31 Mayıs 2012 Perşembe

Değişken haller

Mayıs'ın son günü... Hava acayipleşti yine. Bir ara dolu yağdı, sonra güneş açtı, peşinden yağmur; şimdi yine cillop gibi pırıl pırıl. Gündem gibi hava da sapıttı. Hop şöyle hop böyle. Milletçe oltaya mı geliyoruz?

Neyse 31 Mayıs gelmiş, olmuş 999. post; güzel şeylerden bahsedesi geliyor insanın. Ama mümkün olması zor bu gidişle. Haritadan gidecek ülke beğenmeye başlama vakti geldi mi? Öğretmenim, çıkabilir miyiz? Yok yahu, nereye gideceğiz? Hem niye? Pabuç bırakmamalı. Yüreğim daraldı yemin ederim... Ruhum sıkıldı.


Uyurken yan gözle bakan Yoda. Aferin, uyurken bile gözün açık olacak!
Bu zırvalıklara kafam, olmadı ayağım girsin!

Beyinki de bittabi

Gündem siniri ve Spectrum

Bugün evdeyim... Doktor, hastane, biyopsi vs derken bünyedeki teknik aksaklık nedeniyle rapor verdi doktor, istirahat halindeyim. İşe gitmemiş olmaktan memnunum. Dinlenmek istiyorum evimde.

Üstümde polar battaniye, dizimde laptop; facebook, twitter, blog, gazete vs dolanıyorum. Kürtaj, sezaryen tartışmaları... Yaratılan gündemi takip edesim gelmiyor, okudukça/izledikçe/yazdıkça sinirleniyorum. Kadınları düşünmüyor hiç kimse. Kürtajın kolay alınan bir karar olduğunu, fiziksel ya da psikolojik olarak kolay atlatılan, öyle basit bir detay olduğunu sanıyorlar galiba. Adı yumurta olsa da, tavuk yumurtası kadar kolay değil kurtulması...

Atıp tutan bıyıklıgilleri jinekolog  muayenehanesindeki o çatallara tünetmek lazım; bu kadar kolay mıymış atıp tutmak, oyulan içlerine bir takım aletler sokulurken tekrar düşünsünler bu konuyu... Tecavüz sonucu doğan çocuklara bakacakmış devlet. Sokaktakilere, yetimhanedekilere, ıslah evindekilere hakkınca baktılar çünkü... Peki tecavüzden, koca/baba/abi şiddetinden ve töre cinayetinden kurtulamayan kadınlar ne olacak?

Susayım burada, yoksa asla duramayacağım. Herkes yeterince takip ediyordur nasılsa, farkındadır durumun ziyadesiyle...

Müzik ve bir fincan çay, bir de güzel kitap biraz olsun iyi gelebilir belki. İki kedi gırıltısı, bir koca gülümseyişi... Neyse.

Radyo Eksen'den al haberi. Florence and the Machine'in son klibi yayınlanmış: Spectrum.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Eşekli kütüphaneci

Yaptıklarına hayran olduğum, saygı ve takdiri hak eden birisinden söz etmek istedim bugün...



Yıl 1943.
Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. B
izimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.

Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:

“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.”  Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
* Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…


23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.

Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.

İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar:

“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.

Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.

Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.

Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.

Zenith ve Singer’e mektup yazar:

“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti).
Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “Kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.

Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.


Not: Yazıya facebook'ta rastladım ama kaynağını bulamadığım için yazamadım.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Lets get it on

Mutsuzluk üzerine ta ne zaman yazmışım... Aslında aklıma "High Fidelity" kitabı/filmi geldi, yazmış mıydım buraya daha önce diye bakarken gördüm bu postu. Bu film ara ara aklıma geliyor nedense.

Kanat Atkaya da yazılarında sıkça bahsederdi. Sevdiğim filmlerden, aklıma geldikçe izleyesim geliyor. Yok, listeler yapmaya meraklı olduğumdan değil; film komik tespitler içerdiğinden...

Mutsuzluk, insanların içine tek başına düştüğü bir çukur gibi görünse de; ittirenleri de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Doğuştan kaybeden tribindeki her daim mutsuzlardan  bahsetmiyorum. Öbür türlüsü, elle tutulanı; bir sürü tuğlanın üst üste binmesiyle oluşan bir duvarın altında kalmak gibi.

Birçok şey sebep oluyor; insanlar, olaylar, kırgınlıklar, toyluklar, alınganlıklar, vefasızlıklar, kendini yalnız hissetmeler, küskünlükler, saçma sapan haller, anlaşılmazlıklar, anlaşılamamalar vs vs... Ama insan büyüdükçe belki de, o çukura düşmemek, o duvarın altında kalmamak için yollar buluyor kendine. Baş edebiliyor biraz daha. Belki de nasırlaştığı için baş ettiğini sanıyor.

Umursamıyor. Bilmiyorum... Daha az yaralanmak için çabalıyor.  İncinmemeyi öğrenmeye çalışıyor. Çareler arıyor kendince.

Mutsuzluk üzerine düşünmüyorum ne zamandır. Mutsuz da hissetmiyorum eskisi gibi. Tek başına mutlu olmak güzel; ama ikilisi, çift türlüsü de kaymaklı kadayıf gibi. Filmde Laura'nın Rob'a dediği cümle de bunu açıklıyor. Mutlu etmek için de mutlu olmak gerek.

Jack Black'ten gelsin:



Bu da full version.

27 Mayıs 2012 Pazar

Hayalperestler

Sonunda Patti Smith'in "Hayalperestler"ini aldım. Sert kapak ve şömizli. İnce kırmızı kurdele gibi bir de ayracı var. Hoşuma gitti. Domingo Yayınları'ndan çıkmış.

Bu, "Çoluk Çocuk"tan sonra ikinci Patti Smith yolculuğu. Bu kez çocukluk anılarını ve o günlerin çağrışımlarını anlatıyor. Küçük Patti'nin hayalleri ve uçuşan düşünceleri... Arka kapakta şöyle demiş Smith:

"Bu minik kitapta yer alan her şey gerçek; aynen olduğu gibi yazıldı. Onu yazmak ölü toprağını üzerimden çekip aldı; umarım bir ölçüde okurun da içini nedensiz bir neşeyle doldurmayı başarır."

Dolunay


Tasarım: Ben Chen


Kaynak

Pazar pazar

Hava güneşli. Güzel pazar, canım pazar. Deli gibi kahvaltı ettik. Yıllar sonra Nutella girdi eve, hep reglatör yüzünden. Höf.

Biz gazetelere bakıyoruz, oğlanlar camdan kumru kovalıyor; Vedat Milor da Dağıstan mantısı hıngal yiyor Kısıklı'da. Oh...

Günlerden 27 Mayıs, darbe belgeselleri...

Pazar şarkısı da Queen'den.


25 Mayıs 2012 Cuma

Yağmur

Uçaktan çekilmiş yağmur görüntüsü. Çok acayip.


Foto: Tolga Güleç

Luka

Cuma günü geldiği için mutluyum. Bu aralar rutinleşen bir cuma klasiği olarak, tam mesai bitimine yakın gök delindi. Deli bir yağmur... Umursamamaya çalışsam da yorucu bir haftaydı. İşte can sıkıcı detaylar vs... Canımı sıkmamaya karar verdim. Yani öyle yanağıma tokat atana öbür yanağımı filan dönemem ama, daha umursamaz olabilirim.  Bazı insanların ummadığım davranışları ve iş konusunda özellikle. 6'da şalteri kapatıp işi düşünmeme kısmını gün içine de yayabilirim. Çabalarsam bunu yapabilirim. Sonuçta hiçbir şey  insanın beyin hücrelerini öldürmeye değmez. 

Annemin amcası hastaneye kaldırılmış, öğrenir öğrenmez onu ziyarete gittim dün. Kuş gibi yatıyordu hastane yatağında, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Durumu pek iyi değildi. Çok üzüldüm haline. Dilerim iyileşir. 

Halayla karşılaştık hastanede, annemin 90 yaşında olan halasıyla. Hafıza problemi yaşıyordu, ilk kez beni tanıyamadı dün. Kendi de üzüldü beni hatırlayamadığına. Beyi görünce "Aa evlendin mi sen?" filan dedi... Halbuki çok sever beni, her aradığımda sevinir; uzun uzun konuşuruz. Yaşlılık fena... 

Hastane çıkışında bebeği minik doğan arkadaşımı aradım, daha iyiymiş bebek; sevindim. Sağlık ve insanın kendi huzuru her şeyden önemli. Bunu anlamak için gündelik delilikten evimin huzuruna sığınmam gerekiyormuş.

Sırtımda bir sıcaklık oldu, Yoda yine koltuk minderine kıvrılmış. Televizyonda ise hamile bir ayının karnındaki yavruya bakıyorlar ultrasonla. Kendisi bittabi baygın. 

Kapanış da İstanbul'a gelen, lakin kaçırdığımız Suzanne Vega ile olsun. Luka. Severdim.


Don Draper's Home

Mad Men'de Don Draper'ın genç eşiyle yerleştiği, hatta eşinin ona 40. yaş partisi verdiği ev. Manhattan'da.

Şurada gördüm, içindeki kiracının çıkmasını bekliyorum.


It's a hard life

Bu da Quenn'den gelsin. Seviyoruz ailecek.

"It's a hard life
To be true lovers together
To love and live forever in each others hearts
It's a long hard fight
To learn to care for each other
To trust in one another right from the start
When you're in love"


I want love

Cuma şarkısı, Robert Downey Jr hatırına Elton John'dan...


Lingo lingo şişeler

Güzel şişeler, beğendim. Ananem eskiden rakı şişelerine salça yapardı. Ben bunları atmaya kıyamazdım, içine salça da koydurmazdım.

Fotoo

Gezelim

Kedilere de tasma takan, onları da gezdiren varmış. Lakin kedi pek memnun değil halinden gibi geldi bana.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Gaç gaç

Ofise iki ay önce bir çocukcağız başlamıştı. Bizim departman içindeki bir bölüme. Pek sessiz sakin... Daha ben adını öğrenemeden istifa ettiğini duyduk dün.

Dedim buna yeterince eter vermemişler, çabuk ayıldı. Eğer tam etkisini gösterseydi ilaç, basireti bağlanırdı garibin; uyandığında çok geç olurdu. Oğlan uyandı hemen mevzuya, "N'aptım lan ben?" diye arkasına bakmadan kaçıyor. İsabet. Daha yaşı genç, kurtarsın kendini bir an önce.

Beni yine delirten, tepemi attıran, kafamdan dumanlar çıkaran şeyler oldu ama tuhaf bir şekilde yine sabrediyorum. Bilemiyorum neden... Sabır kotamı dolduramamışsınız demek daha. Ha gayret... Ne kadar iş yığarsanız yığın, sabrımı ne kadar test ederseniz edin; saat 18:01'de hala burada, masamdaysam eğer, beni eşşekler kovalasın! Hadi bakalım...

Bugün beni delirten sizler için seçtiğim görsel, hayvanlar aleminden...

Kedi tesellisi

Hoşuma giden şu resmi sessizce bırakıp gideceğim. Halim yok...


Resmin altında şu yazıyordu:
"Sevgisine değecek bir insansanız kedi sizin dostunuz olur, ama köleniz asla."

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Edebi ve leziz

Güzel fotoğraf. Ahşap yazı masasında nefis brownie.  
(Canım brownie istiyor, sufle de olurdu. Gerçi Yaşar Usta'nın cevizli ve kavunlu dondurması süper geldi. İçinden kavun çekirdeği çıkan, gerçek taze ceviz kullanılan dondurma yapıyorlar. Hastasıyız. Bkz. Dondurmacı Yaşar Usta, Bostancı)

Fotoğraf için ise kaynak burası.

Tavanarası güzeldir

Tavanaralarına özel bir sempatim var, evet. İleride tavanarası olan bir evde yaşamak eğlenceli olurdu kanımca.

Kaynak bura.


Summerhouse

Yazlık ev arayanlara bir faydam olsun. Tayland'daymış.

Şurada gördüm, görmez olaydım...


Süslü çakıltaşı

Ahşap boyamadan sonra yeni moda, çakıltaşı boyama...





Dantel modeller enteresanmış lakin.


Puantiye

Siyah beyaz. Puantiye. Klasik. Beğendim. Şurada gördüm.

22 Mayıs 2012 Salı

Rain cat

Gök delindi yine bu akşam...

Eric Barclay

Grafik tasarımcı ve illüstratör Eric Barclay, yiyecek paketlerini elleriyle boyayarak oyuncağa dönüştürmüş. Eğlenceli.



Etsy

Detejrjan kutusundan kedi


Ranjit and his elephant Indira
Nescafe Cat

Kendisinin kedi ilüstrasyonları da hoş.


İtalyan usulü ev

Şahane, yemek yapmaya özendiren bir mutfak... İnsanın salça, reçel yapası gelir.
Şurada gördüm.  İtalya Salina'da bir yazlık evin mutfağıymış.  Diğer kısımları da güzel.



Bir tuhaf rüya

Rüya denilen şey çok acayip. Neyi ifade ettiğini, tam olarak neye karşılık geldiğini asla anlayamayacağız herhalde. Bazen ürkütücü olabiliyor. Dün gece rüyamda sabaha kadar liseden bir arkadaşımı gördüm. Uzun süredir, 15-16 senedir görüşemediğim biri...

En son evlendiğini, bir oğlu olduğunu öğrenmiştim facebook'tan. Yaklaşık bir yıl önce de oğlunu kaybettiğini duyduk. Şok! Kaza mı geçirdi yoksa bir hastalığı mı vardı, öğrenemedik. Sanırım 8-9 yaşlarındaydı çocukcağız. Acayip üzüldük, ne yapacağımızı bilemedik. Arkadaş telefonlarını açmıyordu, mesajlara cevap vermiyordu... Başsağlığı dileyemedik yüz yüze konuşup. Aradan bunca zaman geçti, dün gece rüyamdaydı işte. "Belki de kaybettiği oğlunun yerine bebek geliyordur" diye düşündüm kendi kendime. Ama rüyanın etkisinden de kurtulamadım. Bir tuhaf oldum sabah sabah, kötü hissettim.



Bu sefer dayanamayıp mesaj attım ona. "Sabaha kadar rüyamda gördüm seni, nasılsın, iyi misin?" diye. "Canım, 3 aylık hamileyim; içine doğdu herhalde. Özledim seni, nasılsın?" diye bir cevap geldi. Oh! Çok sevindim, acayip rahatladım. İyi haber duymak iyi geldi.

Dilerim bu kez evladı sağlıkla doğar, büyür; annesi ve babasıyla çok güzel bir hayatı olur. Bunu tüm kalbimle diliyorum. Çok acı şeyler yaşadı çünkü annesiyle babası, insan düşündükçe tüyleri ürperiyor...

Güzel kitaplık

Döne döne okumak için... Beğendim.



Eski merdiven, yeni kitaplık. Bunu da sevdim.

Kaçak göçek

Türkiye, kendi topraklarından yurtdışına kaçırılan eserlerin peşine düşmüştü. Bu konudaki ciddiyetini belirtince, eserleri iade etmeyen ülkeleri de telaş sarmış. Economist ise Türkiye'nin bu tutumunu eleştirmiş.

Almanca öğretmenimize (kendisi Alman'dı, kulakları çınlasın Frau Burr), ergenken çemkirdiğimizi hatırlıyorum. "Götürdünüz Zeus Sunağı'nı ülkenize, çaldınız da bilmem ne" diye. Kadın da sakin sakin "Aman sizde kalsa, ziyan olup gidecekti" demişti. Köylerde tarihi sütunların kahvehane masası yapıldığı düşünülürse (bkz. Aydın Geyre yakınındaki Afrodisias'ın keşfi_Ara Güler) kadın pek de haksız değildi belki de.

Şimdi ise işler kızışıyor. Benim fikrim mi? İşin uzmanları daha iyi bilir ama bence eserler, ait oldukları topraklarda kalmalı.

Radikal'deki haberden bazı bölümleri aynen alıntılıyorum, tümü içinse buyrunuz

Bergama Sunağı'nın kaçırıldığı tarihten bir fotoğraf (solda).
Sunağın Türkiye'deki yerinde ise yeller esiyor (sağda)

Humann: Nasıl kaçırdım?

The Economist’teki makalede Almanya’da bulunan Bergama Zeus Sunağı da yer aldı ve ‘padişahın izniyle’ kaçırıldığı öne sürüldü. Oysa gerçek kaçırılma hikâyesi farklı. 1864 yılında Ege’deki tren yolu inşaatında mühendis olarak çalışmaya gelen Carl Humann bir yıl sonra Bergama akropolünü keşfetti. 1871 yılına kadar yani Osmanlı yönetiminden kazı izni aldığı tarihe kadar Zeus Sunağı’na ait pek çok parçayı Almanya’ya kaçırdı. İzni aldıktan sonra da bu eserleri sanki izin alındıktan sonra götürmüş havası yarattı. Tüm bunları da Berlin Müzesi Heykel Bölümü Müdürü Alexander Conze’ye yazdığı mektupta anlattı. İşte o mektuptan bir bölüm:

“...Şimdi size şöyle bir teklifim var. Bu işin kokusu çıkmadan rölyefleri tepeden aşağı indirteyim. Sağlam sandıklara koyayım ve Dikili’ye taşıtayım. Orada kimse sandıkları İzmir istikametli bir gemiye yükletmemi engellemez. İzmir’de Diran Efendi’yi hemen yoklayıp beni İzmir Limanı’na kontrolsüz sokmalarını sağlarım. Sonra da sandıkları İzmir’de Hollanda veya İngiliz bandıralı bir şilebe yükleyip yollarım. Böylece sandıkları kimse bulamaz. Biz de bunların size altı yıl önce ve geçen sene gönderdiğim rölyeflerden olduğunu söyleriz.”

Osmanlı dava açtı

Troia diğer ismiyle Troya Hazineleri de benzer yöntemlerle kaçırılmıştı. Alman amatör arkeolog Schlieman, bulduğu hazineleri Atina’ya kaçırdı. Kaçakçılığın ortaya çıkmasından birkaç ay sonra Osmanlı Devleti Atina’da 1874 yılında dava açıp eserlerin iadesini talep etti. Ancak dava kaybedildi. Daha sonra temyize gidildi ve Osmanlı haklı bulunarak eserlerin iadesine karar verildi. Schlieman’ın Atina’daki evi arandı ancak eserler kaçırılmıştı. Daha sonra Osmanlı, Schlieman aleyhine 1 milyon Frank’lık tazminat davası açtı. Ancak mahkeme tazminat bedelini 10 bin Frank olarak belirledı. Bu arada Osmanlı Devleti girdiği savaşlar nedeniyle eserlerin peşini bıraktı.

İstediğimiz eserler

ABD’den: Kumluca Eserleri, Herakles Heykeli, Getty Museum ve Lydia Eserleri.
Almanya’dan: Bergama Zeus Sunağı (Müzeyi üstüne yapmışlar, bence mümkün değil), Aphrodisias İhtiyar Balıkçı Heykeli, Konya Beyhekim Camii Mihrabı, Hacı İbrahim Veli Türbesi Sandukası, Troya Hazineleri.
Danimarka’dan: Diyarbakır Müzesi Sfenks Figürini, Akşehir Seydi Mahmut Hayrani Türbesi’ne ait sanduka, Cizre Ulu Cami kapı tokmağı, Nuruosmaniye Kütüphanesi’ne ait Kur’an sayfaları.
Rusya’dan: Troya Hazineleri.
Fransa’dan: II. Selim Türbesi çinileri.
İngiltere’den: Çalıntı Kur’an sayfaları, Victoria&Albert Müzesi’nde bulunan Eros Başı, Samsat Steli, Halikarnas Mozolesi parçaları, Knidos Aslan heykeli.

Saçımı n'apsam?

"Ay yaz geliyor, saçımı nasıl kestirsem?" diyenlere gelsin bu fotoğraf da. Ben sağ üst köşedekini beğendim, Ayşe Arman klasik modeline benziyor. Uu, havalı.

Ne ki bu?

Şu hayvancağızı gördüm sabah sabah internette. Ne olduğu, hangi ülkenin cangılında yaşadığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Gerçek değil de photoshop ile olabilir. Ama pek sevimli.

Sanki boz ayı ile koala münasebetinden mürekkepmiş gibi geldi bana bir an, belki işin içine panda da karışmıştır. Bilemedim. Bilen varsa lütfen söylesin, ailecek meraktayız.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Dr. Detoks Metoks

Osman Müftüoğlu gittikçe Mehmet Öz'e başlamaya başladı. Her yerde. Reklamlarda bu kadar sık çıkması hiç hoş değil bence.  Hekim olarak güvenilirliği sarsan bir şey.

Su içelim mi? İçelim. Hangi marka su içelim? Saçları boyalı doktor söylesin. Lık lık yapsın bize uzaktan, utanıp su şişesine uzanalım hemen. Uyuyalım mı? Uyuyalım. Peki hangi marka yatakta uyuyalım? Onu da aynı doktor söylesin. Uzanıverelim yumuşacık yatağa sereserpe. 

Gazetedeki köşesinden 100 yaşına kadar yaşamanın sırlarını anlatsın sonra. E ama ben çok sıkıldım! Detoks, maydanoz suyu, sirke içmek filan nereye kadar, eninde sonunda saçlar beyazlayacak; o surat kırışacak yani... Mukadderat.

Dali Atomicus


Fotoğraf: Philippe Halsman, 1948

İşte gerçeküstü fotoğraf... Photoshop icat olmamışken üstelik. Fotoğrafın hikayesi için.

Hayal tükkanı

Zanzibar'daki balıkçı tutmazsa, şurada bir yerde çiğ börekçi de açabilirim. Nerede olduğunu bilmiyorum ama sakin bir yere benziyor. Börek de severler diye düşünüyorum. 

Sağdaki beyaz yeri beğendim evet.  Başka ev yok etraftan ama olsun, kadraja girmemiştir.

Hellöğ

Oğlanlar uyuyor, bey çalışıyor. Ben de böyle boş boş oturuyorum. Halim yok pek. İstiyorum ki, ben otururken oğlanlar salondan içeri kafayı uzatıp "Erik yıkadım, yer misin?" filan desin... Yok, anca kıçı devirip horhor uyumak, arada kulakları benim tarafa döndürmek...

Bari ben getireyim eriklerle kayısıları... Çekirdeklerini kafalarına atıp uyandırırım belki.