23 Aralık 2015 Çarşamba

Motive olmak ya da olmamak

Bu aralar sabahın dördünde beşinde uyanıp bizi zombiye çeviren, kör karanlıkta evin içinde heyecanla paytak adımlar atıp oyun oynayan kızımın poğaça ayaklarını bırakıp kargalarla işe geldim. Kuzu, ananesine emanet.

Bense bir yandan bunları yazıp bir yandan da anne poğaçası eşliğinde su içiyorum, zira çay insanı değilim pek. Aslında kitap okuyasım var, belki onu da yaparım. Güneş gözüme giriyor bir yandan, böyle Aralık'a can kurban. Bütün bir yılı yemişiz, kalmış şurada bitmesine 1 hafta. Listeler, kırmızı donlar, süsler, ışıklar, kar küreleri zamanı gelmiş de geçiyor.

Ofisteki motivasyon yemeği geyiği, yerini yılbaşı heyecanına bıraktı. Topluca motivasyon yemeğine gidildi, göbekler atıldı; şirket parasıyla dandik mekanlarda eğleniliyormuş gibi yapıldı. Ben hariç.

Hep komik geliyor bana bu zorlama ofis icatları. Yani hafta içi, epeyce uzun zamanı -mecburen- birlikte geçirdiğim insanlara zor tahammül ediyorum zaten. Bunu itiraf ettiğim için üzgün olmalıyım belki de ama, dürüst olmak gerekirse maalesef durum bu. Bir de akşam onlarla dansöz eşliğinde yemek yemek, şarap/rakı olsa bile çekilmez geliyor. Beleş yemek-içki için o ka eziyet çekilmez. İş arkadaşlarıyla motive olur mu insan yahu?! Ben olmam misal. 


O saçma, arabesk mekanlarda, kişi başı 150-200 TL para ödeniyor yemek için. Normal zamanda önünden geçmeyeceğim yerlerde iş arkadaşınla göbek atma fikri bile midemi burdu şu an. Diyorlar ki  "Normal zamanda gidemeyeceğimiz pahalı bir yer olsun, nasılsa şirket ödüyor." Komik. Siz verin o parayı bana; ben kendim daha keyif alacağım bir yerde, daha can insanlarla motive olurum. Valla bak.

Herkesin "Ay motive olacağız akşam" diye, işe şıkır şıkır giyinip dolma fönlü saçlarla gelmesi bir tek beni güldürüyor galiba. İşte bunlar hep yabanilik. Yoksa ben bilmez miydim fönlü saçlarım ve en sahte gülümsememle "Ah çok eğleniyoruz ki biz" fotoğrafları çektirip 3 dakika arayla instagram'a koymayı? 

Ofis kankalığı diye bir şey var, ama aslında çoğunlukla çok ikiyüzlü bir şey, kabul edelim. Sigara arasında dedikodu yapıp güldüğün insana toplantıda iş yıkmaya, maille laf sokmaya ya da imalı laflar etmeye kasmanın nesi samimi? Bırakınız rica edicem.


Ofise benden sonra gelen stajer kız bile sabahları milletin masasına bakıp "Kaç kişi var sayacağım" diyor. Dedim bi sakin, herkes kendinden sorumlu; bu ne heyecan... Bütün gün uyuyorsun (gerçekten uyuyor) zaten, sana ne oluyor yahu?!

Bugünlük bu kadar çemkirmek yeter sanırım, o zaman bi su daha içeyim ben. Kulaklık en şahane icat bu arada, kimin eseriyse mübarek bir insanmış. Of, ne huysuzum bugün.





10 Aralık 2015 Perşembe

Hayat bazen


Unutmuşum buranın yolunu. Hayat bambaşka bir rutindeydi son 7-8 aydır. Defne'nin doğumu, büyümesi... heyecan, endişe derken, 6. aydan itibaren zayıflamaya başlaması ve yazın başlayan hastane günleri... O kadar çok şey yaşandı ama, şu an hiçbiri olmamış sanki.
 
Hiçbiri bizim başımızdan geçmemiş gibi. Korkunç bir yaz geçirdik. Şüphe, endişe ve korku doluydu. Yazmayı geçtim, yemek yemeye fırsat bulamadığım için 3 haftada 10 kilo veren ben değildim sanki. Aynada kendini tanıyamayan, güçlü olması gerektiği dışında ne yapacağını bilemeyen ben... Sanki ben o korkunç Cerrahpaşa'da 17 gün kızımla beraber kalmamışım, sürekli kan almak, damar yolu açmak için benim miniğimi kevgire çevirmemişler... Hastane korkusu geldi çocuğa. Haksız değil. Beyaz görmeye tahammülü yok. 

Hele koridorlarında kediler gezen Cerrahpaşa, 3 haftada saçlarımı beyazlattın. Dilerim yolumuz kesişmez bir daha. Ki seni de rezidans yapmak için çürümeye terk edenlere ne diyeyim bilemiyorum, vicdansızlığın bu kadarı. İçiniz çürüsün.

Uzun lafın kısası, Defne'ye kistik fibrozis teşhisi kondu. Anlatması uzun. Besin alerjisi, reflü vb derken 9 aylıkken anlaşıldı ne olduğu. Buna da şükür diyecek hale geldik. Bir sürü test, tetkikler, genetik testler, bilmemne ve nedeni anlaşıldı. Ama beklediğimiz böyle bir şey değildi. Dünya durdu. Uzunca bir süre yanlış teşhistir umuduna sarıldım, değilmiş. Gerçeği inkar etmek, zaman kaybı. Bir an önce devam etmek lazımmış.



Hayatımızı biraz değiştirmemiz, bir sürü şeye dikkat etmemiz gerekiyor artık. Onu bir sürü şeyden korumamız, yazları daha özenli olmamız lazım. Daha önce duymadığım ve araştırdıkça yüreğimi sıkıştıran hastalık, kızımın hayatının tam ortasına geldi oturdu. Benim böğrüme oturan filin hafiften kalkması ise aylarımı aldı. İlk şok halini atlattım sayılır. Şimdi kızıma nasıl sağlıklı bir hayat sağlayabiliriz, nasıl kolaylaşır onun için hayat, nasıl normalleşir; onun telaşı başladı.

Hayat zaten hep telaş. Bir otur kenardan bak kendine, yok olmaz. Arkana bakmadan koşmazsan düşersin. Ama ben iyi şeyler olacağına inanıyorum, hayatımızın parçası olan doktorlarla hastanelere rağmen. Minnak kızımın yüzüne bakınca içim ısınıyor. O benden daha güçlü. 

Sık sık babamı düşünüyorum, özlüyorum. Sonra işe geliyorum, samimi olmayan birçok şeyin içinde kendime minik bir sığınak yapıyorum. Hop, akşam oldu mu her şey kalsın masada, ben kızıma koşayım. Şimdilik bu bana yetiyor. Fazla bir beklentim, hayalim yok. Sağlık en büyük şeymiş hakkaten. Beylik lafların içini kendi yaşadıklarınla doldurman gerekiyormuş bazen.

Şimdilik bu kadar olsun madem. Yine gelirim ben. Yılbaşı da geliyor hem, mutsuz olmak için fazla şıkır şıkır ortalık. İyi şeyler gelsin başımıza. Sorup merak edenlere selam olsun. Kalın sağlıcakla...

14 Nisan 2015 Salı

Okursan eksilmezsin

Günler günlerin ardından... Defne eşekli kumaş kitabını dişliyor, ben çamaşır asmak için makinenin durmasını bekliyorum. Dişlediği kedili kitabın hışırı çıktı, eşekli de benzer şekilde, yenilerini almak lazım. Ağzına sokarak özümsüyor hepsini! Eğer minnak hanım birazcık olsun uyursa, öğleden sonra parka gideriz belki yine. Hava güzel, bahar şakayı bırakıp geldi galiba.

Kıza büyüdükçe nasıl kitaplar almalı, nereden başlamalı diye düşündüm demin. Güzel çocuk kitapları görünce içim gidiyor. Okumayı benim gibi sever mi? En çok hangi yazarı sever acaba? Marquez ve Ursula Le Guin, benim gibi onu da heyecanladırır mı? Hangisinden başlamak ister? Ben babamın kitaplığından başlamıştım. Yaşar Kemal ve Aziz Nesin kitaplarıyla, Oliver Twist ilk hatırladıklarım. Oliver Twist'e içim çıkarak ağladığımı hatırlıyorum.




Yaşar Kemal'in ardından aynı gün iki büyük yazar, Eduardo Galeano ile Günter Grass da göçtü buralardan. Uruguaylı Galeano ne güzel demiş, "Ben her zaman boğanın tarafını tuttum, matadorun değil. Ve hala aynı taraftayım." Hep kitap okuyamayanlar, kitap alacak parası olmayanlar, ezilenler için yazmış, kaybedenlerin tarafında, sömürünün karşısında yer almış bir yazar

Onların kuşağı eksildikçe, insan okuyacak yeni iyi şeyler bulamamaktan korkuyor. En azından ben. Sanki edebiyat onların zamanındaymış, şimdi çıkan bir sürü kitap ve gözümüze sokulan tanıtım kampanyasının arasında gerçekten 'iyi' olanları kaçırıyormuşuz gibi. Elbette bir sürü iyi yeni yazar da vardır ama, yeni filmlerden emin olamayıp daha önce sevdiğim bir filmi izlemeyi tercih edip risk alamadığım gibi, bazen de emin olmadığım bir kitabı/yazarı okumak yerine sevdiğim ve bildiğim yazar/kitaplara sığındığım oluyor benim de.

Okuyan insana karşı acımasızlık, küçümseme var bir de. Bir tür güç gösterisi, dış görünüşe göre aşağılama merakı... Vicdansız, sevimsiz Yalova valisinin, öğrencilerinin önünde "Bu saç sakal ne, dilenci gibisin!"  diye azarladığı matematik öğretmeni kalp krizinden öldü.  Edebiyata düşkün o öğretmenin öğrencilerine önerdiği kitap listesine bakıyorum da, o kılık kıyafete pek meraklı vali içlerinden kaç tanesini okumuştur acaba?  Öğrencileri için vasiyet gibi bir şey şimdi o liste. Bize de eksiklerimizi tamamlamamızı hatırlatıyor.



Kitap okuyan insanla okumayanın farkı bu kadar basit işte. Biri vali olmuş ama "Sakallıysan anarşistsin" diyecek kadar cahil, diğeri  de öğrencilerine matematikten fazlasını veren iyi bir öğretmen. Çalıştığım eski reklam ajansının patronunun "Bu kadar okudunuz da n'oldu, ben hiç kitap okumadım ama patron oldum, haha, sizse benim yanımda çalışıyorsunuz!" deyişi gedi gözümün önüne. Odadaki diğer reklam yazarıyla bakışıp sıvışmıştık odadan.  "Biz sana patron olamazsın demedik, adam olamazsın dedik." diyemedik haliyle... Ama öyle dermiş gibi baktık. Sanki kitap para kazanmak için okunuyor!

Ayrımcılık ve önyargı, yaygın hastalıklar... İzmir'de de zavallının biri metroda karşısında kitap okuyan genç bir adamın fotoğrafını çekip Facebook'ta paylaşarak aklınca dalga geçmiş. Terlikleri var, keko diye pek eğlenmiş! 




“Entel olcam kız tavlıcam diye kendini yırtan izban kekosu, terliklerine bayıldım" sözleriyle dalga geçtiği çocuğun zavallıya cevabı nefis: 

"Çalmıyorum, çalışarak kazanıyor, param yettiğince kitap almaya, kütüphaneye gitmeye çalışıyorum, çok utanç duyuyorum böyle bir insan olduğum için… Elbisem kirli, terliğim bindiğim metroya uygun değil işte zihnimi kirletemiyorum, utanıyorum… Ama her ne olursa olsun bana kitaplar böyle olmayı öğretti, insan olmayı, hayvanlaşıp çevremi kirletemiyorum üzgünüm, utanıyorum…”

Güzel kardeşim, sen ne utanacaksın terliklerinden, asıl karşındaki terliksi kendinden utansın! Fotoğraf çeken akıllı telefon alabildiğine göre, birkaç kitap da alıp okuyabilirmiş pekala.

Bir sürü kişiden kitap hediye etme teklifi gelmiş fotoğraftaki çocuğa, reddetmiş: “Çünkü ben o kitaba ücret ödersem yazarı kazanacak, yayınevi kazanacak, matbaada çalışan insan kazanacak, stantta duran öğrenci arkadaşımız ve kitapçılar kazanacak ve çoğalacağız.”

Böyle insanlar da var, iyi ki varlar be.  

1 Nisan 2015 Çarşamba

Gündem Zaytung olmuş, şaka ne ki

Bazen, Twitter'dan filan gündemi takip edip dehşete kapılmak yerine, Defne'nin yanına kıvrılıp horhor uyumak ve gözlerimi hiiç açmamak istiyorum. Saçma sapan, şaka gibi bir gün yaşadık dün, altından çıkacakları düşündükçe tüylerim  ürperiyor. Üçüncü sınıf polisiye, dandik gerilim filmi gibi.Kimsenin kurtulmadığı 'kurtarma' operasyonları, bütün ülkede kesilen elektrik filan. 

Bu kadar aptal yerine konmak, insanların yok yere ölmesi hepsinden asap bozucu. Karanlık, bir günle sınırlı kalmayacak, o çok belli. Biz telefonla hiçbir yere ulaşamaz, internete filan giremezken nükleer yasası da geçivermiş meclisten. E tabii bakın böyle olunca elektrik kesiliyor, nükleer santral şahane bir şey! Reklamı bile var, çocuklar E.T. filmindeki gibi topluca, neşe içinde bisiklete binyor filan.  Patlıyor yalnız arada, orası biraz şey işte... Hoş değil. Karanlıkta uyumak gibisi var mı?! Az biraz ışık, biraz aydınlık olsun be. Karardı içimiz. 




Sürekli kandırılıyoruz. 'Komplo Teorileri' filmindeki taksi şoförü gibi, korktuğumuz başımıza geliyor. Absürd bir filmin ortasındayız sanki. İleride bugünleri nasıl hatırlayacağız acaba? Ziyan edilmeyip 'saray' temizliğinde kullanılan elma-limon kabukları mütevazılığıyla anarız belki, kim bilir...


Oy, içim şişti! Şöyle bir yan çevirdim de kafamı, yatağının kenarındaki örtünün altına kafasını sokmak ya da battaniyeyle yüzünü örtmek gibi şeyler yapıyor Defne. Yatağında öyle yakalıyorum bu ara. Yeni keşfettiği bir şey sanırım, pek eğleniyor. Belki o da gizlenmek ihtiyacındadır. Kafasına çektiği battaniyeyi açınca güldü. Ne güzel, hiçbir şeyin farkında değil. Hayat ona mı güzel? Belki de. En azından bu zamanlar. Kedili , ağzına sokup durduğu hışırdayan kitabıyla mutlu. 


Bu ara çevremdeki 'Ay çocuk yapmalı mı, yapmamalı mı? Sen niye yaptın, sen niye yapmadın?' tartışmalarından gına geldi. Bırakın milleti rahat, bir şeyi de irdelemeyiverin. Bir şeyin arkasından da derin tahliller yapmayıverin. Herkes doğurmak, anne olmak zorunda değil. Doğurmayanın kadınlığına halel gelmiyor, eksik kalmıyor. Kendi kararı, tercihi olamaz mı? Doğurmak gibi doğurmamak da bir seçim. Her doğuran anne olmayı becerebiliyor mu ki? Bi huzur verin yahu kadınlara. 


Herkes kocaman kocaman laflar etmeye ne meraklı. Ne anne olmak, ne de olmamak korkaklık ya da cesaret. İkisinin de kendince sebepleri var ve kimse de öbürünü küçük görme hakkına sahip değil. Nedense çocuk yapanlarda yapmayanları, yapmayanlarda da yapanları hakir görme eğilimi var. Ben kendi adıma, isteyerek ve bilerek çocuk sahibi oldum. Evet, çok da zor. Hiç kolay değil. Zaman zaman çok da korkuyorum, onu iyi yetiştirebilecek miyim diye. Ay çok kutsal filan deyip zorluğunu yadsıyamam ama, kızımın yüzüne baktığımda  çok mutlu oluyorum ben. Onun büyüdüğünü, birlikte yolculuklara çıktığımızı, güzel vakit geçirdiğimizi, nefis muhabbet ettiğimizi hayal ediyorum. Gülümsüyorum. 

Proje anneler gibi 'şahane' yetiştireceğimi, mükemmel olacağını filan da iddia edemem. Ben mükemmel değilim ki. İyi ve mutlu bir insan olsun yeter. 

Çocuk yapanın da yapmayanın da kınandığı tuhaf bir dünya bu. Ne 'Annelik ah çok kutsal, ondan önce eksikmişim' abartmaları tarafındayım, ne de 'Ayh, ne banal, niye çocuk getirilir ki bu dünyaya, hıh' burnu havadalıkları hoşuma gidiyor. Kızım hayatımda olduğu için mutluyum,  zorlandığım yerler de var. Yok değil. Kimse bunlardan nahsetmiyor gerçi, makyajlı, kurgu lohusa fotoğraflarında bu anlar yok. Ağlayıp da susmadığında, ateşlenip de ben n'apacağımı bilemediğimde ya da aşı olurken canı yandığında kendimi fena hissediyorum. Sonra birden, o komik suratının ortasında ışıyan bir gülümseme beliriyor ve sırıtıveriyorum. Uyurkenki o yüz ifadesine bakıyorum, belki de huzur böyle bir şeydir diyorum. 





Şaka bile yapamadan 1 Nisan da bitti. Zaten milletçe şaka kaldıracak halimiz de kalmadı. Beceremiyoruz öyle komiklikleri, hayatımız Zaytung olmuş. Ortaokuldayken Alman öğretmenimizin sandalyesine şaka olsun diye uhu sürmüş bir arkadaşımız vardı. Ne salakça. Kadın da gülmemiş, ortalığı ayağa kaldırmıştı zaten. Topluca sınav kağıdına balık çizelim dediydik (düşündüm de o da salakçaymış), onda da inekler çark edip kağıtlarını bilgilerle doldurdular. Şaka yine kaka oldu. Velhasıl, şaka bizim neyimize. 

Neyse, yatıyorum ben. Obi yanımda horluyor. Kızın süüüt diye ağlamasına da az kaldı. Ekşınsız bir güne uyanır mıyız acaba? Kısmet...

17 Mart 2015 Salı

Aynebilim, Vicdan, Defne'li günler

Cemrelerin sonuncusu da 6 Mart'ta düştü toprağa, artık basbayağı gelebilir bahar! Di mi? Annem kontrolleri için İzmir'e gitmişti, Defne'yle 12 gün boyunca yalnızdık. Bir imtihanla karşı karşıyaymışım gibi hissettim. Kızın 3. ay sendromu, anane özlemi, yardımcı ablanın belirsiz bir süreliğine memlekete gitmesi; kızın ağlaması, uyumaması, benim sabrımı zorlamam derken... çıldırmaya az kalmıştı. 

Neyse ki anane geldi, mesuduz cümleten :)

Hafta sonu eklerini anca okuyabildim. Geçen haftalardan birinin Milliyet Pazar'ında güzel bir röportaj vardı, belki görmüşsünüzdür. Grafik tasarımcı olan ve insanlara bir şeyler verebilmek için Kamboçya'da aşevi açan biriyle ilgiliydi. Cesur bir kadın, adını vermiyor, fotoğrafının yayınlanmasını istemiyor. Aynebilim diyelim kısaca kendisine. Zaten bir sürü yerde mahlası da o :) Yaptıklarını okumak iyi geldi bana. Bu dünya bunca kötülüğe hala niye batmıyor sorusunun cevabı gibi varlığı. Kitabı da varmış, 'Karın Tokluğuna Aşk'. Merak ettim, bulursam alayım. Sevgililerine yaptığı yemeklerin tarifleri, adamların hikayeleri. Hoşmuş :)

Büyükada'da denize yakın evi, şahane bir kedisi, gezmeli tozmalı bir hayatı varmış ama o bir yazı okuyup Kamboçya'ya gitmeye ve orada bir aşevi açmaya karar vermiş. Geçici bir süreliğine gezmeye de değil, yerleşmeye gitmiş. Macera peşinde değil yani, dediği gibi hayatını bir kenara bırakıp gitmiş oralara.

Kararında, o gün kedilerine aldığı mamaların parasından daha azıyla Kamboçya'daki insanların bir değil beş ay geçindiğini öğrenmesi de etkili olmuş. Çoğumuzun yaptığı gibi UNICEF kartpostallarını yollamak, LÖSEV'e bağış yapmaktan fazlasını yapmak istemiş. Röportajdaki en hoşuma giden cevaplarından biri de, 'Kesin arkasında bir şey vardır' diyenlere arkasında ne olduğuna dair verdiği cevap: 'Popom' :) Hayali, çok para kazanıp ihtiyacı olanlara yemek pişirmekmiş. İnsanın inanası gelmiyor ama böyle insanlar var ve iyi ki varlar. Mutluluk sebebi varlıkları.



Aynebilim'in ya da kısaca Ayn'ın planları arasında aşevinin bahçesine bir kelebek parkı açmak ve uçurtmalı fotoğrafına dayanamadığı, 11 Mart'ta öldürülüşünün birinci yılında anılan Berkin'in anısına, 7-8 Mart Berkin Elvan Uçurtma Günleri düzenleyip çocuklarla uçurtma uçurmak da varmış. Umarım yapmıştır.



Ona yardım etmek için bizim de yapabileceğimiz bir şey var, sitesi olan aynsoupkitchen'a yani şuracığa tıklayıp bağış yapmak. Çorbada bizim de tuzumuz olsun. Belki o bağışlarla aşevinin bulunduğu köye bir banyo ve tuvalet yaptırabilir. İster yemek ısmarla, ister çikolata. İstersen köydeki çocukların resimlerinden oluşan kartpostalları alıp yolla. Web sitesinde, yaptıklarını da ayrıntılarıyla anlatıyor. 11 maddede neden Kamboçya'ya gittiğini mesela. Blogunu da ordan okuyabilirsiniz. Röportajın tümü ise şurada.

Defne'yle baharı beklerken, arada çıkması için gün saydığımız bir kitabın imza gününe gittik. İlban Ertem'in  illüstrasyonlarıyla çizgi romana dönüşen 'Puslu Kıtalar Atlası'nın imza günü vardı cumartesi. Kadıköy'deki çizgi roman dükkanı Büyülü Dükkan, tıklım tıklımdı. Sıra zor ilerliyordu, sağolsun 'Bi arkadaşa bakıp çıkacaktım' deyip sıradaki kankalarına eklenenler ve 10-15 kitap imzalatanlar sayesinde. Neyse ki bayılmadan imzalatabildik. Ustanın seveni, bekleyeni çok. Güler yüzüne, çizimlerine, o güzel sesine hastayız :)



İlban Ertem'in Gırgır'daki çizimlerini bilmiyordum ama yarattığı karakterlerden Vicdan'ı çok sevmiştim. Kedisever bir sürü arkadaşıma da hediye ettiğim Vicdan'ı, Defne adına imzaladı usta. 'Büyüyünce okursun' notuyla :) Kızımın ilk imzalı kitabı Vicdan oldu...



Bizim için de Puslu Kıtalar Atlası'nı imzaladı İlban Ertem, çizimler muhteşem; bir romanı olduğu gibi resimlemek hele, zor iş. İyi ki dönmüş illüstrasyona. Tamamlaması 5 yıl sürmüş, defalarca okuyup da pek sevdiği bu romanı çizgi romana çevirmeyi o teklif etmiş İhsan Oktay Anar'a. Pek de iyi etmiş :) Almadıysanız tavsiye ederim, İletişim'den çıktı; editörü de Levent Cantek.

Başka neler oluyor hayatta? Günden güne büyüyen Defne köftesi her gün bir şey keşfediyor, her gün başkalaşıp şaşırtıyor. Bir insanı adım adım keşfetmek böyle bir şey demek ki.  Dün akşam ilk kez çıngırağı eline aldı, pek hoşuna gitti çıkardığı sesler. Saatlerce çaldı çaldı, o kadar ki Obi ile Yoda çiki çiki sesinden yılıp salondan kaçtı! Kendi de yoruldu sonra, elinde çıngırakla sızdı. Artık gülüp duruyor, şarkılar söylüyor ve bir de çıngırak konseri veriyor bize.

Pek gülüyorum bazı hallerine. Mesela koluma yattığında iki yanı birbirine yapışan kulağının pıt diye açılmasına, durup dururken gençliğini hatırlamış gibi hisli hisli iç çekişine, dünyanın en lezzetli şeyiymiş ve biz onu günlerdir aç bırakıyormuşuz gibi iştahla ellerini emmesine, gözlerini açıp şaşkın bakışına ve biz gülerken sanki mevzuya aşinaymış  gibi gülmesine... Gaz sorunu azaldı, aramızda 'Noir Tozir' esprisi yapacak kadar geliştirdi kendini, ahaha!

Oturmaya mı geldik, hop hop!

Yoda: Oh, sonunda sustu yav!
Daldan dala atlarken, Facebook gruplarının bazılarının zırva insanlarca ne hale getirildiği geldi aklıma. Freecycle İstanbul'u belki duymuşsunuzdur, ihtiyacınız olmayan eşyaları ihtiyacı olanlara bedelsiz ulaştırdığınız bir platform. Bir şey verecekseniz Teklif, arıyorsanız Talep yazıyorsunuz filan. Yatağımızı değiştirdiğimizde,  eskisini mimarlık öğrencisi bir oğlana vermiştik. Biz ihtiyacı olana gitmesine, çocuk da işinin görülmesine sevinmişti. Mis! Ama geçen gün kızın biri yarısı kullanılmış deodorant ve deo roll on teklif edince pes dedim, yuh! Kardeşim çöpe atacağın şeyi başkasına nasıl teklif ediyorsun? Ayıptır! Deodorant dediğin 2-3 liralık bir şey, yarısından azı var bir de. Senin kullandığın, tenine değmiş deo roll on'u kim n'apsın, pis! Yorumların resmini çekmemişim, asıl bomba olan onlardı.


Zaten ben dahil bir sürü insan tepki gösterdi, 'yarısı içilmiş çay var soğumadan alın', 'az kullanılmış peçete, önce gelen alır' geyikleri döndü ortalıkta. Kız hala saçmalayınca, altına da iyie iğrenç yorumlar yazılınca gruptan çıktım. Sayfadan ihtiyaç sahibi insanlar faydalanabilecekken böyle zırvalıklarla uğraşmak can sıkıcı. Doğal Anneyim'den de böyle çıkmıştım. Doğal ilaç ya da gıda tarifi yerine, kaynının arsa problemini yazan insanlar vardı orda da. Moderatör de atarlı bir abla, asarım keserim havaları... Eeeh yani!

Neyse, ben yine yazarım. Hem belki bir daha yazdığımda, bahar da iyiden iyiye gelmiş olur. Çiçeklenir etraf, içimizden salıncaklar havalanır filan... Yarın ücretsiz izin almak üzere ofise gideceğim, stresi sardı şimdiden. Çocuğuma bakmak için yasal hakkımı kullanacağım, ki o yasal hak da kuş kadar zaten! İçeriye seslendim 'Kahve mi içsek dışarı çıkıp, huu!' diye, ses gelmedi. Defne de ananesi de öğle uykusundaymış meğer, ben de mutfaktaki havuçlu keki tırtıklayayım madem :)

1 Mart 2015 Pazar

Bahar gelsin, Defne büyüsün

Cüce Şubat da bitti, bahar gelebilir mi artık lütfen? Öyle iki parlak gökyüzü, azıcık güneşle kandırmasın, adamakıllı gelsin ama. Bence iyi gelecek hepimize.



Gerçi bahar gelse ne olacak? Okudukça/izledikçe insanın içi kararıyor olanlardan...

Kadın cinayetleri katlanarak artmış, artık mini etek giymek, sokakta gezmek, kırmızı ruj sürmek gibi 'suçlar'ın arasına dolmuşa binmek de eklenmiş... Üniversite öğrencisi Özgecan dolmuşa bindi diye, gazeteci Nuh kartopu oynadı diye bıçaklanarak öldürülmüş. Günlerce, haftalarca içimiz yanmış, sokaklara dökülmüşüz, yine de mevzu zat-ı muhteremin muhtar görüşmeleri kadar ajandaya girmemiş, ülkeyi açık hapishaneye çevirecek iç güvenlik yasası kavga dövüş, tokmak yumruk, tüm itirazlara rağmen meclisten geçirilmiş, CNNTurk'ü yine penguenler basmış  kalmış, Kabataş yalanının yüzsüzleri yine ortaya çıkmış, IŞID'e insanların boğazını kesmek az gelmiş, geçmişi MÖ 7. yüzyıla kadar giden dünya mirası heykelleri hınçla parçalamış... Yazarken bile içim şişti, burası gittikçe tekinsiz bir yere dönüşüyor sanki. Hakkaten 'insanların yaşadığı' yerlere göçmek mi çözüm?

Oscar filmlerini izlemedim, ama törendeki teşekkür konuşmalarından biri beni çok etkiledi. Whiplash'teki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ını alan J.K. Simmons'ın şu konuşması: "Annenizi arayın, babanızı arayın. Eğer hala hayatta olan anne babaya sahipseniz, bu kadar şanslıysanız mesaj atmayın, mail yazmayın; telefonla arayın onları ve ne kadar konuşmak isterlerse konuşun ve dinleyin." Cız etti içim.

Hep telefonun ucunda olacaklar sanıyoruz ama öyle değil işte... Bunun bile şans olduğunu fark edemiyor insan çoğu zaman. Bugün babamın arabasına son kez bindim. Yarın satılıyor, artık başka birinin olacak. Babamı kaybettikten sonra ben devralmıştım baba yadigarını. 5.5 yıl babamla beraber, 1.5 yıl da onsuz bizi bir sürü yere götürdü, çok anımız var.

Biliyorum eşyalara bağlanmak saçma ama kıyamıyor işte insan. Zaten şoför koltuğunda babam olmadıktan sonra, çok da anlamlı değildi. Ama ben araba kullanmayı o arabada öğrendim, en son babamı kaybetmeden 1 ay önce, Foça'dan dönerken direksiyona geçmiştim de bütün Foça arkamıza dizilmiş, kornalar küfürler birbirine karışmıştı. O araba babamındı işte, başkasının olmasını istememiştim. İlk kazamı da o arabayla yaptım, sanki babam görmüş de üzülmüş gibi cız etmişti içim.

Pencereden bakıp da bahçede arabasını görünce, sanki İzmir'deki evden sokağa bakıyormuşum gibi geliyordu. Araba aynı ama babam yok artık. Kıyamazdı arabasına, çok  temiz bakmış. Bir yeri tık etse hemen servise götürür, tüm bakımlarını zamanında yaptırırdı. Arabanın servis kitapçığına her şeyi not almış; neyi, ne zaman, ne kadara tamir ettirmiş, hangi parçaları değiştirmiş, ne bakımlar yapılmış, hepsi var; sonraki sahibinin epey işine yarayacak bir sürü bilgi. Bugün içindeki eşyaları boşalttık. Babamın sigarasını, tarağını, el yazısıyla tuttuğu tüm notları aldım. Duygulandım, ağladım, çıkamadım bir türlü arabanın içinden. Bugün son kez annemi havaalanına götürdük onunla. Yarın  başkasına teslim edilecek, sanki babam bir kez daha gidiyor gibi hissettim arabası da gidince. Tuhaf bir his işte.

Sevdiği yazarlardan Yaşar Kemal de göçtü. Babamın kitaplığından alıp okuduğum ilk roman İnce Memed'di. Çukurova'nın gür sesi gitti. Dolu dolu yaşanmış bir ömür sürdü, ardında bir sürü kitap bırakarak Tilda'sına kavuştu. Ne doğru laf: 'O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler, demirin tuncuna insanın piçine kadlık' Artık umutsuzluktan umut çıkarmak daha da zor.


Güzel şeyler de olmuyor değil. Kendime yeni kitaplar aldım. Almak bir şey değil, vakit bulup okuyabildim de. Onlardan birinin, 'Bize İki Çay Söyle'nin yazarı Elif Key'in imza günü vardı dün, çok istememe rağmen gidemedim. Hem de en sevdiğim kitabevinde, Robinson'daydı... Neyse, kısmet.


Bir de en sevdiğim yazarlardan İhsan Oktay Anar'ın en sevdiğim kitabı 'Puslu Kıtalar Atlası' çizgi roman olmuş. Sevdiğim bir illüstratör İlban Erdem çizmiş, 13 Mart'ta çıkıyor. 300 sayfa. Heyecanlandım, sabırsızlıkla bekliyorum. İlban Ertem'in çizdiği Vicdan'dan buralarda bir yerlerde bahsetmiştim. Ertem de sevdiğimiz bir abimizdir.



Defne kuzusu 3 aylık oldu. Gülüyor, bıcır bıcır kendince bir şeyler anlatıyor. Beraber geziyoruz, bahar gelsin, daha çok gezebileceğiz minnak kızımla. Demin banyosunu yaptırdık, sallanan anne kucağındaki maymun ve papağanla oynarken müziğin etkisiyle uyuyakalmış. Onun günden güne büyüyüp değiştiğini görmek çok acayip bir his. Bırakıp da nasıl işe döneceğim, düşündükçe içim fena oluyor. Sağolsun devletimiz vere vere 16 hafta izin veriyor. Dolu dolu 4 ay bile değil, 3 ay 3 hafta gibi bir şey. O kadar küçük bebek nasıl bırakılır? Bırakılmaz tabii... Yasal hakkım olan ücretsiz izni sonuna kadar kullanmak niyetindeyim. İş nasılsa bitmiyor, ama çocuğunuzun o ilk ayları da asla geri gelmiyor.


 

Geçen gün eski kitapları defterleri düzeltirken, YKY'de çalıştığım günlerden bir defter geçti elime. İlk sayfasında kurşunkalemle çizilmiş bir illüstrasyon vardı. Hatırladım, Piyale Madra yayınevine uğradığı bir gün sohbet etmiştik. Ayaküstü portremi çizmişti, tam 12 yıl öncesi... Sağolsun, dudakları dolgun çizmiş :) Görünce gülümseyiverdim, güzel bir anı. Mutlu etti. Eskiden daha eğlenceli yerlerde çalışıyormuşum ben yahu?

12 Şubat 2015 Perşembe

Defne, özlenenler, Müzeyyen

Bloga yazmayalı 1.5 ay olmuş, inanamadım bir an. Zaman ne çabuk geçiyor! Defne, 2.5 aylık oldu. Onunla günler hem birbirinin aynı, hem de birbirinden çok farklı. Aynı çünkü her gün emziriyor, uyutuyor, hava almaya dışarı çıkarıyor, altını değiştiriyor ve banyo yaptırıyorum. Farklı çünkü günden güne büyüyor ve davranışlarındaki değişiklikler de gözle görülür şekilde artıyor. Artık bana gülümsüyor, gözlerimin içine bilinçli bilinçli bakıyor, benim olduğum yöne doğru kafasını çeviriyor ve onunla konuştuğumda kocaman açtığı gözleriyle beni takip edip kendince agu'lu bugu'lu cevaplar veriyor. Az kaldı muhabbet edeceğiz. Ananesiyle epeyce ediyor hatta, şifreli ayrı bir dil geliştirdiler galiba. Babasının omzunda evi turlamaktan da pek mutlu. 


Şimdilik birbirimizi çok şahane şekilde anlamıyoruz. Ama artık karnı acıktığındaki ağlamasının sonuna dudaklarını büzüp uzun bir 'üüüü' eklediğini, gazı olduğunda ise daha avaz avaz ağladığını, uykusu geldiğinde söylenip homurdanarak ağlarken birden pıt diye sızdığını biliyorum. Ona kitap okunmasından hoşlanıyor. Geçen gün babası kütüphaneden rastgele bir kitap alıp okumaya başladı, ilgiyle dinledi Artun Ünsal'ın 'Süt Uyuyunca' kitabını. Arada kendince yorumlar bile yaptı. Demek ki benim gibi peyniri sevecek :)


Acayip, sürprizli, yorucu ama bir o kadar da eğlenceli bir süreç onun büyüyüşüne tanık olmak. Baştaki kadar zorlanmadığımı hissediyorum. İlk zamanlar ağladığında kafası kesik tavuk gibi telaşla koşturuyordum yatak odasında. "Gazı mı var, doymadı mı, sütüm mü yetmiyor yoksa, n'oldu, ühühü" diye. Lohusalık psikolojisi, zıplayan hormonlar, uykusuzluk da düşünülürse... Halim perişandı. Saç-baş dağınık, gözler uykusuzluktan pörtlemiş, surat çökmüş... 


Şimdi o uykusuz tempoya alıştım sanırım. 2-3 saatte bir ağlamayla ya da saat alarmıyla uyanmak o kadar bünyemi sarsmıyor artık. Saat 4'te 5'te öğle yemeği yiyebiliyordum, şimdi biraz daha insani bir tempomuz var. Kızın çaydanlık gibi fokurdamasına, Gollum sesleri çıkarmasına da alıştım. Düzeliyor bir şeyler neyse ki :) Ama başta insan sonsuza kadar böyle olacağını, evden çıkamadan sürekli bebek emzireceğini filan düşünüyor. Enseyi karartmamak, sakin olmak lazımmış.

Bir sürü yeni icat, kolaylık vs olsa da geleneksel yöntemlerin bazısı hala iş görüyor. Uyumuyorsa ayakta sallamak, çırpınıp kendini korkutmasın diye yarım kundak yapmak vb... Bol bol fotoğrafını, videosunu çekiyorum. Bazı halleri, surat ifadeleri beni çok güldürüyor. Instagram'da onun ağzından yazdığım bir fotoğraf-video serisi oluştu, pek eğleniyorum yazarken. İleride okutacağım kendisine, böyle de zurna bir şeydin sen küçükken diyeceğim. Çaktırmıyor ama bence  o da pek eğleniyor. Bizimle olmaktan, muhabbetli sesli ortamdan hoşlanıyor, arka odada uyursa bile biz onsuz salondaysak basıyor yaygarayı. Hoop, getiriyoruz hanfendiyi Obi ile Yoda'nın yanına. Etrafa bakınıp duruyor. Obi ile Yoda'nın zaten canına minnet. Kafasını yalamak için fırsat kolluyorlar. Bu ara kar fırtına, genelde evdeyiz kuzuyla. 


Peki neleri özledim? Dışarı çıkıp uzuuun uzun dolaşmayı... Şimdilik anneme bırakıp çıktığımda da "Ağladı mı? Uyandı mı?" diye aramam ve acıktıysa da koşturarak dönmem gerekiyor bazen. Onun dışında Defne ile sahil yürüyüşleri, park gezileri yapabiliyoruz. Eh, daha uzunlarının da zamanı gelecek. Sonracığıma rakı içmeyi özledim ne yalan söyleyeyim... Hamilelikte yasak, emzirirken yasak. Eh, n'apalım. Katlanacağız kuzu için. Kitap okumayı da özledim. Pınar Öğünç ve Karin Karakaşlı'nın kitaplarını okumak istiyorum. Gazetelerin hafta sonu eklerini bile Çarşamba Perşembe okuyabiliyorum. Olsun, Instagram ve Twitter'dan takip ediyorum yeni çıkanları. Arkadaşlarımla kampa, trekking'e gitmeyi ya da dışarıda uzun sofra muhabbeti yapmayı özledim bir de. Bunu da şimdilik bize gelen dostlarla yapabiliyorum az çok. Özetle sabredersem hepsini yeniden yapabileceğim ama tabiatım biraz sabırsız, n'apayım...

Doğum izninin bitişini iple çektiğimi söyleyemem. Hatta işe hiç dönesim yok. Kafamı bu meşgul ediyor bu ara. Çalışasım mı yok, yoksa kızımı bırakasım mı? İkisi de. Duruşmaya göğsüne sarılı 7 aylık oğluyla giren avukat Feyza Altun Meriç, söylediklerinde ve yaptığında ne kadar haklı. Çocuğu olan çalışan kadınlar, çocuklarını tanımadıkları ve güvenmekten başka çareleri olmayan  insanlara bırakmak zorunda kalıyor. İşyerlerinde kreş yok. Emziren anneler için emzirme odası yok. Buna bizim şirket de dahil. Mutfağın dibinde, erzakların depolandığı minik odada süt sağdı bir sürü iş arkadaşım...  

 
"3 çocuk doğurun, tecavüzcünüzün çocuklarını da doğurun, devlet bakar" diyorsunuz, doğurana çocuk başına para, yok efendim altın vaat ediyorsunuz ama bunlar "Hem çalışın hem çocuk yapın, biz destek oluruz" değil, "Doğurun doğurun amaaa, evde oturun!" demek oluyor! İşyerimde kreş olsa, ben çocuğumu niye bilmediğim birine bırakayım ki? İyi bakar mı yoksa kötü mü davranır diye kafa yemek mi iyi, maaşı filan boşverip evde oturup kendin bakmak mı? İki ucu pis değnek. Doğum iznindeyken, paraya en çok ihtiyaç olan dönemde maaşın da yatmıyor. İznin bitince toplu alıyorsun. Nalet girsin böyle ikiyüzlü sisteme!


Sokaklar desen bebek arabasıyla gezmeye hiç elverişli  değil. Arabasını kaldırıma park eden hödükler yüzünden. Apartmanın girişinde bile arabayla çıkılacak bir rampa yok, iki kişi çıkarabiliyoruz bebek arabasını. Daha Defne yokken ortalıkta, bunu ev sahibimize söylemiştim de "Ne gerek var, apartmanda buna ihtiyaç duyan kimse yok!" demişti. Yahu, sen akrabalarımdan/arkadaşlarımdan hangisinde tekerlekli sandalye, bebek arabası var nereden biliyorsun? Ayrıca bugün tekerlekli sandalyeye düşmek hepimizin başına gelebilecek bir  şey, an meselesi! İlla doğuştan engelli olman gerekmiyor, ayağını kırman imkansız mı? Herkes benim başıma gelmez sanıyor. Otursunlar evlerinde diyor, ne var yani, çıkmayıversinler dışarı!

Höf, şiştim. İçimi döktüm acık, iyi geldi. Düşündükçe daralıyorum yeminle.

Bu kadar uzun süre evde oturmaya alışık değil bünye. Gündüz kuşağı programları, evleneceksen gel-bu tarz benim o tarz senin tarzı şeyler hakkaten felaket. Tek güzel şey, İkinci Bahar'ın tekrarı. Ne güzel diziymiş. Şener Şen, Türkan Şoray, Meral Okay, tıfıl Ozan Güven, taze Nurgül Yeşilçay, Samatya... Tekrarı bile leziz.

Ve Müzeyyen Senar... Göçüp gidişine üzüldüm. Evet, bekleniyordu, hastaydı, büyük ihtimal kurtuldu ama her ölüm erken işte. Gençler göçüp gidiyor, 97 yaş, güzel ve dolu dolu bir ömür... Ama onun kaybıyla bir devir de kapandı. On küsur yıl önce İzmir'den çıktığı GAP turunda babam rehbermiş. Babam Hasankeyf'teki tekne turunda, o soğukta üstünde incecik bir bluz olduğunu, annemin yedek yağmurluğunu ona verdiğini anlatmıştı. Bulunmayan bir yerde "Rehber, bira yok mu bira?" demiş, babam da ona tekneden inince bulacağına söz vermiş. Çok inceymiş üstü, o geziden sonra zatürre olmuş. Sonra da iyileşememiş zaten. 

Işıklarla olsun. İkisi de, hem rehber hem yolcu...