27 Şubat 2011 Pazar

Şimdi özetler

Kendimde markete gidecek kadar güç bulunca çıktım dışarı. 2 gazete, Pringles ve Toblerone aldım. Hafta sonu ekleri ve abur cubur iyi gelir bazen. Bugünlük boşverelim detoks zırvalarına. Serotonin şartsa, çikolata haktır.

Biraz olsun iyi geldi. Bir kolumda Obi, diğerinde Yoda, göbeğimde laptop... Zor yazıyorum.



Hafta sonu ekleri bazen pek kof oluyor, insanı tatmin etmiyor. Bugünküler fena değildi.

Hürriyet Pazar'da Ayşe Arman'ın ses (!) getirecek muhafazakar yüzlerle röportajından çok, arka sayfadaki Faruk Bildirici'nin Zeki Demirkubuz röportajını sevdim. Sonuçta muhafazakarların sevişmediğini düşünmüyorduk zaten hiçbirimiz. Dindar, dinci farkı. Muta nikahı saçmalığı zaten yeterince zavallıca. Neyse, Demirkubuz diyorduk... 

Beğenir ya da beğenmezsiniz, bana kalırsa çok başarılı bir yönetmen Zeki Demirkubuz. İyi filmler çekti. Tarzı ve dili sade, sinematografisi güçlü. Bazı konulardaki tavrına da saygı duyuyorum. Seyirciye saygısını festivallerde smokin giymek yerine iyi filmler çekerek gösteriyor. (Fularlı işgüzara duyurulur.) En azından samimiyetsiz ve gösterişçi değil. Net ve dürüst. "İtiraf" ve "Masumiyet"i sevmiştim. "Masumiyet"i daha çok. Hayali Karamazof Kardeşler'i çekmekmiş.

Kenize Murad röportajı da fena değildi. Osmanlı hanedanından, yazar, prensesliği ise Hintli babasından geliyor. Enteresan bir hayat olsa gerek. Dolu dolu ve fırtınalı cinsinden.

Bu gece Oscar gecesi, pek heyecanlı. Tahminleri alalım?

Gelelim Milliyet Pazar'a. Mehmet Tez'in köşesini genelde keyifle okuyorum. Bugün de Libya'daki karışıklığı, ordaki liderlerin oğullarına doğumgünlerinde milyon dolarlık konserler veren Beyonce gibi şarkıcıların da kaygıyla (!) izlediğini yazmış. Oartalık karıştı, artık öyle partiler hayal oldu. E ne oldu sanatçı duyarlılığına? Cukkaları cebe indirirken diktatör demiyorsunuz değil mi? Bu arada dandik bir pop albümü almak yerine, aynı paraya İskender yemek bana da cazip gelirdi doğrusu.

Milliyet, yasaklanan kitapları kuponla dağıtacakmış. Bak, bu da ilginç. Zamanında bu listedeki "Darağacında 3 Fidan"ı okumuştum ve içim acımıştı. Suç ve Ceza ile Don Kişot'un yasaklandığını bilmiyordum. Kitaplığımda hem Doğan Kardeş, hem de Kazım Taşkent Klasik Kitaplar dizisi versiyonu duruyor. Tehlikeli (!) imiş bir zamanlar.

Şu sihirbaz (!) çocuk Aref'in ODTÜ'den arkadalarıyla yapılmış bir röportaj var bir de. Fasaryadan, geçtim. Bir başlıkta gördüm, kız arkadaşına elinden alev çıkarmış, sonra o alev güle dönüşmüş. Vaay, iyi numara.

Özcan Deniz film çekmiş, hem de romantik komedi. Hmm. "Zoru seçtim, patlama sahnesi yerine aşk hikayesi çektim" demiş. Çok zorlanmış hakkaten. Kaç gündür her yerde pompalanıyor. "Filmde Kubrick'e selam yolladım" demiş, eminim rahmetli de elini böğrüne bastırıp "Eyvallah gardaş" diyerek almıştır selamını. Mahsun Kırmızıgül ise "1 milyon yapar kardaş!" demiş. İşi kapmış abiler. Eskiden biri türkücülükte değil sinemada para var dese, gülerdik. Korkum, Nihat Doğan'ın da bu furyaya katılması.

Dizüstü edebiyat'ın son mahsulü Pinkfreud röportajı da vardı. Zayıf bir röportajdı ve klişe şeyler sorulmuş. "Babanız kızdı mı, Pucca ile kavgalı mısınız?" vs. Gerçi bu seriden de ne beklemeli bilmiyorum. Ben bir tanesini karıştırdım şöyle bir Ankara dönüşü otobüste, kitap için harcanan ağaçlara acıdım. 

Pucca bu furyadan yeterince nasiplendi, pink  abla da eminim çok derin şeyler yazmıştır ama sonuçta kimse çıtır çerezden öte bir şeyler de beklemiyordur zaten. Konusu ne ki kitabın? HBBO, bu işten vazgeçmekle akıllılık etti bence. Blogunda yazdıkları gibi bir şey yazamamak da var kitapta. Ve herkes bekliyor "Ee bakalım bu ne yumurtlayacak?" diye. 

İlk başta öngörülen naiflikten uzak işler çıktı bence ortaya. Sen çaldın ben çalmadım mevzusu da tuz biber. Bakalım, ileriki günlerde neler olacak? Biri yüzünü göstermezken diğeri gizeme boşveren pozlar verdi, biri yayınevinden ayrılıp kendisinden sonrakini hırsızlıkla suçlarken işler kızışacak gibi. Twitter yazarlığından kitaba. İlginç bir yol vesselam.

İlber Ortaylı bazı baskıcı liderlerle şımarık oğullarını yazmış. Aslında çok da uzağa gitmesine gerek yoktu.

Başka? Erbakan ölmüş. Eh, mukedderat...

Neyse, özetler bitti. Şimdi banyo ve akabinde Behzat Ç. zamanı.

Pazar pesimisti

Hayat, pazar günleri daha sevimsiz ya da yavaş geçiyor sanki. Sevgilimle, dostumla ve annemle konuştum, televizyonda İspanya'yı anlatan bir program var -Aş Kendini-(Hmm, Yahya Kemal'in Madrid büyükelçiliği yaptığını bilmiyordum), kedilerim mutlu mesut kucağımda uyuyor ama yine de kendimi buruk hissediyorum. Sufle'yi okusam iyi gelir mi? Dün akşam başladım. Gerçi şu an gerçeğinden olsaydı şöyle sıcak sıcak, ne güzel olurdu...

Gün reglatör ile başlar, üstüne bir de teknolojik lanet eklenirse olacağı bu.



Bir yandan da düşünüyorum, hayat büyüdükçe boktanlaşan bir şey mi diye. Herkesin başına tuhaf, kötü (ya da aslında olağan) şeyler geliyor. Üzülüyoruz. Alışıyoruz da ister istemez. Aslında hepimizin başına gelebilecek ama gelmeyeceğini sandığımız şeyler bunlar. Kabullenmesi zor sadece. Hastalıklar, sevdiklerimizi kaybetme fikri, sürekli dibe ittirdiğimiz bir korku.

Büyüdükçe dertler büyüyüp değişiyor gibi. Çocukken daha kolaydı sanki her şey, gençken biraz daha hafif. Umursamazlığın hafifliği... Artan sorumluluk, ilerleyen yaş ve daralan zaman, ceplere birer çakıltaşı daha ekliyor sanki.

Oysa bazen sadece anneme, sevgilime, dostuma, kedilerime sarılmak bile iyi hissettirip tüm tatsızlıkları unutturuyor. Susayım en iyisi burada. Dostuma mektup yazmaya devam edeyim...

Bunu dinleyesim geldi bir de şu an.

25 Şubat 2011 Cuma

Bazen, bazıları...

Bir zamanlar kaybıyla beni çok üzmüş, ölümü içime kıymıklar batırmış bir'i için bir arkadaşım "Amaan, ne kadardır tanıyordun ki? Hem çok üzmüştü seni." deyip beni dehşete sürüklemiş, dostum ise bu yorum üzerine "Bir insanı sevmek için uzun süre geçmesi gerektiğini düşünenler gidip de analarını sevsin" demişti.

Analarımızı sevelim o ayrı, ama an'lar önemlidir bir insanı tanımak ve sevmek için. Paylaşılanlar kafidir. İki kişi arasında geçen o ufak ve güzel şeyler biriktirilir zihinde. Öyle uzuuun yıllar yıllar geçmesi, bir şeylerin pişip dibinin tutması da gerekmez.

Lale Müldür sanki böyle durumlar için yazmış aşağıdakini:

"bazen ama bir insanla bir şey olur
kısa süren bir şey
iki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi
bazı insanlarla
yıllarca görüşsen de
bir şey olmaz."

Günlerin Köpüğü

“Okuduğum en acayip kitap hangisiydi?” diye düşündüm biraz önce. (Evet, ofiste çok sıkılınca böyle şeyler düşünüyorum ben. Çantamdaki kitabı açıp ayaklarımı da masama uzatarak kitap okumak istiyorum bazen.) Güzel, sürükleyici, heyecanlı vs değil; acayip, ilginç. Ve sanırım cevap Boris Vian’ın “Günlerin Köpüğü”. Şaşırtıcıydı. Sürprizliydi.




Nasıl bir kitap ki bu; akciğerinde nilüfer çiçeği büyüyen ve bu yüzden su içemeyen sevgili, hastalığın üzüntüsüyle küçülüp daralan bir ev, alçalan tavan ve her şeyden nefisi, piyonokteyl. Farklı şarkılar çalarken her notasındaki gizli içkilerle farklı kokteyller yapan piyano!
Vian’ın caz tutkusu meşhur, ama bu icat inanılmaz. Nasıl bir düş gücü… Bir de ayrıntılarıyla anlatılmış yemek tarifleri. Evde “Ne pişirsem?” diye düşünürken çeşmeden gelen yayın balığını yakalamak ilginç olabilirdi. “Fareler gündüz gürültü yapmaz ve yalnız koridorda oynarlardı.”Ama kedi varken, ev hayvanı (arkadaşı?) olarak fare almayayım ben, kalsın…

Boris Vian şarkıları dinlemek için...


Çok sevmiştim ama kitabın ayrıntılarının hafızamda silikleştiğini fark ettim şimdi. Okumalı yeniden.

“Kimse bizi görmüyor artık!” dedi Colin.

Enjoy the Ride

Günün şarkısı Morcheeba'dan gelsin:

24 Şubat 2011 Perşembe

Bey ve Hanım...

Can Yücel'den. Çok güzel. Duygulandıran cinsten...

"Seneler geçsin, sen beni bil, ben seni bileyim istiyorum.
Benim olduğu kadar dostlarının,
Dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum.
Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım.
Yaşayalım ki, öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı. 
Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız.
Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız.
Öyle ki, yalnız sıkılmak sıkmalı bizi.
Güzel günlerimizi, evimizde bir şişe şarap ve pijamalarımızla kutlamalıyız.
Ya da bazen dostlarla ucuz biralar içerek...
Böylece yaşamalıyız işte.
Sonra çocuğumuz olmalı,
Düşünsene, senin ve benim olan bir canlı.
Geceleri ağladıkça sırayla susturmalıyız.
Sen arada mızıkçılık yapmalısın ve ben söylenerek almalıyım sıranı.
Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım, söylenerek yumurta kırmalısın.
Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılıp yatmalıyız.
Zaman su gibi akıp giderken, herşey yaşanmış bir hayatımız olmalı.
Herşeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden mutlu da olsa, kötü de olsa, 
Yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı.
Saçlara düşünce aklar ya da gidince aklar, çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehirden.
Kavgasız, her sabah cinayetle uyanılmayan, sessiz bir yere gitmeliyiz.
Geceleri balkonda denizi seyredip sandalyelerimizde sallanmalıyız.
Eve gelip benden kahve istemelisin.
Çocuklar gelmeli ziyaretimize, geçmişteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız.
Ben 'Bey' demeliyim sana, sen de 'Hanım'.
Öyle sevmelisin ki beni, bu yazdıklarım korkutmamalı seni.
Tebessümler açtırmalı yüzünde.
Bir gün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde.
Birbirimizi sevmenin gururu olmalı herşeyde...."

Can Yücel

Gezsem, görsem, yesem



Yukarıdaki Prag fotoğrafını görünce şurada, yollara düşmeyi ne kadar özlediğimi fark ettim. Prag'a da pek tesadüfi şekilde gitmiş, çok da beğenmiştim. Nefes almak için yapmayı sevdiğim iki şeyden biri yazmak, biri yola düşmek. İkincisine pek fırsat olmadı ne zamandır. Özledim.

Yazmanın uzantısı olarak mektupları, renkli defterleri, dolmakalemleri, kalem kutuları, daktiloları da çok severim. Gezmek insana harita, pusula ya da bavulu çağrıştırsa da, harita okumayı pek becerebildiğim söylenemez. Seyahat, belki kartpostal olabilir benim için. 1-2 satır da olsa sevdiklere yazıp gönderilen… Belki sizin dönüşünüzden sonra ulaşacak ona, olsun.



Seyahatte yapılan edilen şeylerin, gidilen yerlerin minik anıları, kırpıntıları biriktirilir sonra. Küçük küçük hatıralar, hediyeler... Açıp baktıkça oralara götürür yeniden. Bir de renkli buzdolabı magnet’leri çağrıştırır seyahati belki. Bazen buzdolabı kapağına bakmak bile gezme isteğini körükler. Abartanı da çok, o ayrı.

Bilmediğin ve yeni adım attığın bir yerde geçirdiğin ilk anlar, gördüğün ama hiç tanımadığın insanlarla sohbet etmek; tadının nasıl olacağını bilmeden tattığın bir yemeğin ilk lokması gibi heyecanlı. Sürprizli. Dilin üzerinde pıtırdayan patlayan şeker gibi. Nereye gitmeli? Neyle gitmeli? Tren? Tramvay? En güzeli yürümek. Peki nereleri gezmeli? Planlı gezmektense sokaklarında kaybolmalı… Şu köşedeki küçük kafede oturup güzel bir şeyler yiyip bir kahve içmeli belki. Sokağın ucundaki minik kitapçı dükkanını karıştırmalı. Sonra belki güzel bir müze? Kenarda köşede kalmış minik yerleri keşfetmeli… Evet, yola düşme vakti. Gelmiş.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çikobella


Çikolatanın ne kadar nefis bir şey olduğunu düşündüm sabah sabah. Nefis. Leziz. Enfes. Hastasıyım. Böyle (alttaki gibi) blogları takip et, ondan sonra git Bakkalmatik'ten Toblerone'la Damak ye. Neyse, ona da şükür.

http://cafefernando.com/turkce/valrhona-cikolata/?utm_source=feedburner&utm_medium=feed&utm_campaign=Feed%3A+cafefernandotr+%28Cafe+Fernando+-+T%C3%BCrk%C3%A7e%29

Keşke çikolata yapma kurslarından birine gitsem bir gün... Nefis olmaz mı? Eğlenceli olacağı kesin. Oy oy...


'Chocolate' filmi geldi yine aklıma, ne leziz filmdi. Her açıdan. Abla bana sorsa "Favorin hangisi?" diye, "O, bu, şu, ötedeki, berideki; hepsi!" derdim sanırım. Antraktta çikolata diye büfeye koşmuş idim, bir firma sponsor olaydı da, çikolata dağıtaydı; fena mı olurdu?


Misal şöyle aşağıdaki gibi bir şey olsa salonda, hayır demem ben.


Dipnot: Bu arada en üstteki görseli bulduğum Vintage Posters blogu pek güzelmiş. İçlerinde bildiğimiz klasikler de var.




22 Şubat 2011 Salı

Hallelujah

Ofise geldim. Tiplerden biri, kredi kartından kart aidatı kesen Garanti Bankası'yla telefonda kavga ediyordu (ki genelde bir şeylerle kavga halindedir kendisi), diğerleri de Alef diye mi ne sihirbaz bir çocuk varmış, onun sırrını tartışıyordu. Kesin bir üçkağıt varmış o işte vs vs... bla bla... Hararetle tartışıyorlar. Neredeyse atomu parçalayan bir ciddiyetle. Ben de "N'aapıyorsunuz siz?" diyorum içimden yüzlerine karşı. Anlamıyorlar haliyle.

Bir anda ne bu konularla, ne de bunlardan bahseden kişilerle zerre kadar ilgilenmediğimi fark ediyorum. Umrumda değil hiçbiri. Tanımıyor gibiyim onları. Onların da beni tanıdığını sanmıyorum. Bu sabah yolumu şaşırıp da buraya gelmiş gibiyim. Yanlışlıkla... Tuhaf. Sanki uzay mekiğim buraya inmiş. Hey ofisteki eblehler, dost muyum, bilmem. Size değilim sanırım.


Canım, Jeff Buckley dinlemek istedi. Dinleyeyim o halde, 'Eternal Life' ile başladım. Peşinden 'Everybody Here Wants You' geldi. Ve sonra 'Hallelujah'...




Paul Auster'ın en son 'Brooklyn Çılgınlıkları'nı okumuştum galiba, sevmiştim de. Severim zaten kendisini. Böyle bir heyecan kumkuması, gizem düğümlemesi filan... Ama 'Sunset Park' pek parlak değil sanırım, Fermina Daza öyle demiş, hiç bulaşmasam; anılarımda iyi kalsa Paul... İyi yazarların kötü kitapları beni üzüyor.

Evdeki eski laptop çökünce stumbleupon'dan uzak kaldım, oysa pek enteresan şeylerle karşılaşıyordum sayesinde. Neyse...

Bu arada Obi'yi dinleyip 'Sufle'den başlasaydım keşke okumaya, MM imzalı 'Kibrit Çöpleri' pek sarmadı. Bir zamanlar EB için "Telefonla konuşurken oraya buraya yaptığı karalamaları bile kitap olarak çıkarıyor neredeyse" derdik, o lafı hatırlattı nedense bana.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Pazartesi marşı



"today seems like a good day, to burn a bridge or two
the one with the old wood creaking that would burn away right on cue
i try to be not like that, but some people really suck
some people need to get the axing, chalk it up to bad luck
i know a drugstore cowgirl so afraid of getting bored
she's always runnin' from something, so many things ignored
i might do that stuff if it didn't make me feel like shit
i'm on some old reality tip, so many trips in it


beautiful disaster
flying down the street again
i tried to keep up
you wore me out and left me ate up
now i wish you all the luck
you're a butterfly in the wind without a
ca-a-a-a-a-a-a-are
a pretty train crash to me and i can't
ca-a-a-a-a-a-a-are
i do, i don't, whatever
i know a drugstore cowgirl so afraid of getting bored
she's always runnin' from something, so many things ignored
i try to be not like this, but i thought it'd make a good song
there's nothing to see shows over, people just move along


beautiful disaster
flying down the street again
i tried to keep up
you wore me out and left me ate up
now i wish you all the luck
you're a butterfly in the wind without a
ca-a-a-a-a-a-a-are
a pretty train crash to me and i can't
ca-a-a-a-a-a-a-are
i do, i don't, whatever"

20 Şubat 2011 Pazar

Pazartesi geliyor galiba

O değil de, hafta sonu da bitti. Güzeldi müzeldi ama geçti işte. Annenin evde yemek pişirmesi, kenarda köşede kalan işlere girişmesi dışında gezdik dolandık. Nefis kahvaltı, gazete keyfi ettik; kuzen geldi, yemek-çay, yağmurda Cadde'de yürüyüp alışveriş vs, sahlep içtik. Oh. Kestane şekeri yedim ben.

Remzi Kitabevi'nde daldım, çıkasım gelmedi. İstediğim birkaç kitap gelmemiş. Murathan Mungan'ın 'Kibrit Çöpleri'ni aldım. Bir de kitap ekinde eleştirisini okuduğum, Aslı E. Perker'in 'Sufle'sini. İsmi pek iştah açıcı geldi, ne yalan söyleyeyim... Bayılırım sufleye. Anneme de Ayşe Kulin'in iki yeni kitabını. 'Hayat'. Öbürü de 'Hüzün'. Seviyor bu kadını. Alıyorum ben de.

Obi, Sufle'yi beğendi galiba. "Ondan başla" der gibi geldi bana.


Şimdi de Behzat Ç. izliyorum. Angaralı polis Behzat. Sevdim kendisini. İstanbul'a gelince ilk iş Taksim'e gitmelerine, meşhur ıslak hamburgeri beğenmeyip kurusunu istemelerine, kaşarlı dürüme gıcık olmalarına güldüm. Ağzı bozuk filan ama samimi adam bu Behzat. Severim antikahraman abileri. Harbi olurlar. Böyle kaybeden filan ama, dobra, babacan... Bip bip'leri tahmin etmek de eğlenceli oluyor, gerçi ezberledim artık.

Neyse, banyo mayıştırdı; sütümü içip yatayım ben.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Kedili, Çengelköy'lü cumartesi...

Güneşli, anneli, kuzulu...


Dur sen duur, daha ne atraksiyonlar edeceğim mırk!

Kızın yerine oturduğu yetmedi, uyudu kaldı orda.
Çaycılar aralarında şakalaştı, "Abi şu sandalyedekine bir çay" diye.
Ehm, uyku mahmuruyum. Aç mıyım yoksa? Bilemedim.
Birazdan kafayı masaya koyacak bu maskeli Zorro.

Huysuzum, evet.

Naletim de biraz. Hrr...

Panter bile olabilirim, Çengel panteri.
Çıkması iyiydi de, inmesi...
Ehm, bu açıdan da çek.
Bu evi yıkacaklar abla, yıkmasınlar.
Horrrr... Zzzz... Mırrr...

18 Şubat 2011 Cuma

Sürprizler...

güzeldir, gülümsetir... Gülümsedim ben de bu akşam. Hem de kocaman :)

Eve geliyorum, yatağın üstünde kocaman beyaz bir buket çiçek...



Önünde de çok güzel bir karikatür; kedili, çiçekli, kuzulu.


Gülümsemeyip de n'apayım ben şimdi?

17 Şubat 2011 Perşembe

Dünya kudurmuş

Şabalak bir gündü sanki. Ofis curcuna. Kafam kazan. Havadisler acayip.

Bir yanda "Dekolte giyene tecavüz edilir" abuklamasını yapan tek çeker, öte yanda kurbağayı taciz eden pis (?) şempanze, akabinde arkadaşın regl olan köpeği... Çok acayip. N'oluyor yahu! Gazete okumasam ne olur diye düşünmeye başladım. Gazete okumasam ekşi sözlük var gerçi, tuhaf başlıklar almış başını gidiyor yine.

Işıkları kapatıp evceğizime gideyim ben en iyisi. Bu ne be? Evde de kudurmuş oğlan kediler var gerçi, bulsak helal süt yalamışından iki kedi... Neyse, sakin bir akşam olsun.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Çarşamba The Veils'e dolanır

Bu sabah bu şarkıyı söyleyerek uyandım neredeyse, bütün yol boyunca da bunu dinledim. Elimi çekemedim reply düğmesinden. Pek hisli bence...

"I wonder where the junkies go to die
Were you a friend our just some passer by
Because lately it feels like I might need some time
If you want me then you've found me
With time out of mind
Lately I've wondered how many eyes there are in mine
Because if this aint real then what's the point in trying
And lately it feels like I might need some time
If you want me then you've found me
With time out of mind
Darling I wonder how many signs you'll find tonight
That we all know it's the longest ties that bind
And still lately it feels like I might need some time
If you want me then you've found me
With time out of mind
I'm the nowhere man
And I'm nowhere now but where I stand
If you want me then you've found me
With time out of mind"




Peşinden de "'Cause it's a small town and it misses you my love" sözünü böğrüme vuran "The tide that left and never came back" gelsin...

"I'm sick from the city
It burns in my side
The ships that are leaving
Shine so bright in the nightime
And though my memory's fading
It's still you that I find
If only you could stay and,
Not leave me behind
The tide that left and never came back
Is on my mind tonight
'Cause it's a small town
And it misses you my love
The tide that left and never came back
Is on my mind tonight
'Cause it's a small town
And it misses you my love
Don't fall into all
Those sad stories you write
Your voice is so pretty
When it gets caught in the right rhyme
And though memories fade
It's still you I find
If only you could stay and,
Not leave me behind
The tide that left and never came back
Is on my mind tonight
'Cause it's a small town
And it misses you my love
The tide that left and never came back
Is on my mind tonight
'Cause it's a small town
And it misses you my love
It's a small, dead, broken town
And it misses you my love"

15 Şubat 2011 Salı

The Time Is Now

Eğlenceli şarkı... Roisin abla, yine gel İstanbul'a.


Moloko - The Time Is Now

The Veils 2. kez karşımızda

Bu adamların şarkılarını seviyoruz. Sevdik. Albümlerinin tümü de, Fermina Daza sağolsun, ipod'da mevcut. Geçen seneki konserleri güzeldi. İstanbul'a ilk gelişleriydi, bir heyecan, Finn oğlanda ekstra bir mahcubiyet filan...

Bu seferki de güzeldi, fena değildi. Ama daha iyi olabilirdi. Zira bu seferkinde sevmediğim, Babylon'un ses düzeniydi. Gitarla davul, akabinde Finn'in vokali kulaklarımızla beynimizde patladı. Bildiğin sağırdık çıktığımızda, kulağımızda "zın zın" sesler... Yazık, davulcunun da doğum günüymüş, ama garibim "Davulun sesini kısın" diye el kol etmekten helak oldu, unutmaz artık bu doğum gününü. Bir pasta bile kesmediler hem, ayıp.

Kulaklara tecavüzü kınıyorum!


Neyse, aylağın vizöründen hisli oğlan Finn'e bakalım biraz:





Yine bekleriz... Eh, başlayalım The Veils dinlemeye bu Salı gününde.

Yay

Mangal keyfi
Home sweet home
Sote yer buldum, oh, grr, mrr...

14 Şubat 2011 Pazartesi

14 Şubat mıı?

Pazartesi... Seni bir tatille değiştirmeyi ne kadar çok istedim şu an.

Hafta sonu güzeldi. Öncesindeki rakı sofrasında ve The Veils konserinde eğlendik ama Babylon'un ses düzeni fenaydı. Pazar da bol uyku, nefis kahvaltı, sohbet-muhabbet, dostları yolcu ediş, akabinde kuzu ve kedüklerle mayış, gazete keyfi... Oğlanlar ev kalabalık olunca pek mutlu oldu; gır gır, gur gur, o kucaktan öbürüne... İskoç tasmalarını sevdiler ama alışmakta zorlandılar biraz.

Ve gelelim günün anlam ve ehemmiyetine... Daha doğrusu zorlama önemine. Sevgililer Günü... Benim için hiçbir zaman önem taşımadı. Şimdi de taşımıyor, çünkü sevgilime hediye almak için Şubat'ın 14'ünü beklemiyorum, beklemedim. Aklıma geldikçe, daha doğrusu "Aa, bunu sever. Tam ona göreymiş bu" diye düşündüğüm bir şey gördükçe alırım ben. Severim hediye almayı da, vermeyi de.

Ama küçük ve güzel sürprizler yapmak varken, herkesin farklı bir şey bulmak için kıvrandığı, her yerde "Sevgilinize hediye alın!" anonslarının yapıldığı, insanların resmen içine itilip zorlandığı bir şeye katılmak hiç eğlenceli değil. Beklenti içine girmek sıkıcı bir şey. Börekçi vitrininde de kırmızı kalpler var, doncu vitrininde de; manavlarda bile olabilir... Poposuna karanfil sokulmuş bir koyunun asılı olduğu kasap vitrininde bile "Sevgilinize ciğer alın, ciğerinizin bir parçası olduğunu bilsin" sloganı görsem, şaşırmam.

Günün şarkısı, bugün Babylon'da olacak Macy Gray'den gelsin:



Şimdi ortalığı, üzerine silikondan çiy damlaları yapılmış kırmızı plastik güller, patileri arasında kırmızı kalp tutan oyuncak ayılar, "I love you" diyen sinir bozucu peluş maymunlar sarmıştır. Gerçekten pek orijinal. Lakin hiiç işim olmaz.  



Neyse, böyle kutlamayayım, kutlayana da mani olmayayım. Benim için sevgilimin yanımda olması ve benim için pişireceği güzel bir yemek, izleyeceğimiz güzel bir film kafi.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Oh Cumartesi!

Cumartesi güzel başladı. Sabah erkenden kalkıp Haydarpaşa Garı'na gittim. Ankara'dan gelen arkadaşlarımı karşıladım. Yemek Vagonu uykusuzları... Nefis kara dobileri Koko'yu getirmemişler, benim Arap azmanlarla idare edecekler artık. İlk karşılaşmaları nasıl olacak merak ettim, kaçıracağım ne yazık ki. Ayrıca neden yımışak klozet kapağımızı yedi oğlanlar, anlamıyorum, yedikleri önlerinde, içmedikleri arkalarında. Ayıp yani. Bir ara sert klozet kapağı almak gerekecek, bulursam köpek desenli alacağım ki, dişlemesinler. Kıymaya çevirmişler eşşekler, rende gibi olmuş klozet kapağı, neyse.

Haydarpaşa'da nostalji yaptıktan sonra dooğru Moda. Güzel bir kahvaltı, akabinde home sweet home. Onlar kedilerle eğleşip istirahat etsin, biz de birkaç ufak işimizi halledelim. Sonra hep beraberiz nasılsa, kısa bir mola.
Program hazır: Robert Mapplethorpe, peşinden (bizim için 2. baskı olsa da) Frida & Diego ve Rus ressamları, akşama da The Veils... Allahım ne kadar san'at dolu bir gün!


Geçen sene 27 Şubat'taki The Veils konserine gittiğimizde ikimizin de hayatları çok farklıydı aslında. Arkadaşıma doğumgünü hediyemdi konser, çok eğlenmiştik. Çıkışta bir de temizinden afiş yürütmüştüm kendisine. Nefis! Yaklaşık 1 yıl önceydi tüm bunlar. Ben sevgilimi tanımamıştım daha, o da kocası olacak kişiden bihaberdi; şimdi ise evliler. Hayat çok acayip. İyi şeyler olacağını hissetmiş miydik? Belki de. Bilmem. 2 The Veils konseri arasında neler olmuş neler... Tek başımıza 2 idik 4 olduk; Koko ile oğlanları da ekle; etti 7! Güzel rakam  :) Severiz.

Şimdi arkadaşın trende yazdığı mektubu okuyorum, pek eğlendim. Kahkahalarla güldüm hatta. 2 aylık evli ve ben buna inanmakta hala zorluk çekiyorum bazen. Nikah gününün her anında yanında olmaktan ötürü mutluyum. Bunu asla kaçıramazdım. Gördüğüm en grunge gelindi öte yandan, uu havalı!

Mektup meselesini düşününce, 20 yılda ne çok mektup yazıp gönderdik birbirimize. Evlerimiz yakındı, bazen posta kutularımıza attık, bazen okulda çaktırmadan çantamıza bıraktık. Çok şey paylaştık o kağıtların üzerinde. Kıymetliler çok. Pek sevdiğim güzel teneke kutularda saklıyorum onları.

İnsanların posta kutularında faturalardan ve pizzacı/pideci/sucu vs flyer'ından başka bir şey bulması çok hoş bir şey bence. Yemişim e-postayı, facebook'u; hepisi yalan. Bir tık'a bakar silinmeleri. Posta kutunda bulduğun mektubun zarfını merakla açıp defalarca okumanın, el yazısının değiştiği yerde heyecanlandığını ya da elinin titrediğini anlamanın, o mektubu yıllarca saklamanın tadı  hangisinde var? Hıh!

Eh, böyleyken böyle. Peki tembelliğimden eser kaldı mı? Hayır. Grip? O da geçmek üzere. Velhasıl, mesudum. Oh, bir de İnci Pastanesi'nde profiterolle Uludağ pastası ısmarlarsam canım arkadaşıma, daha mesut olacağım! E biz de yeriz tabii...

11 Şubat 2011 Cuma

Dream on

Bu sabah, gördüğü rüyayı hatırlamadığını söyleyince sevgili, yıllar önce gördüğüm bir rüya geldi aklıma. Beni korkutması şu sebeptendi, fazla gerçekti! Hala unutamamam, bundan.



Rüyamda kendimi metro istasyonunda yerde yatarken görüyorum. Gece. Ama sanki ben başka biri gibiyim. Etrafta kimsecikler yok. Yerde yatıyorum ve kendimin yanına geldiğimde (ya da kamera geldiğinde, ne bileyim), karnımın kanlar içinde olduğunu görüyorum. Sanırım bıçaklanmışım. Kıvranıyorum ama gıkım çıkmıyor. Bağır, inle, çığlık at; bir şey yap yani! Yok!

Ve o an, çok tuhaf bir şey oluyor, karnımdaki acıyı, kanın dışarı akışını, o ıslak sıcaklığı hissediyorum. Gerçek gibi! Yavaş yavaş enerjim bitiyor, halsizleşiyorum. Çok ama çok acayip bir his... Rüyanın geri kalanını çok da hatırlamıyorum. Yok, yatağa işememişim. Islaklık o değil yani. Hiç bıçaklanmamış biri olarak, o an'ı o kadar gerçekçi hissetmem acayip zaten.

İşin ürkütücü kısmı, bir Japon'la evlenip Japonya'ya yerleşen ve uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşımın, rüyayı görmemden birkaç gün sonra beni aramasıyla başladı. Rüyasında beni gördüğünü, her şeyin yolunda olup olmadığını sordu. Endişelenmiş, belli. "İyiyim, nasıl gördün rüyanda?" Başlıyor anlatmaya.

"Eşimle metrodayız. Vakit gece yarısı. Metro terk edilmiş gibi. Yerde yatan birini görüyoruz. Yaralı gibi. Yanına gidiyoruz, bir bakıyorum sensin! Karnından kanlar akıyor!"  Gulp...

Tırssss! (Burada gerilim filmlerindeki davul sesleri duyulur fonda)

"Sonra seni hastaneye götürüyoruz, ama gelmek istemiyorsun. 'İyiyim ben' deyip duruyorsun. Zorla gidiyoruz. Acil serviste bir bakıyoruz, gitmişsin! Böyle bize yabancı gibiydin. Çok acayipti."

Eh, bundan sonra bir süre metroya binmekte tereddüt edişimi anlamak pek de zor değil!

Bir de sürekli, defalarca gördüğüm ve aklımda yer etmiş bir rüya vardı, o da başka bir yazıya artık... Bugünlük bu kadar esrarengiz cuma sosu yeter.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Çarşamba

Uyku, biraz daha uyku... Bütün isteğim buydu.
Yatarak geçen çarşamba hakkaten çarşafa dolandı.
Üç uyurlar evden çıkmadı.

Bugün 1 hafta olmuş... :(

Gündüz TV izleme

Evde istirahat hali... Sağımda solumda şuruplar, pastiller, C vitaminleri ve burun fısfısları... Kedükler üstümde yatıyor, ben hapşırdıkça yerlerinden zıplayıp kaçıyorlar. Sonra tekrar vaziyet al, mayış. Sevmem sürekli yatma halini, sıkılırım. Ayak bileğimi kırdığımda 3 ay yatmıştım da, delirmeme ramak kalmıştı. Doktorla o kadar antibiyotik için pazarlık ettim, ısrarla rapor yazdı. "Yat dinlen, bu ilaçları kullan, bol sıvı al." Peki. Ihlamur ve tavuk suyuna çorba kürüne devam...

Gündüz kuşağı programları beni daha çok hasta ediyor, dumura gark ediyor, onu anladım. Derya Baykal yünün içinden çıkan silindir kartondan bilezik yaptı demin. Sevgililer günü mantısını göremeden değiştirdim kanalı. İsabet. Ebru Şallı pilates dersindeydi. Değiştir. Seren Serengil evlilik programı sunuyor. İşte bu komikmiş. Absürt bir durum. Bu arada, TNT'yi kaybetmekten ötürü müteessirim. Petek Dinçöz, Mehmet Ali Erbil... Oy oy, kaç!

Ne diyordum, hah, evlilik programları. Seren Serengil eskittiği kocaları halka yapıp boynuna taksa, Masai Mara zürafası az gelir. Bu programda işi ne? Bir yanda bakıyorum, yurdum insanı evlilik için ne hallere düşer olmuş. Koca derdi dağları aşmış. Sorulan ilk soru da "Maaşın ne kadar? Evin var mı?" Bir teyze çıktı, yeminle 80 vardır, zor yürüyor. O da dedi: "Evin var mı?" Teyze senin ne işin var orda? Olsa olsa "Huzur evin var mı?" diye sormalısın sen. Bu yaşta evlenip n'apacaksın? Adam bir  bardak su istese sevabına, kalkıp veremezsin ki. Hesabı şuymuş, adamın evi torunlarına kalsınmış. E ya sen önce gidersen, takma dişlerini mi bırakacaksın adama?

O kadar acayip ki. 21 yaşındaki muhasebeci kız da koca derdinde, 80'lik sütlaç teyze de. Sorular ise aynı: "Maaşın ne kadar, evin var mı?" Çıksa karşına 30'luk bir oğlan, evi var mıdır sence? Benim yok misal. Erkek olup da çıkaydım bu programlara, bulamazmışım bir kısmet. .

Neyse, bakayım kitaplığa... Elbet elime gelir bir şey. Gündüz programı bildiğin elektrik sarfiyatı, beyin hücresi ziyanı...

8 Şubat 2011 Salı

Better than

Bu adamlar gripli bünyeye birebir, demedi deme bak.

İnsanı bu aralar istifa eden edene haldeki, kaçanın canını kurtardığı ofiste kötü kötü dans ettiriyor yani. (İK yöneticisi giderse, gerisi durur mu? İmam-cemaat hesabı)

Ha, dans derken, olabildiğince... 

İki elinle düzeltemezsen dinle

Değiştiremediğimiz tüm şeyler ve daha iyi bir yer yapamadığımız tüm yerler için...
Sevdiğimiz Ben Harper'dan gelsin:



Peşinden bir de Zebra patlatın John Butler Trio'dan; ne Salı sallanır, ne gam kasavet kalır.

Heyecan mı hezeyan mı?

Sallanmayacağını umduğum Salı, yırtılan boğazla ve yatak odası kapımda ağlayan kara oğlanlarla başladı. "Ehm, öhm" nidalarıyla kalktım, ses olmuş Sisi. Oğlanlarla ilgilenip sabah şefkatimi gösterdim kendilerine. Sallan yuvarlan, işe geç kaldım biraz. Gelecek halim de yoktu gerçi... Yolda eski ajanstan bir ablayla karşılaştık, sohbet muhabbet ayak üstü.  

Ofise vardım. Bir heyecan bir hezeyan millette, zam oldu mu olmadı mı? Dün de maaşlar yattı mı yatmadı mı gargarası vardı. Yahu bir sakin olun, terfi eden 2 bıldırcın ortalığı birbirine kattı sevinçten, coşkudan. Heyecanlanmayın bu kadar civcivler, terfi meselesine de bu kadar takılmayın; muavinlikten bi tık yukarı çıksanız bile yapacağınız iş aynı. Nedir yani, topuk boyunuz mu uzuyor? Kime bu afra tafra?

Yıllardır bu sektörde olanlar, güldük geçtik hallerine. Daha küçükler, heyecanlılar; pişecekler zamanla. Sadece mini elbise giyip bir karış topukla salınmaktan fazlasının gerektiğini anlayacaklar. Gazetede, dergide, reklam ajansında çalışsalardı misal; pırlanta yapıştırılmış dişlerine, Chanel oje sürülmüş parmacıklarına acımaz, yere saçılan faksları bile toplatmazlardı bunlara. Bırak haber yazdırmayı, röportaja göndermeyi... Neyse. Ihlamur içeyim ben şöyle sıcağından.

Eski güzel günler hatırına Pearl Jam'den gelsin, severim.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Lö gribella

Domuz, keçi, tavuk, eşek...
Cinsi ne bilemiyorum ama bu geçmeyen, geçer gibi yapıp hortlayan, öldürmeyip süründüren, boğazımı yırtıp burnumu yaralı musluğa çeviren grip halleri sinirimi bozuyor artık.
Yorgun ve bıkkın hissediyorum.

Still

Zamanında Park Orman'da izlemiş idim bu sevimli ablayı, yine geliyormuş. Bakalım...
Ama sırada The Veils var. Göreceğiz, geçen seneki performansından farklı çalıp söyleyecek mi mahçup Finn oğlan...

Ballerina Yoda

Hava güzel, balkon kapısı açık. E noldu, içeri sinek girdi.
Mavlayan avcı Yoda, voz voz takibinde.

 Çağırırsam belki gelir?

Pazartesi olmuş bile

Cuma günü izin alıp düştük yollara... Güzel anne tekiri, başka bir annenin (babaanne?) güzelim bahçesinde toprağın kollarına bıraktık. Başına çuha çiçekleri ekerek.. Eh, ne de olsa kızlar çiçekleri sever, değil mi?

Yol boyunca çeşitli kediler dikkatimizi cezbetti. Bazılarını cebe atıp götürmek istesem de, yapamadık... O'nun yerine (bu kadar çabuk hem de) başka tekir koymak ne mümkün.

Mola yerinde salıncakta yalanan sarılı beyazlı kız, yine aynı yerde salınan sarman, Koçtaş'ta sümbül seçerken karşımıza çıkan yavru tekir... Algıda seçicilik mi? Belki de. Gerçi bizim algı, her daim kedilere açık...

Salıncakta sabah temizliği...
Öyle esneğim ki! Adım Nadya olabilir.


Ee temizlendik o kadar, mama vir?

Mola yeri sarmanı



Boşver prizi, beni al?
 Gitme be?



Eve girdik, yemek vs, sonra aşka gelip hummalı bir çalışmayla sümbülleri saksılarına diktim. Hava zaten nefis, güneş gözüme gözüme giriyor. Toprağı yüklenip balkonda yere çöreklenince, bu çaba oğlanların pek ilgisini çekti. Güneşli havada, bol bol yuvarlandılar balkonda. Arada, ortalığa saçılmış toprağa pati atarak...

Pek bir özlemişler, bütün akşam sarmaş dolaştık. Fular gibi sarıldılar boynuma sağlı-sollu, bırakmadılar. Hep beraber okuduk gazeteleri. Gırıldayan fular, nefis.

Eh, arkadaş kahvesi, hasta teyze ziyareti, ızgarada çipura, kanepede gazete keyfi derken hafta sonu da bitiverdi. Tam toparlanmışken, pazar akşamı hapşırıklarla gripte 2. tura döndüm, bedbahtım...

Yığılmış maillere bakarak, haftaya hazırlanmaya çalışalım bakalım.


Gübre lazım mı, bak sormam bi daha valla.