27 Nisan 2010 Salı

Başarmak ya da başarmamak, işte bütün mesele


"Bir başarının cilası kazındığında, derinden hangi bozgunun çıkacağını kestiremez, bunun genellikle varlığından habersiz yaşarız." demiş Enis Batur. İlginç... Her başarının altında bir hırs, arıza olduğu tezimi destekleyen bir cümle. Bir şeyleri örtmek, başka eksikleri kapamak için mi bu kadar önemli başarı? O yüzden mi herkes başarı diye yanıp tutuşuyor? Kıstası ne peki başarının? Çok para kazanmak? Ünlü olmak? Saygı görmek? Sevilmek? Kimine göre kariyer yapmak, yükselmek de yükselmek, çok para kazanmaktır başarı; kimine göre ise evlenip çocuk yapmak, "Yemişim kariyeri" demektir. Kimine göre hayallerinin peşinden gidip dünyayı gezmektir.  Ama illa da olması için baskı yapılan başarı, takdir edilmek için uydurulmuş, peşinden hırs kovalayan bir insan icadı. Adına da modern zaman denen zamanın icadı hem de. Ardından da kariyer geliyor. Güçlü olmak, sevilmek, sayılmak için. Ezilmemek için. Belki de ezmek? Bilemedim. Sanki.

Gerçek anlamda başarı sayılabilecek neler yaptım hayatımda bilmiyorum. Böyle düşününce birden aklıma gelmiyor. Hangisi benim başarım, hangisi sıradan, normal ve olması gerekendi?  Vasatın üstü değil midir başarı? Yoksa normal olmak mıdır? Düşününce başarı adına çok da değişik bir şey yapmışım gibi gelmiyor. Sıradanmış gibi sanki. 

Bir seçim yapıp "kader" demek kolayımıza geliyor belki de. Bir şekilde seçimlerimizi yaşıyoruz çünkü. Kabullenmek işimize gelmese de. Ne yapsam başarı sayılırdı onu da bilemedim. Yüzlerce kişinin sınavına girdiği ama sadece 10 kişinin alındığı okulu 2.'likle kazanmak? Başarı. Peki. Ya o okula gitmemek? Salaklık belki de. Belki de değil. Seçim. Tercih. Peki doğru mu? Asla bilemeyiz. Filmlerdeki gibi iki son olmuyor işte hayatta, bir yolu seçip gidiyorsun ve diğerinde ne var, ne olabilirdi, hangisi daha iyi asla bilemiyorsun... 

Özetle, kaşığına ne gelirse razı oluyorsun bazen. Bazen kaşıktaki düşüyor, tabağa başka bir kaşık sallaman gerekiyor. Ama başka tabak yok. Yarısı dolu, yarısı boş; idare edeceksin artık.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Pazartesiler ve acıbademler

Esteban, benden sana tavsiye: Yeni bir işe başlarsan, ilk gün kendine çiçek gönder ya da eşe-dosta kendini acındır, onlar göndersin. Çok havalı bir şey yahu! Uuu! Kimseye buraya başladığımı söylemediğim için bu şansımı kaybettim ama, bugün koskoca adama cam leğenle çelenk kadar çiçek gelince kıskandım valla! Kokusu tüm ofisi sardı.


Eve yine iş getirdim, ama birazcık. Bitirip yolladım bile. Nasıl olduysa bugün 6'da çıkmayı başardım. Servis muammasını henüz çözemedim ama olsun. Çok acayip hatta saçma bir sistemleri var. Neyse. Eve gelip dün pişirdiğim nefis yeşil mercimeği yedim. Valla çok güzel olmuş, elime sağlık. Yarın sabah kendi peynirli sandvicimi yapacağım, sabahları yeşil elma acıktırıyor, yağlı poğaça yemek de istemiyorum.

TV'de "Aşk Doktoru" diye bir film açık. Romantik komedi. Will Smith ile Eva Mendes.
Zırva dizilerden iyidir. Ben de mavi çıbıklı pijamalarım ve acıbadem kurabiyelerimle yaymış durumdayım. Bu arada filmde, şimdiye dek gördüğüm en komik dans eden gelinle damat var! Gerçi insan kendi düğününde saçma sapan dans edemeyecekse ne zaman eder di mi?

Sloganı "Hepimiz tatil için çalışmıyor muyuz?" olan tatil sitesi hangisiydi? Kesinlikle çok doğru. Çalışırken iple çekiliyor tatil, kıymetli oluyor. Hem de motivasyon sebebi. Hep boşken tatilin anlamı olmuyor galiba. Tadı damakta kalıyor çalışırken. Bu sene bana yok misal. Bu iş eylülde başlasa fena olmazdı hani.

25 Nisan 2010 Pazar

Somebody

MTV World Stage'de Depeche Mode var. 
Güne bu şarkıyla veda etmek istiyorum.  Martin Gore ve Somebody.


"i want somebody to share
share the rest of my life
share my innermost thoughts
know my intimate details
someone wholl stand by my side
and give me support
and in return
shell get my support
she will listen to me
when i want to speak
about the world we live in
and life in general
though my views may be wrong
they may even be perverted
shell hear me out
and wont easily be converted
to my way of thinking
in fact shell often disagree
but at the end of it all
she will understand me

i want somebody who cares
for me passionately
with every thought and
with every breath
someone wholl help me see things
in a different light
all the things i detest
i will almost like
i dont want to be tied
to anyones strings
im carefully trying to steer clear of
those things
but when im asleep
i want somebody
who will put their arms around me
and kiss me tenderly
though things like this
make me sick
in a case like this
ill get away with it"

Pazar artığı

Bir pazar gününü daha gömmek üzereyiz esteban. Bugün nedense çok çabuk geçti. Yapacağım işler var ya, ondandır. Bir şeyler yedim, gazeteleri okudum, ıvır zıvır derken saat 6'ya gelmiş. Şimdi biraz ofis artıklarını temizleyeyim. Mecburen mecburen, mecburiyetten... Sonrası banyoydu, bakımdı, kıldı yündü, kildi çamurdu, saçtı toynaktı, geçer. Ofis işini bitirdikten sonra kendime yeşil mercimek pişirmeyi planlıyorum, bakalım, kısfmet. Deniz börülcelerinden de ne kum çıktı yahu, bu kaçıncı yıkayışım. 

Bu arada, şu herkesin delice eğlendiği, partili, müzikli Adidas reklamı hoşuma gidiyor, eğlenceli. (TV'de çıkınca, değinmeden edemedim.) 


Pazar günü televizyonda dizi tekrarlarından başka bir şey yok. Sanki çok matah diziler de, hafta içi kaçıranlar hafta sonu da izleyebilsin! Pöh, çok sıkıcı ve yavan!

Gazetede, yaklaşan yazla gittikçe popülerleşen, yazlık mekanlarda da açılan kafe ve kulüplerin sahipleriyle röportaj vardı. Hakkaten "çevrem geniş" diyen herkes kafe açmak istiyor. Özellikle de kocası zengin olan ve iyi yemek yaptığını düşünen sosyetik ablalar ya da arkadaşlarıyla eğleneceği bir mekan sahibi olmak isteyen züppe yeni yetmeler. Sanki kolay iş! 

Ben gitmesini severim bazılarına, kapıda fazla artizlik yapan ve atıyorum bir kolaya 25 TL isteyen ultra sosyetikleriyle de işim olmaz. Rahat edebileceğim, fazla kalabalık ve gürültülü olmayan, yemekleri de güzel yerler benim için ideal. "In" olmaları hiç şart değil. "Out" olmaları daha iyi hatta. Bayılıyorum bu "Bu yaz bizi nereleri bekliyor?" martavallarına, sanki hepsine gidebiliyorsunuz, gitmezseniz incileriniz dökülüyor! Bir heyecan bir heyecan...

Not: Saatler 20.30'a yaklaşırken benden sana iki tavsiye esteban. 

1. Mercimek çok iyi pişmedi diye üzülme, yoğurtla her kötü yemek yenir hale geliyor. Ve "pişmiş aşa su katılmaz" lafını boşver, pişmemiş ama üstünden yenmiş yemeğe bile sıcak su ekleyip altını tekrar yaktığında pişiyor ve afiyetle yeniyor. Annem söyledi, hem tecrübeyle de sabit. Bu yöntemle mercimek enfes oldu.

2. a) Ödevlerini son güne bırakma b) Eve iş getirme. Bence b.

Şair demiş ki

"Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini

Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizim için söylenmiş sanki

Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu,
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi...

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya,
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri"

Cemal Süreya

Dost dost diye

 Yiğit Özgür'den

Dost... Hayatta bulması zor olan, kaybetmekten korkulan insan. 4 harften ötesi. Varlığı rahatlatan. Dinleyen. Anlayan. Paylaşan. Kimi ararım gecenin bir yarısı kendimi çok kötü hissettiğimde ya da kim var "Kendimi çok yalnız hissediyorum, sana çok ihtiyacım var. N'olur hemen gel!" diyebileceğim? Ben onlara şuraya gidelim bunu yapalım dediğimde derdim o aktiviteyi yapmak ya da orasını görmek değil ki, onlarla vakit geçirmek. Ama bunu anlamıyorlar galiba. Ya da ben anlatamıyorum. Herkes yoğun, herkeste bir telaşe. Yoruldum be esteban...

Barış Manço'dan gelsin.

Detoks sohbetleri


NTV'yi açınca sabahları, Osman Müftüoğlu çıkıyor karşıma. Kendisiyle şöyle hayali bir diyalog yaşasak misal canlı yayında, nasıl olur acaba?

Sunucu: Hatta bir izleyicimiz var, merhaba...

Ben: Merhaba, Osman Bey'e bazı sorularım olacaktı.

Osman Bey: Merhaba, buyrun efenim.

B: Osman Bey, ben sabah kahvaltısını danışacaktım size. Ben acıbadem kurabiyesiyle başlıyorum.

O: Ee, pek tavsiye etmiyoruz aslında, peynir domates detoks açısından...

B: Onları da üstüne yiyorum. Hele İzmir tulumuysa kibrit değil, sigara kutusu kadar yiyorum. Kızarttığım ekmekleri de kekikli zeytinyağına banıyorum. Üstüne reçel. Arada yeşil elma yerim ama çok değil, günde 5-6 tane.

O: Hmm, olmadı bu... Peki öğün aralarında, kuru kayısı, ceviz?

B: Evet, alıyorum kuruyemiş kavanozumu yanıma, Antep, Kaju, tuzlu... artk ne fıstık varsa şansıma. Bir bakıyorum, aa bitmiş!

O: Detoks açısından, bunlar çok yağlı...

B: Genelde Toblerone, Damak ve Milka yiyorum, bir kutu bitiyor film izlerken... Bir de Beypazarı kurusu ve ayran, çok yakışıyor valla.

O: Ooo, fena. Egzersiz?

B: Kanepe egzersizlerim var. Bütün hsonunu onunla geçiriyorum, seviyoruz birbirimizi.

O: Hmm, ee, ıı... O zaman bir obezite sorunuyla karşı karşıyayız.

B: Yoo, sadece popom biraz büyük. Ne demişler yemeğin salçalısı, kadının kalçalısı...

S: Eee, küçük bir reklam aramız var.

I started a joke

Bu şarkıyı da severim hani.... FNM yine gelsin, Mike Patton şehr-i İstanbul'u yine şenlendirsin.

Tiksintiden de öte


Geçenlerde duyduğum ve aklıma geldikçe hâlâ midemi buran, boğazımı düğümleyen, sinirlerimi zıplatan bir olaydan bahsetmek istiyorum. Düşündükçe asabım bozuluyor, midem bulanıyor. Mevzunun ayrıntıları burada. İnsanın bu kadar adileşebilececeği başka bir nokta var mıdır, bilemiyorum. Geçen akşam bir arkadaşımla buluştuğumuzda da konuşmuştuk bunu, kanımı donduran bu şeyi yazmaya elim anca varıyor.

Evet, Siirt'teki 7 kız çocuğuna tecavüz konusu. Şehrin tümünü karalamak yanlıştır falan filan, bunlar hikaye. Neden bunca insan sessiz kalıyor? Neden başka milli meselelerde olduğu gibi şehir meydanına toplanmıyor, neden bunun üstünü kedi pisliğini örter gibi kapatıyor, neden "İçimizdeki bu pislikleri en ağır şekilde cezalandırın" demiyor? Şehrin adının kötüye çıkmasını istemiyorsanız, içinizdeki bu iğrenç safrayı bir an önce atmalı, bunların en ağır şekilde cezalandırılmasını sağlamalısınız. Ama kimse elini taşın altına sokmuyor. Sessizlikle örtülmeye çalışılıyor tüm pisliklerin üstü. Yokmuş, olmamış gibi davranır; üç maymunları oynarsak belki unutur herkes. Hiç yaşanmamış gibi olur, dedikodu sanılır. Öyle mi? Bu nasıl bir vahşettir, nasıl bir vicdansızlıktır? (hayvanlık deyip hayvanları aşağılamak istemem)

Neredeyse şehirdeki bütün iğrenç herifler çullanmış çocukların üzerine! 14-70 arasındaki bir sürü azgın yaratık! İki yıl boyunca hem de! Bu çocukların mahvolan hayatları ne olacak, bunların izleri nasıl silinecek beyinlerinden, bedenlerinden? Bu yaratıklar, aralarında esnaf, asker, polis, okulun müdür yardımcısı olan bu mahlukatlar nasıl cezalandırılacak? Bu nasıl iğrenç bir zincirmiş! Rehber öğretmen de sussa, öyle kapanıp gidecekti demek.

Bunlara okuldaki sınıf arkadaşları, öğrenciler de katılıyor. Onlar da nasiplenmek istiyor bu pislikten, ellere şapır şupur bize yarabbi şükür mü diyorlar. İşte onlar gibileri de yetişiyor arkadan; bu durumu haber vereceklerine, onlar da balçığa yanaşıyor. Ne rezilmişsiniz yahu! Ne aşağılıkmışsınız!

Saçma sapan her şeyde çıkıp ortalığa, tepkinizi ölçüsüz şekilde koymasını biliyorsunuz. Linç etmeye kalkıp ortalığı ayağa kaldırıyorsunuz. Ama hayatı kararan çocuklar karşısında bu sessizlik ya da "Kol kırılır yen içinde kalır" mantığı niye? Korkaklar, sessiz kalanlar, bunu sindirebilenler de bu suça ortak! Nüfuz sahibi tipler de var içlerinde diye mi bu sessizlik kalkanı? Onların da çocukları yok mu? Hatırlı kişiler varmış, hatırları batsın! Madem üst düzeydeler, daha büyük cezaya çarptırılmaları gerekir. İbret-i alem olsun diye. Başımızdakiler "Abartmayın" demiş, tabii, abartmayın bu pisliklerin önünü kabartın! Televizyondaki tartışma programlarında bu pisliklerin iğdiş edilmelerini savunanlar var. Kamuoyuna yayın yasağı getirileceğine tam tersine davayla ilgili tüm aşamalar basında çıkmalı. Çıkmalı ki bu rezillik unutulmasın, sünmesin, hasıraltı edilmesin. Hay allah kahretsin be, insanlığından utandırıyorsunuz insanı.

Eski güzel günler

Duymak ve dinlemek



"Şimdi Bach dinliyorum bol bol. İyiyim, ama iş yapmaya alışmış olduğum için biraz sıkılıyorum. Canım işe gitmek istiyor. Kitaplar beni hiç ilgilendirmiyor, canım hiç okumak istemiyor, ama birisi bana okusa, dinlerdim. Her şeyi konuşarak yapmak istiyorum. Konuşarak yazı yazmak, konuşanları dinlemek. Şu sıralar en çok sesleri seviyorum. En çok seslere ihtiyacım var. Müzik veya insan sesleri." diye yazmış Tezer Özlü. 

Bu satırlar o kadar tanıdık ki... Ben yazmışım gibi hissettirdi bir an. Sesler daha yakın oluyor sanki insana. Gözle takip ettiğin cümleler, elinle çevirdiğin sayfalar yetmiyor bazen. Konuşmak ve dinlemek istiyorsun. Duymayı. Duyacak, dinleyecek ya da anlatacak bir şeylerin olmasını... Ne zamandır doğru düzgün bir şey, herhangi bir kitap okuyamıyorum. Bu, canımı sıkıyordu. Ama bir yazar bile böyle hissediyor, kitaplardan ve okumaktan bu kadar uzaklaşabiliyorsa, çok da sıkılmamam lazım sanırım. 

Ayağım kırıkken 3 ay evde yattığımda da, işsiz kalıp aylakken evde kaldığımda da kitaplara gömülürüm, fırsat varken elimin erişmediği kitapları bitiririm sanıyordum ama nedense öyle olmadı ve okumaktan uzaklaştım. Canım hiçbir kitabı elime almak istemedi. Psikolojik bir tepki galiba, bilemiyorum. Yeni ofise götürdüğüm koca kulaklıklarım, Bach ve Vivaldi CD'lerim ise gürültüden uzaklaşıp yazı yazabilmemi sağlıyor. Beni izole etmiş görünmesi çok da umrumda değil. Açık ofiste konsatrasyon, zor iş.

24 Nisan 2010 Cumartesi

The Fall ve evet, sinema sanattır

Hangi kanaldı unuttum, bu yakında The Fall'u verecekmiş yine televizyonda. Bu filmi festivalde izlemiştim ve gösterime girmemişti sonradan. Dev kranda izleyebildiğim için çok sanslı addediyorum kendimi. DVD'si de var bende ama, aynı şey değil. Bu film tablo gibi, perdede izlemek başka bir şey... Frida da, The Fall da tablo gibi eşsiz filmler olarak hafızamda kayıtlı artık. 


Kalbi kırık ve intihara meyilli genç bir dublörün küçük bir kıza anlattığı/uydurduğu hikayelerden oluşan görsel bir şölen. Bir anda fantastik ve renkli bir dünyaya giriş yaparken, hemen ardından gerçek dünyaya döndürüyor. Oyuncular çok başarılı, özellikle Roy ile Alexandria rolündekiler... O bakış, gülüş, ağlayış ve rol yeteneğiyle ikisi de harikaydı. Espriler de gayet dozunda. Filmin en hoş yanı, muhteşem renkleri ve görkemli planlarıydı kanımca. Küçük kız, adama iyilik yapıyorum derken neye sebep olduğunu bilmese de elinden geleni yaptı. Sonrası Roy'un vicdanına kalmış. Dublörlere saygı duruşu ve Charlie Chaplin filmlerine göndermeler de ilginçti. Kısa bir dünya turu sayılabilecek, hiçbir masraftan kaçınılmamış film, tam arşivlik. Genç bir adamla küçük bir kızın arkadaşlığını, fantastik hikayelerle şahane harmanlayan bir seyirlik. Tuhaf ama sevimli bir ikili olmuşlar.

Can havliyle yumurtlayan horoz

Acayip bir haber okudum dünkü gazetede. Buyrun bu da linki. Üşenip de okumayanlara özetlemek gerekirse, bir tilkinin kümesteki bütün tavukları boğazlaması üzerine kümesteki tek horoz, yumurtlamaya başlamış! Zavallıcık, ölü tavuklar arasında kalmış. Bence hermafrodit idi bu hayvancağız, can havliyle içindeki çift cinsiyetten tavuk olan taraf aktif hale geldi. Toskana'ya gidip ordaki bilim adamlarına bunu söylemem lazım!

Travma üzerine böyle bir şey yaptığı söylenen horoz, bilim adamlarınca incelemeye alınmış. Soy sürdürme telaşı. Ama fiziksel olarak bu nasıl mümkün olabilir? Bir horoz nasıl yumurtlar? Kombimin balkondaki bacasını muhabbet yeri olarak belirleyen kumrulara bunu sormak isterdim şahsen. Gur gur, kafamı şişirdiler. Ciyaklayan martılar da cabası. Kuş popülasyonu arttı.  İzmir'deki kumrular da yumurtlamak için annemin balkondalki saksısını uygun görmüştü.

Hafta sonları güzeldir

Hafta sonlarım tekrar anlam kazandığına göre, en iyi şekilde değerlendirmek lazım. Bütün penceleri açıp içeri hava girmesini sağladıktan sonra sıra kahvaltıda. Benim için olmazsa olmazlar: İzmir tulumu, Ezine peyniri, domates, zeytinyağı ve kekik. Bir de bayıldığım reçeller. Annemle anneannemin şeftali, çilek ve ayva reçelleri... Yanlarına duruma göre omlet, krep dahil edilebilir. Çay pek aramam, ama olursa da bergamutlusunu severim. (Misal Lipton Early Grey.)

Evimde bitmemesi gereken abur cuburlar:  Çikolata, acıbadem kurabiyesi, Beypazarı kurusu (bu son ikisini Komşu Fırın başarılı yapıyor), kuruyemiş (fıstık, Kaju Fıstığı, Antep fıstığı)... Ve sonraa gelsin kilolar! Ama en vazgeçilmezi çikolata. Onsuz olmaz. Meyvelerden de yeşil elma. Bittikçe alınmalı. Çok mühim!

Kahvaltıdan sonra sıra gazete-dergi keyfinde... Eklere gömülmenin zamanı. Ardından sahilde yürüyüş... İşle ilgili yapmam gerekenleri pazara bırakmaya karar verdim. Bundan sonra eve iş getirmemek için elimden geleni yapacağım, madem "5 gün çalışıyoruz" dendi, hafta sonlarım benimdir. Çalışmak sadece ofise gelmek değil, aynı işi evde yaptıktan sonra ne anladım ben bu işten?

Televizyonda bir şey olmadığına göre DVD'lere bir göz atalım. Bu 23 Nisan tatilinde keşke bir yerlere kaçabilseydim. Ne bileyim, Bozcaada'ya filan. Neyse, geçmiş olsun. 

Vakit ve para biriktirip gezmek istiyorum. Görmeyi istediğim bir sürü yer var. Şu an görebildiklerim sadece Berlin ve Prag. Sırada Amsterdam, Floransa, Budapeşte, Saraybosna, Barselona, Toskana, Brügge, Porto ve Lizbon... Öncelikle görmek istediğim ülkeler İtalya, İspanya ve Portekiz aslında. Sonra Hollanda, Fransa, Belçika... Bu düşümü gerçekleştirebilecek miyim? Umarım. Gerçekleşmesi için uğraşacağım esteban.

23 Nisan 2010 Cuma

Mutsuzluk

Bazen neredeyse elle tutulacak, gözle görülüp kokusu duyulacak kadar somut hale gelebilen, nefes almayı engelleyebilen hal ve durumdur mutsuzluk... Mutluluğun resmi gibi mutsuzluğunki de çizilebilir mi, bilmiyorum.

Ama birilerine açıklamaya çalışmak, kulp takarcasına gerekçe uydurmaya kasmak anlamsızdır, her zaman nedenlerle gelmez size. Bazen sebepsizdir, durağandır; tavsamasını, geldiği gibi yavaşça gitmesini beklemek gerekir...

Öylece durursunuz geçmesi için, korktuğunuzu anlamasın diye yere bile çömelebilirsiniz...

Bin yıllık arkadaşımın dediği gibi, "Sen kendini mutlu et, birileri mutlaka yanında mutlu olmak ister."Ki "High Fidelity"de geçen

Rob: Seni mutlu etmek için ne yapmam gerekiyordu?
Laura: Senin mutlu olman...

diyaloğuna bakarsak; mutlu etmek için mutlu olmak gerekir kanımca...

Deneyim, experience

"Yaşamın sonuçları hesaplanmamıştır, hesaplanamaz da. Yıllar, günlerin asla bilmediği kadar çok şey öğretir insana.

Bize eşlik eden kişiler, konuşurlar, gelip giderler, bir sürü şeyi tasarlayıp hayata geçirirler ve bütün bunlardan ortaya çıka çıka beklenmedik bir sonuç çıkar: Birey her zaman yanılır.

Birçok şeyi tasarlamıştır, yardımcı olsunlar diye başka insanlara yaklaşmış, bazılarıyla ya da hepsiyle kavga etmiş, çok kereler de aptalca hatalar yapmıştır ve nihayet bir adım atılır; her şey bir miktar ilerlemiştir; ancak birey, her zaman yanılır.

Bir açıdan yeni olan, ancak kendine söz verdiği şeye hiç de benzemeyen bir sonuçla baş başa kalır."

(Ralph Waldo Emerson-Experience)

500 Days of Summer


Çıtır çerez bir film. Böyle boş vakitte izlemelik, hoş. Romantik komedi, bir aşk hikayesi... Severim romantik komedileri, kötü zamanlarda izlemek iyi geliyor.


"Aşkın 500 Günü" diye çevrilmiş dilimize. Zaman geçişleri, flashback'ler vs, bir ilişkinin otopsisi aslında. Ya da anatomisi. İlk günkü heyecan nasıldı, sonlara doğru neler oldu, ortalarda ne vardı, çocuk ne demişti, kız nasıl gülmüştü, kim neye kızmıştı, kim kimin kalbini kırdı vs vs... Marc Webb yönetmiş, kızımız Summer rolünde Zooey Deshanel, oğlumuz Tom rolünde de Joseph Gordon-Levitt oynuyor. Kendisini Heath Ledger'a benzettim ben yer yer. Toprağı bol olsun.

Tipler ilginç. Oğlan, kartpostal yazarı mesela. Böyle kocaman bir ajansta çalışıyor üstelik. Ben de yapmak isterdim bu işi. "Garden State"i seven, bunu da sever. Ben ikisini de sevdim. Canım sıkıldıkça izliyorum evde. Zaman yolculuğunda bir aşkı izlemek, güzel. İnsana iyi geliyor nedense. Böyle minnoş bir film.


Tom'un da dediği gibi:
"This is not a love story, it's a story about love"
Tom şey diyor bir de, yazık: "Boy meets girl. Boy falls in love. Girl doesn't."
Soundtrack'i de güzel, The Smiths filan, hoş...
 

Sıcak ve kalabalık



Gazete almak için dışarı çıktım, kendimi kaptırıp Suadiye'ye kadar yürüdüm. Çok sıcak, çok kalabalık... Caddebostan'a kadar gidecek enerjim yoktu, geri döndüm. Dönüşte bir mağazaya girdim, iş için pantolon-bluz aldım hiç aklımda yokken. Ama hiç de ucuz değilmiş böyle şeyler, maaşıma zam istiyorum! Mağazada yaza merhaba diyorlarmış, limonata-dondurma ikram ettiler. Pek nazik bir davranış. 

Kadın, denediklerimin hepsini almam için pek ısrarlı oldu, ısrarcı tezgahtarlara kaba davranmak adetim değildir, parayı ben verdiğim için reddettim kendisini kibarca. Hediye etseydi hayır demezdim ama. Tarzım olmayan şeyler içinde kendimi rahatsız, iğreti hissediyorum zaten. Kot-spor ayakkabı yasak diye, penguen misali siyah pantolon beyaz gömlek giyesim de yok yani, kusura bakmasınlar. 

Bugün doğum günü olan bir arkadaşı aradım kutlamak için, Bebek'telermiş, "Sen de gel" dedi. Bostancı-Bebek mesafesini ve 23 Nisan trafiğindeki korkunç kalabalığı düşünüp hayır demek zorunda kaldım. İşte İstanbul'da yaşamak böyle bir şey. Şimdi de TRT'deki 23 Nisan töreni açık, Canım Ailem'de Meliha rolündeki abla sunuyor, Şebnem Bozoklu idi sanırım adı. Halit Kıvanç'lı törenleri hatırladım da, hey gidi günler...

Evde yayıp film izleyerek Beypazarı kurusu-ayran-toblerone mönüme devam etmeye karar verdim. Televizyonda ise yüksek makamlara bir günlüğüne geçmiş çok bilmiş veletler var.

Moğollar'dan Engin Yörükoğlu hayatını kaybetmiş, üzüldüm. 4 sene dayanabilmiş o korkunç hastalığa, huzur içinde uyusun...

Aylaklıktan çaylaklığa


 Bakınız, bu da çaylak kuşuymuş. İşte ben buyum artık.

Geçen gün akciğer filmi çektirip rapor almak için Verem Savaş Derneği'nin önünde bekliyordum. Sabahtı ve yağmur yağıyordu. Henüz açılmamıştı dernek, erken geldiğim için kendime kızdım. (Yok henüz verem değilim, ama yeni işyeri için illa burdan rapor istediler. Ciğerimi benden çok merak ettiler. Sanki sigara fabrikasına başlıyorum. Neyse.) 

Tam karşıda da Aile Planlama ile Anne Sağlığı Polikliniği vardı ve onun kapısının önünde de hamile bir kedi bekliyordu. Yavrularla dolu göbeğiyle yağmurun altında öylece duruyordu. Çok acayip bir manzaraydı. Fotoğraflamak isterdim o anı. Güldüm kendi kendime, kedi fark etmedi. Fark etse, "Deli mi ne?" diye miyavlardı.

Bir işyerinde en feci durumdaki insan, oraya yeni başlamış zavallıdır. Kimseyi tanımaz, ne yapacağını ve kime nasıl davranacağını bilemez, ürkek bir tavşan gibidir, yabancıdır. Her şey onun için muammadır. Ah canım... Çevresindeki tipler ise nedense onun kendilerinden daha salak, daha yeteneksiz veya daha deneyimsiz olduğunu düşünmekte ısrarlıdır. Oradaki çömezliğini kullanmak isterler. Ne de olsa o "yeni kız" ya da "yeni çocuk"tur. Kendilerini tepede görürler. Onlardan fazla para alıp almadığını, nasıl biri olduğunu, sevgilisi olup olmadığını, kimin torpillisi olarak başladığını, nasıl giyindiğini, onlar arasına katılıp katılamayacağını, bunu hak edip etmeyeceğini merak ederler. Nasıl biridir? Geyik mi, gıcık mı, ciddi mi, uyuz mu, goygoycu mu, prensipli ve disiplinli mi? Dedikodular, bakıp durmalar gırladır. Yardımcı olmaya, sıcak davranmaya, en basitinden öğle yemeğine çağırmaya ise pek de gönüllü olmazlar.

Evet, işe başladım. Günlerdir süren belge toplama uğraşı, müdürlerle görüşmeler, kan emici İK ile maaş pazarlığı yapmalar, deli bürokrasi sona erdi. Ama aylaklık günleri de sona erdi. Buraya yazamadım kaç gündür. "Sen misin aylağın günlüğü diye blog açan? Al sana deli gibi iş, yaydığın o 1.5 ayı mumla ara, çalışşş, köleee!" dedirten deli bir yoğunlukta çalışmaya başladım hem de. İlk günden itibaren en erken, akşam 8'e doğru çıkıyorum ve eve külçe gibi dönüyorum. "İlk günler bir şey yapılmaz" düsturu tutmuyor yani burda. Dün en son ben çıktım, patronlar, deli gibi çalışan müdürler bile çıkmıştı, ofis bana kaldı. Hüzünlü bir andı esteban.... Mesai bitimi 6 ama ben daha o saatte çıkmaya muvaffak olamadım. 

İşi şöyle tanımlayabilirim: Hani çocuk oyun salonlarında, böyle her delikten kurbağaların fırladığı bir oyuncak vardır. Elinde sopa, her fırlayana vurursun ama, sen birine vurduğun anda 3-4 tane birden çıkar. Aynen öyle. Bitmiyor. Deli gibi. Üstelik de sıkıcı bir sektör. Daha önce kaçtığımla aynı. Kendimi kandırılmış ve kapana kısılmış hissediyorum. "Hmm yetişmedi mi, hafta sonu evde yaparsın, önemli değil." Yok yaa! Eve iş götürmekten nefret ederim ben.

Ezcümle, aylaklıktan çaylaklığa geçtim. Değişen tek bir harf gibi gözükse de, çok fazla şey fark etti. Daimi üniformam olan kot-spor ayakkabım elimden alındı. Yassah! Çevrem ise "Gossip Girl" misali süslü, kokoş, dedikoducu kızla dolu. Ofis sırf hatun zaten. Kadınlar hamamı. Mutsuz hissediyorum kendimi. Acaba sadece "İşini yap paranı al, gerisini boşver!" diyebilecek miyim kendime? Kendimi bu şekilde ikna edebilecek miyim? Dergiciliği özledim ben.

Arkadaşlarımla da görüşemiyorum ne zamandır. Herkesin, benim dahil olmadığım programları, yoğunlukları var. Bambaşka hayatları... Issız hissediyorum. 23 Nisan, neşe dolmuyor işte insan. Teoman şarkısındaki rimelleri akmış İstanbul gibi yatıyorum TV karşısındaki kanepemde. Hiçbir şey yapasım yok.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Çeyrek mırnav bulunur

Mahallemizin yeni sakinlerine "hoş geldiniz" diyorum buradan. Markete giderken merdiven altında yumoş yumoş uyuduklarını görünce, fotoğraflarını çekmeden edemedim. 

Geceleri apartmanın altındaki butikte ikamet ediyorlarmış. Ancak yaramazlık yapıp tükkanı kokutmaları yüzünden dışarı çıkarmak zorunda kalmışlar. Kendileri ekmek arası yapıp yemelik. 4 çeyrek, 1 de tam porsiyon. Var mı isteyen? Son fotoğrafta birinin yarısı çıkmış, özür diliyorum kendisinden, ama hepsi orda yani.

18 Nisan 2010 Pazar

Kendi olarak sana gelen



"Kendi olarak, sana gelen
Sana gereksinimi olmadan, seni isteyen
Sensiz de olabilecekken, seninle olmayı seçen
Kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan"

 Oruç Aruoba 

Uyuz bir pazar günü için fazla romantik oldu di mi? Neyse, idare edin artık.  Banyo yaptım, evi toparladım, bulaşıkları yıkadım; geç de olsa bugün pek hamaratım! Bütün gün burnumu bile çıkarmadım dışarı. Bütün hafta sonu evdeydim yani, hatta kanepemde. Şahane! 

Evde çikolata kalmamış. E ama çok fena bir şey buu! Dondurmayla idare edeceğim artık. Peki ama derin dondurucudaki kaymak-çikolata-vişneli dondurmanın neden sadece vişnesi yenebilecek durumda da, gerisi kazık gibi? Sorarım size. Ben de vişneyi bitirdim, mayhoş mayhoş iyi geldi. Pijama ve dondurma iyi bir ikili. Bridget Jones çağrışımı mı? Cık cık, ne ayıp. Yarından itibaren yine erken kalkmaya başlamak zorundayım. Buraya kadarmış. Bu fikre alıştıramadım kendimi hâlâ. Neyse, adios!

Tatsız pazarlar

Pazar günlerini sevmem. Çocukluğumdan beri... Bana eksik kalan bir şeyleri hatırlatır hep. Sıkıcıdır. Yapılmamış ödevler vardır, yapmak istemezsin. Annen çamaşır ve ütüyle uğraşır, baban gazete okur, banyo sırası sendedir, televizyonda güzel bir şey de yoktur. Sokağa çıkıp oynamak, haytalık etmek istersin. Ama olmaz. Yıllar geçse de durum pek değişmiyor galiba. Ödev yok, ama ev işi var şimdi de ve yine banyo yapmam gerek. Ayrıca televizyonda neredeyse bütün dizilerin tekrarı ve boktan tartışma programları var. Eskiden güzel filmler olurdu pazarları yahu! Merdivenden takunyayla mı iniyorlar nedir, bu ne gürültü!

Gazete almak için bile dışarı çıkasım yok. Dünden beri kalkmıyorum kanepemden. Perdeyi açmadım ama sanırım hava güneşli, dün gece ise şimşek çakıp duruyordu. Adalara gitmeyi, Caddebostan'a yürümeyi de istemedi canım. Yalnız başına keyfi çıkmıyor bunların. Bir ara ortalığı da, kendimi de toplamam lazım. Ses seda yok kimseden. Yeni bir işe başlamaya hazır değilim galiba esteban. Pazartesileri yine kâbus olacak, yaz tatili hayal, spor ayakkabı-kot yasak, bambaşka bir yer, eğlenceli kılması mümkün olmayan iş, yeni insanlar, yeni dengeler...

Televizyondaki gezi programında Portekiz var. Porto... Çok güzel bir yere benziyor, enfes şarapları da cabası. Fado? İlginç olabilir. Gezmek istiyorum ben. İşi gezmek olan insanlara çok imreniyorum. O kadar çok gezi programı var ki televizyonda, çoğu da saçma sapan. Sunucuları da çoğunlukla ebleh kızlar. Kıskanıyor da olabilirim tabii. Ama bazısı gerçekten çok fena, boş.

Katı


"Fokurdayan lav kaynayan felek 
bunca şey birbirini ite kaka oluyor 
ve katılaşıyor dünya giderek" 


Birhan Keskin'in dediği gibi, dünya katılaşmaya devam ediyor. İçindekiler de. İnsanlar artık daha sert, acımasız, vicdansız ve umursamaz olmaya başladı. Daha bencil, çıkarcı ve daha yalnızlar, içlerindeki katılık gün geçtikçe kıvamını artırıyor. 

Taş gibi olmalarına az kaldı. Ve bu acayip olarak algılanmıyor artık, adına "bireysellik" deniyor. İş hayatında ise "profesyonellik"...  Vurdumduymazlar, çünkü onlar gemisini kurtaran kaptan. Gerisi de umurlarında değil.

7/24 canlı: Amur leoparı

http://www.interactivezoo.eu/pesa.html



 






Tallinn'deki bu Amur leoparıyla yavrularını iyi hoş, çok güzel ve sevimliler ama bir süre sonra 4 duvar arasında olmaları üzüyor insanı. Beton hücreye tıkmışlar hayvancağızları, yazıktır. Hep aynı köşeye büzüşmüşler... Daha geniş alanda, ot-yeşillik içinde olsalar fena mı olur yani?

17 Nisan 2010 Cumartesi

Prag'da olmak


Muhteşem rüya kenti... Prag, Hitler'in bombalamaya kıyamadığı kadar var. Buraya gelindiyse Charles Köprüsü'nden (Karluv Most) geçilmeli, Vlatava nehrine uzun uzun bakılmalı, köprü üstündeki tezgahlara göz atılmalı, kukla ve tahta oyuncak almadan, Absinthe içmeden dönmemeli... 

Kale, St. Vitus Katedrali, eski kent meydanı, Wenceslas Meydanı, Hanuş Usta'nın astronomik saati, ulusal tiyatro binası, ulusal müze gezilmeli. Keşke şu an yine orada olabilsem... 

Fotoğraflar, Stumbleupon'dan...


Balık duası

Birhan Keskin'den...


 "kışı neden bu kadar sevdiğini
ve neden her şeyin bir sonla noktalandığını
sorma,
ben de bilmiyorum.

anı olacak bir şeyim yok
her şeyin dünündeyim."

*** 

"sabahın karşısında konuşmak ne zor
incecik kül gibi kalıyorsun
dağ susmaya giden yolu biliyor
sen bilmiyorsun..."

***

"ikiye bölünmüş bir bütün gibi yaşadım
bir yanım öbür yanıma düşman
sağımda kızgın kumlar gezdirdim
solum üşüyor eski bir anıdan"

Ekşi zamanlar

"Duydukların hep dağların ardından bitti;
Daha çok bağırsan, yakından duyulur mu?
Uzaklara daha uzaklara gitsen, de ki gittin,
Bir arayan soran, bir anlayan olur mu?"
                                       Özdemir Asaf

16 Nisan 2010 Cuma

Neden geldiiiim İstanbul'aaaa?


İzmir'den İstanbul'a dönünce hep aynı şey oluyor. Önce bir burukluk, bir durgunluk... Ev, çok sessiz ve boş geliyor. Sahil yine dibimde ama aynı şey değil. Evle yuva farkı gibi bu biraz da. İzmir yuva, İstanbul ev sanki. Burda doğsam da, burda yaşasam da yıllardır, ailenin olduğu yer başka. Annemin lokum enginarları sıla hasretimi giderir belki biraz. Üşenmeyip taşıdığım deniz börülceleriyle İzmir tulumu da yan aktörler.

İstanbul, böyle gelir gelmez "Welcome to the jungle" diyor gibi. Keşmekeş, trafik, gerilen sinirler, kafayı yemiş taksiciler... Sanki yıllardır burda yaşayan sen değilmişsin gibi tatsız geliyor her şey, başka bir yerde kısa bir süreliğine kalıp geri döndüğünde. Dün sabah da öyle oldu, otobüsten inip servisi beklerken, sonra bugün trafikte ordan oraya yetişmeye çalışırken böyle bir canım sıkıldı, tadım kaçtı. 1 haftada burdan uzaklaşıp oraya alışmışım. Daha doğrusu evin kalabalığına, "Bugün nereye gitsem?" durumuna alışmışm. İstanbul beni yoruyor bazen. Enerji emici bir yanı var. Şu an Çengelköy'e gitmek isterdim misal, ama bu trafikte namümkün!

Yeni başlangıçlar da ürkütür beni bazen. Yeni bir yere, yeni insanlara alışmak, her şeye sıfırdan başlamak... Of, yorar. Olduğum yerde yıllanmak da sıkar gerçi. Aman neyse...

Kendimi uzun süre kavanozda kalıp bayatlamış sarı leblebi gibi hissediyorum.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Yolculuk zamanı

Bostanlı pazarına gittik annemle bugün. O kadar çok ot vardı ki, gözüm döndü resmen. Gözünü sevdiğim Ege'si... Şevketibostan, arapsaçı, labada, turpotu, sarmaşık, kazayağı, deniz börülcesi, deniz fasulyesi, dalgan (ısırgan), hindiba, radika... Daha bir sürüsü.


Üstteki, enfes deniz börülcesi.


Bugün İzmir'de son günüm. Hava güneşli, sıcak, pırıl pırıl... Pazardan İzmir tulumu ve deniz börülcesi aldım, onlarla birlikte annemin yaptığı turunç reçelini de İstanbul'a götüreceğim. Annem de içeride enginar pişiriyor benim için. Geldim, sebzeye doydum zaten: Börülce, enginar, bezelye, semizotu, bamya... hepsine bayılırım.


Evimi özlemişim, ailemi de. Dün Konak, Kızlarağası Hanı, Kordon, Pasaport, Alsancak'ta dolandım... Kızlarağası yakınındaki Mennan'da kazandibi yedim. Ondan önce de kumru. E buraya kadar gelmişken... Yemeden olmaz :)


Bugünkü istikamet Foça. Akşama da yolculuk... İstanbul.

13 Nisan 2010 Salı

Tık-aktivistler


Hayatta her şeyin kolayı çıktı. Vicdanlı, bilgili ve iyi insan olmak da "kolay"laştı. Ama bu kolaylık, olumlu anlamda sayılmaz pek. Neden mi? İçi boş da ondan. Her şey kampanya, her şey pazarlama taktiği! İlla ticari pazarlama gelmesin, insanların kendilerini olmadıkları biri gibi göstermeleri de pazarlama sayılmaz mı? Sayılır.

Şimdilerde bilgi edinmek için "gugıllamak" kafi. Köşe yazarlarının çoğu bunu yapıyor. Çoğunun araştırmadan kastettikleri, iki tuşa basmak. Bazıları onu bile yapmıyor. Bilgi kısmı tamam madem, iyi ve vicdanlı olmak için de kampanyaları takip edin yeter. Artık iyi, vicdanlı, duyarlı olma kampanyaları var. Katılıyorsunuz facebook, twitter, myspace vb sosyal paylaşım ağlarındaki gruplara, tık'lıyorsunuz. Gâvurlar buna isim bile bulmuş, "slacktivism". Tembel aktivizmi yani, bezgin protestosu. Akla Bezgin Bekir geliyor hemen. Bence tık-aktivizm! 

 
Foklarla balinalar mı öldürülüyor, tık; kanser gittikçe yayılıyor mu, tık... Bu gruplara "katıl" butonuna tık'ladığınızda, bu tür konularla ilgili mailleri tüm arkadaşlarınıza forward'ladığınızda vicdanınız rahat oluyor, artık siz de tık-aktivistsiniz! Tebrikler! Yerinizden kalkmadan, dünyayı kurtardınız!

Artık foklarla balinalar avlanmıyor, meme kanseri azalıyor, küresel ısınma durdu, memleket de dünya da sayenizde kurtuldu! Ne de olsa "foklar ölmesin" grubuna katıldınız, "balina katliamına hayır" mailini tüm arkadaşlarınıza forward'ladınız ve sütyen renginizi değiştirdiniz. Eskisi gibi miting alanlarında olmaya, gösteri yürüyüşlerine katılmaya gerek yok. Greenpeace'çileri televizyonda izleyip çekirdek çitlemeye devam edebilirsiniz. Küresel ısınmaya cık cık'layıp azalması için hiçbir çaba göstermeden hayatınıza tek tık'la devam edebilirsiniz. Sıfır çaba harcayarak dünyayı kurtaran adam oldunuz! İkiyüzlülük müüü? Yok canııım! Vicdanı akşam çöpleriyle verdiniz siz, geçmiş olsun.

12 Nisan 2010 Pazartesi

İzmir'de doğal yaşam

Kaç gündür foto-blog'a çevirdim burayı, farkındayım. Ama İzmir'de zaman rutin akıyor. Sakin... Ne yazacağımı pek de bilemedim. Bugün İzmir Doğal Yaşam Parkı'na gittik. Önce "Yaa, ne işim var bu yaşta hayvanat bahçesinde?" dedim ama, kedigilleri yakından görmek söz konusu olunca, hiç de pişman olmadım. Çok güzeldi. Hayvanat bahçesi de değil hem, doğal yaşam parkı! Hayvanlar kafesler ardında değil, bu hoşuma gitti. Kendilerine ait geniş alanlarda salınmaktalar. Bazıları uyuduğundan, göremedik misal.

İzmir Doğal Yaşam Parkı, 2008'de kurulmuş. Yeri Çiğli Sasalı'da. 425 dönümlük bu alan, Türkiye'nin ilk doğal yaşam parkı. Aslında 1936'da kurulan ve Türkiye'nin ilk hayvanat bahçesi olarak Kültürpark'taki 18 dönüme kurulan Fuar Hayvanat Bahçesi, buraya dönüştürülmüş. 425 bin metrekarelik alanda 120'den fazla türde 1200 hayvan yaşıyor. Giriş ücreti çok uygun, tam 2 TL. Ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

Aşağıdaki fotoğraflar, zat-ı alime aittir :)






10 Nisan 2010 Cumartesi

Bostanlı'm



Taze taze  :)

Not: Bu arada, akşamki maçta favorim Barça! Babamınki ise Real Madrid, ah bir iddiaya girseydik yahu! Futbol maçı izlemem, ama bu maç izlenir!