefleyen dostlar Emre ile Kerem'e bol şans. Yolunuz açık olsun!

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Temmuz sıkıntısı mı ne ki bu

 

Ofistekilerle öğle yemeği için dışarı bir çıkışımızda, bu pastoral pozları veren kediyi görmüştüm. Masanın yanındaki havuzun orda konuşlanmıştı. Serin serin... Sarsaktı biraz ama fotojenik de sayılırdı hani. Yazın işyerine katlanmak daha da zorlaşıyor. Bu havada ofiste olunur mu, olunmaz; olunmamalı! Sevimsiz bir durum. Öğlenleri bir yerlere kaçabilmek, durumu biraz daha katlanılır kılıyor sanırım.

Hani böyle yazın öğle vaktidir, hava çok sıcaktır, sokaklarda kimse yoktur ve ezan okunuyordur tam o esnada. Bu sahne, hep öğle uykusuna yatmak istemeyen çocuk psikolojisi yaratıyor bende. Dışarı çıksan çıkılmaz, yatsan yatılmaz, televizyonda bir şey yoktur... İşte bu, yaz mevsimlerinde yaşanan büyük şehirlerin sevimsizliğidir.

O an bir sahil kasabasında olmalısındır. Ya denizde, ya serin bahçedeki hamakta... Elinde serin bir limonata olmalıdır sonra, öbür elinde de güzel bir kitap. Perde uçuşmalıdır, güzel bir müzik gelmelidir içeriden. Kediler ise gardırop tepesinde değil de, çimenlerin üstünde uzanmalıdır kuyruklarını keyifle sallayarak. Neyse ki telaşe azalınca, tatil vakti de gelecek.


7 Temmuz 2011 Perşembe

'Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger'

Radikal Kitap'tan...

Dedikodu değil, bir dehanın yaşamöyküsü


'Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger', yazarın beyninin kıvrımlarında dolaşıyor. Kenneth Slawenski, Salinger'ın üstün körü bildiğimiz hayatını, medya tarafından bize aktarılan çarpık imajı silerek adımlıyor

"J. D. Salinger bir başyapıt yazdı: Çavdar Tarlasında Çocuklar. Ve okurlara bir kitabı beğenirlerse kitabın yazarını aramalarını tavsiye etti ve sonraki yirmi yılını telefonlarını açmadan geçirdi. “
John Updike, 1974

Bir yazarın adını duyduğunuzda ilk olarak ne gelir aklınıza? Yazarın görünüşü mü? Kitapları, kitap kapakları mı? Yarattığı hikâyeler, karakterler mi yoksa? Yoksa yazarın hayatına ya da dünyaya bakışına dair bir şeyler mi? Söz konusu yazar Jerome David Salinger’sa, aklınıza Holden Caulfield’in, Seymour Glass’in, Franny’nin, Zooey’in, Esmé’nin; yani yarattığı olağanüstü gerçek karakterlerin geleceği kesin. Onları yazardan çok daha fazla tanıdığımızı itiraf etmemiz gerekir. Çünkü Salinger, karakterlerinin ve hikâyelerinin önüne geçebilecek hiçbir bilgi vermedi okura yaşamı boyunca. Okurla yazı üzerinden iletişim kurmak istedi hep, ötesi onun için fazlaydı, gereksizdi ve rahatsız ediciydi. Bu yüzden kaçabildiği kadar kaçacaktı kendi şöhretinden.


Ama hangi alanda ve nasıl olduğu önemli değildir, ünlüler dünyası için hep aynı kural işler: Ne kadar kaçarsan, o kadar kovalanırsın. Bir kez ünlendiysen, o sondan kaçış yoktur; gazeteciler ellerinde fotoğraf makineleriyle kovalayacaklardır seni. Şimdilerde tanıdık olduğumuz bu manzara, 1950’lerde de pek farklı değildi. ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ gibi bir başyapıt yaratan Salinger, ölümüne kadar hep kaçtı gazetelerden. O gizlendikçe, daha çok merak edildi hayatı, merak edildikçe gizlendi. Bu yüzden hep tetikte ve sıkkınmış aslında. Bu dünya, pek de rahat bırakmamış onu.

Yalnızca hikâye konuşsun
‘Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger’, yazarın ilk kapsamlı yaşamöyküsü ve çok daha fazlası; edebi bir inceleme ve aynı zamanda bir anma. Bir retrospektif aslında. Ve en önemlisi de, yazarın yaşamı boyunca sakındığı şeyleri, magazinsel bir yaklaşımla öylece ortalığa saçmıyor; onun yaşamına dokunuyor dokunmasına ama özenle korumaya çalıştığı özel yaşantısını da ezip geçmiyor. Skandallarla, olaylarla, aşkları, ilişkileri, zaaflarıyla son dakika magazin haberi gibi anlatmıyor. Aksine, tam da Salinger okuruna hitap ediyor yaşamöyküsü, onun dehasını enine boyuna inceliyor, yarattığı karakterlerle, hikâyelerle bağlantılarını işaret ediyor. Perdelerin arkasından gizli gizli evinin içini gözetlemiyor, beyninin kıvrımlarında dolaşıyor Salinger’ın.


Salinger’ın hayatı boyunca aradığı ve ölümünden sonra bile bulamadığı bir şey varsa, o da özel hayatına saygı gösterilmesiydi. ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı yazdıktan sonra hayatı belki de onun asla tahmin edemediği bir şekilde değişmişti. Yaşamı boyunca sadelikten yana atmıştı adımlarını Salinger. Kitap kapaklarında bile sadelik istemişti ve sırf bu yüzden bile az tartışmamıştı yayınevleriyle. Herkes sussun, her şey sussun, kitap kapakları, yayınevleri, reklam kampanyaları, eleştirmen yorumları, kitap tanıtımları, kitabın yazarının özel hayatı, yaşamöyküsü... Hepsi sussun ve yalnızca hikâye konuşsun istiyordu. Yalnızca yazılan karakterler konuşsun. Yazı bundan başka hiçbir şey olamazdı onun için. Ve işte bu yüzden de daha da zordu işi. Çünkü yayınevleri çok satmak ve daha çok satmak için de çok süslemek istiyordu. Üstelik kendini edebiyat dünyasına kabul ettirmesi de öyle kolay olmamıştı. Çok sancılı ret cevapları almıştı pek çok kez dergilerden. Uzun süre bu dünyada kendine de yer açmaya uğraşmış, ardından gelen şöhretle bambaşka bir dünyanın ve bambaşka uğraşların içinde bulmuştu kendini.

Bir cinayet ve Salinger
8 Aralık 1980 akşamı, Mark David Chapman, John Lennon’u öldürdü ve kaldırım kenarına oturup sakin bir halde, ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı okumaya başladı. Daha sonra ifadesinde cinayeti kitap yüzünden işlediğini de söyleyecekti. Salinger, bir yazar olarak, gizemiyle yeterince (ve hiç de istemediği kadar) sansasyoneldi zaten, kitabı da bu skandalla anılacaktı. Kendinin bile önüne geçmediği hikâyesi bir cinayetin orta yerinde başkahramanlarından biriydi, artık.


Sonra davalar... Son yıllarına kadar bir türlü son bulmayan davalar. O kaçtıkça, adeta içine çekildiği mahkemeler. Salinger’ın mücadelesi maalesef asla sona ermeyecek, hayatının neredeyse hiçbir döneminde huzura eremeyecekti. 27 Ocak 2010’da öldüğünde ardından kocaman övgü metinleri yazılmış, onun bu dünya için ne kadar ‘fazla’ bir yazar olduğundan bolca bahsedilmiş olabilir. Ama ölümünün ardından bile annesiyle, kendisiyle, evlilikleriyle, çocuklarıyla, kısacası hayatındaki ayrıntılarla ilgili tuhaf haberler ‘patlamaya’ devam etti. Öyküleri, kendisinin hiçbir zaman izin vermeyeceği kapaklarla ve derlemelerle yayımlanmaya başladı. Medya bir ahtapot gibi sarılmıştı ölümüne. İşte bu yüzden tüm okurları bilirler ki, Salinger delicesine düşkündü mahremiyetine, biraz huysuzdu, yayınevleriyle başı dertteydi ve pek de insan canlısı değildi. Kimse neden insanlardan kaçtığını, neden bu denli huysuz olduğunu anlayamamıştı bugüne kadar. Kötüleyen dedikodulardan öteye gidemedi kişiliğine dair söylenenler.

İşte tüm bunların arasında, Salinger’ın karşısında saygıyla eğilen ama bir o kadar da kapsamlı bir yaşamöyküsü okumak hayal gibi aslında. ‘Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger’ın yazarı Kenneth Slawenski her şeyden önce oldukça sadık bir Salinger okuru. Hatta her şey böyle başlamış. 2004’te www.deadcaulfields.com isimli internet sitesini kurup yönetmeye başlamış. Ve burada yalnızca ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’a değil, yazarın yayımlanmış ya da yayımlanmamış bütün öykülerine yer vermiş Slawenski. Yaptığı araştırmalarla Salinger’ın öyküleriyle ilgili makaleler yazan yazar, yedi yıllık yoğun bir çalışmanın sonrasında ortaya çıkarmış bu yaşamöyküsünü.

Niyeti salt sığ bir biyografi yazmak olmadığı için edebi incelemelerle tek tek öykülerinin derinine inmiş yazar. Ünlü olduğu zamandan değil, çocukluğundan başlamış Salinger’ın dehasını okumaya, hikâyelerinin ve karakterlerinin derin incelemeleriyle de devam etmiş anlatmaya. İşte tam da bu yüzden, Salinger’ın hayatına yön veren en önemli dönemi; yazarlık hayatını baştan sona etkisi altına alan ve kitaplarını karakterize eden askerlik yıllarının da kapsamlı bir okumasını yapmış Slawenski. Cephede geçen uzun ve zorlu günlerinden, inzivaya çekildiği olgunluk zamanlarına kadar, yaşamının yazısına etki eden her ayrıntısı mevcut bu yaşamöyküsünde.

Bir huysuzun öyküsü
Salinger’ın üstün körü bildiğimiz hayatını, onunla savaş halindeki medya tarafından bize aktarılan çarpık imajı silerek derinlemesine adımlıyor Kenneth Slawenski. Bir kitabıyla tarihe geçen olağanüstü bir yazar üzerinden dürüstlüğümüzü de sorguluyor. Kitap ilerledikçe, yaşamı boyunca ona verdiğimiz rahatsızlığı hissedeceksiniz iliklerinizde. Salinger’ın kasvetli hayatının sıkıntısı sizin de içinize dolacak ve üstelik bu sıkıntıda bir payınız varmış gibi suçlu hissedeceksiniz. Çünkü, o sıkıntıda gerçekten de payınız var. Yazarı ilahlaştıran ve onun hayatının kendisine ait olduğunu sanan, ona tecavüz eden okuyucu tavrı değil mi medyanın onun üzerine bu denli gitmesine sebep olan esas şey?

Son zamanlarında yazdıklarını yayımlamanın bile özel hayatının ihlali anlamına geldiğini düşünmeye başlayan, tüm dünya tarafından köşeye sıkıştırılmış huysuz bir dehanın öyküsü bu. Ama okurla yazarın dedikodusunu yapmak yerine, okuru sorgulayan bir öykü. Hep daha fazlasını merak eden okurların ve onlara bir şeyler sunmak adına kim bilir kimleri köşeye sıkıştıran medyanın riyakarlığını çarpıyor yüzünüze ve diyor ki: “Tüm hüznü ve kusurlarıyla Salinger’ın yaşamını incelemek bizi, yaşamlarımızı yeniden değerlendirmekle, bağlantılarımızı gözden geçirmekle ve dürüstlüğümüzü ölçmekle yükümlü kılar.”

Cinema Paradiso







Güzel film, güzel müzikler...

Küçükken


Doğum gününüz kutlu olsun :)

Tutunamayanlar'ın sesi



Ne kadar ürkek sesi... Kendini anlatırken bile tedirgin gibi sanki.


"Onlar utansın sonuçtan" diye kestirip attı. "Hangi onlar Selim?" dedim. "Onlar işte" dedi. "Onlar canım." "Onlar, onlar, onlar." "Öyle ya," dedim. "Onlar. Yani biz değil."

***

''When i was a little child
Bir yokluktu ankara
Aprés moi dull and wild
Town ne oldu que sera''

4 Temmuz 2011 Pazartesi

One Love?

Yıldönümünün nefis sosu, sürpriz ve bir de hafta sonunu kaplayan Efes Pilsen One Love Festival oldu. Çimlerde serilip izledik bu kez, pek nefismiş hem gökyüzünü hem sahneyi izlemek. Yorulmadan, koşuşturmadan...

Tabii ki her festivalin olmazsa olmazı kımıl kımıllar, yine yerlerinde duramadılar. Sürekli bir kıpırdanma, yer değiştirme, bir yerlere yetişme telaşı ve bitmeyen göç hali. Festival seferileri! Santralistanbul festival için gayet güzel mekan olmuş, bir sürü yiyecek/içecek seçeneği vardı, oturacak yer çoktu.

İlk gün favorilerim; Büyük Ev Ablukada, Nneka ve Manic Street Preachers... 123 de fena değildi. Büyük Ev Ablukada, "diyabetik" sırayla anons edildi Berkun Oya tarafından ve acayip eğlendiler. "Ooo, kayış koptu kaptan, oooo balık koktu baştan" :)





Daha önce canlı dinlemiştim headliner grupları, lakin günün güzel sürprizi Nneka idi. Nijerya asıllı bir Alman. Dişi Ben Harper misali bir abla. Macy Gray tadı da var. Müziği güzel, kendisi sevimli. Vagabonds in power! Kendisiyle ilgili ayrıntılı bilgi için.





Happy Mondays kakafonisinden sonra ise Manic Street Preachers ilaç gibi geldi.



İkinci gün daha kalabalık bir kadroyla gölgedeki çimlerde, akabinde minderde yerimizi aldık. Sade ve Neşeli Milis'le başladık. Sade detoneydi, Neşeli Milis ise isimlerinin Melis olarak akıllarda kalma endişesiyle indi sahneden. Reggae ve funk, popüler olmuş yurdum grupları arasında, onu fark ettim.

Milislerin peşinden Cake çıktı, eğlencelilerdi yine. Ve benim yeniden dinleyecek olmanın heyacanıyla beklediğim Editors! Yine diyorum bak, Tom Smith'in nefis bir sesi var ve Editors, Interpol'ü döver :)



Ve kapanış, Suede. Filmstar, Lazy... Güzeldi.  Duygulandım... Brett Anderson yine çılgın danslarını sergiledi, ter içinde kaldı. Bir festival de böyle bitti.



2 Temmuz 2011 Cumartesi

Acı, yangın...

Onca insana acımadılar, merhamet etmediler. Gözyaşını bile kursağında bıraktılar sevdiklerinin... Bu utancı bırakıp gittiler.