29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bayram öncesi

Taşındık. Benim eşyalar da nakledildi. En son dün kedileri de getirdik. Bir ara panik oldular "Lan olm, toplandı bunlar gidiyorlar, bizi bırakıyorlar, koş koş" diye kapıları tırmaladılar adamlar eşyaları götürürken. Pek şapşallar. Şimdi ise yeni evin her köşesine burunlarını sokuyorlar. Ortama hakim olamadılar daha. 


Evet, hava güneşli ve yarın bayram. Evimizi yerleştirip aile, birkaç akraba ve arkadaş ziyareti yapacak, dinleneceğiz. Şeker ve çikolataya da hayır demeyiz valla. Mutlu bayramlar...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Hayatın geri kalanı

HBBA'nın blogunda son yazısındaki şu cümle çakıldı kafama, apartıyorum müsaadenizle.


Ne güzelmiş lan.


"İnsan hayatının geri kalanını birlikte geçireceği insanı bulunca, hayatının geri kalanının hemen başlamasını ister"


Valla üstüne daha da birşey denmesine lüzum bırakmayan cinsinden. Hangi kitapmış ki o, bu cümleyi nefis selülozunda barındıran?


Merak ettim.

21 Ağustos 2011 Pazar

Sırtım tutuldu yeminle

Yihuuu nidalarım daha denize ve kuma kavuşamadı, lakin şu an mukavva kutu, kargo bandı ve uyuyan kedilerle kucaklaşmakta. 3. rulo bandı bitirdim. Ben deli gibi debelenirken, inadına uyuyor sanki herifler. Hele Obi, bunları yazarken bile elimin üstünde uyuyor. Totomdan ter aktı affedersiniz, her ama her taraf, üstleri yazılı kutu içinde. 

Meğer yıllar içinde ne çok süprüntü biriktirebiliyormuş insan, kendimden tiksindim! Bütün ergen günlüklerini, saçma sapan bir sürü boşuna saklanmış ıvır zıvırı yırtıp attım. Hiçbirini yeni evimize taşıyasım yok. Bir daha bu kadar şey biriktiresim de yok. Safi toz, safi çöp. Öh! Eskiden bir şeyler ifade ettiklerine inanasım gelmedi onlar ortalığa yayıldıkça... 

Ergenlik ve ergenlikte yaşanan tüm şeyler çöp olmalı, klozette yakılıp üstüne sifon çekilmeli. Utanıyor insan. O ne acı, o ne bitmek tükenmek bilmez bunalım... Dünya yıkılmış da altında bir tek ergenler kalmış sanki. İnsan ergenken 30'lara geleceğini düşünemiyor, 30'lara gelince de ergenliğinden utanıyor sanki yaşayan kendisi değilmiş  gibi. 15-17 yaşlarında ota boka isyankar ukala bir terbiyesizken, 30'larındakiler için "Yaşlı la bunlar" diyecek kadar ileri gidebiliyor. Misal 32-33'ünde de, otobüste herr şeye kişneyerek gülen liselilere gıcık kapabiliyor. Tuhaf bir çelişki. 

Of, bugünümün özeti: Ayıkla-at-kutula-bantla, acı yok Rocky; hadi bakim.


Yeni ev, perdeler takılınca daha da eve benzedi. Bayıldım kendilerine, bir kapatıyoruz; sıfır ışık sızıntısı, akşama kadar kış uykusuna yat! Evet, daha halımız, yemek masamız, birtakım koltuklarımız falan yok ama epeyce yol katettik. Hem halı da pek sevmem.

Bu arada yukarıdaki deli, dün gece taşındı. Gecenin köründe yukarıdan eşya indiren adamları gözümle görmesem, inanmazdım. Ama gitti. Komşular olarak birbirimizi "Geçmiş olsun" deyip tebrik etmeliydik bence. Giderayak balkonumdan kurumuş menemen malzemesi temizlemeyeceğim için pek mesudum.

Ben kutulara döneyim, kediler de horlamaya devam etsin. Adaletin bu mu dünya! Gerçi annem dürtüklemese bu kadar Speedy Gonzales misali hızlanmazdım ya ben, neyse... Kulağım haberlerde, cumadan itibaren bayram nedeniyle büyük göç başlıyormuş, aman selametle...  

(Bu arada, şu 3 kollu insanların koşuşturduğu GSM operatörü reklamı pek iğrenç.)

Bitsin kutular mümkün olabildiğince, duş alıp uyumak tek dileğim. Yarın iş de yok, öyle bir uyumak ki böyle fosur fosur, pireli cinsinden...

19 Ağustos 2011 Cuma

Yihuuu!

Sonundaaaa tatil zamanıııı, geldiiiii!

İşten-güçten kafayı sıyırmak üzereyken, "Üf, bitse de gitsek" derken, takvime bakıp dururken ilaç gibi geldi hem de.

Dinleniriz, evimizle uğraşırız, arkadaşlarımızla görüşürüz, kalan davetiyeleri dağıtırız, bir yerlere gider gezer yüzeriz, olmadı sırtüstü yatar film izleriz... 

Oh be :) 2 hafta kepenk kapatabilmek ne saadet yahu! İple çekiyorduk kendisini!

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Hep o tarih

O gün yine geldi… Üstünden 12 yıl geçmiş. Her seferinde şaşırıyorum. Telaşımdan eskisi gibi günler öncesinden fark etmeyeceğimi düşünüp takvime bakmasam da, televizyondaki görüntülere yakalandım. NTV, Çınarcık’ın deniz dibinden görüntülerini yayınladı dün akşam. Kumandayı bulup kanalı değiştirene kadar gördüm göreceğimi.
 
Düşündüm yine… Acının taze olduğu zamanı. Öleceğimi sanmıştım. Aklımı yitirmekten korkmuştum. Evet, 21 yaşımın ortasında taş gibi duran acının, zamanla etkisini yitirdiğini fark ettim bugün. 12 yıldan sonra hafiflediğini, cız ettiren bir sızıya dönüştüğünü… Yılları saydım hep, 4-5-7-10 derken… sonrasını bıraktım. Hiç bitmeyecekmiş gibiydi çünkü. Evet, ben birini kaybettim ama giden, binlercesi… Binlerce hayat, binlerce kahkaha, binlerce gelecek sona erdi. Gitti. Binlerce ışık söndü. Sonrasında ne değişti? Bence hayat adına hiçbir şey. Giden gitti, kalanlar kolu kanadı kırık kaldı ama devam etmeye çalışıyor. Hep yazarak hafifletmeye çalıştım o acıyı. Kimi zaman Küçük Prens bile bazı satırlarıyla içimi ezdi… Dedim ki, yazarsam bu zehir akar gider. Dedim ki büyümek böyle bir şeymiş.                     Bunları yazmışım bir köşeye bir tarihte:     "21 yaşımın ortasında taş gibi duran kocaman acı, 10 yaşına bastı... Ben büyüdüm, o da büyüdü. Bazı yerlerden geçemedim, o da geçmeden gizlendiği köşede bekledi. Vazgeçmedi. Tökezledim. Durdu. İzledi. Güçten düştüm, 'Dayanamam, bırak beni' dedim, yılmadı. Bıkmadı, usanmadı. Biraz küçüldü sanki. Ya da bana öyle geldi.  Alıştım mı? Belki de. O da bana alıştı. Biliyor ne zaman usulça içeri süzüleceğini. Artık benim parçam oldu. Bugün çıktı yine köşesinden. Doğruldu yavaş yavaş. Gözümün kenarında duruyor aşağı yuvarlanmajk için, içimin bir köşesinde dikiliyor her seferinde kabarmak için..."       
Sonra şöyle demişim:             
"Bazen diyorum ki, 'Neden içimde bir sıkıntı var durduk yere?' Sonra bakıyorum takvime... Diyorum, 'Demek 1 yıl daha geçmiş...' Olur da şuursuzca gülümsüyorsam, bir anda donuveriyor suratımda. Ömürler geçiyor. Ve bu tarih, taş gibi duruyor hayatın ortasında bir yerde, tüm ağırlığıyla... Kelimeler, isimler, anılar, kokular, yüzler, şarkılar ortalıkta uçuşuyor. İzmit, Değirmendere, tahta heykeller, dev bir muma benzeyen Tüpraş, sahil; sonra kırılmış bir gitar, yan çadırdaki bebek çığlığı, denizdeki ağaçlar, dönmedolap, parçalanmış bir fotoğraf, bir avizenin parçası ve smile... Biliyorum, ordasınız."
 
Bugün artık hissediyorum, sanırım o taşı kaldırdım hayatımın ortasından. Ya da alıştım, kabullendim. Yükü indirdim sırtımdan yere. Büyüdüm, olgunlaştım belki. Bilmiyorum. Ama eskisi kadar acıtmıyor. Hayatımı paylaşmaya karar verdiğim kişi sayesinde onardım belki de kırık dökük yerleri…  Gidenlere huzur, kalanlara sabır dileyebiliyorum sadece.

14 Ağustos 2011 Pazar

Neşeli Günler

Tipik pazar günü... Yemeğimi  yedim, banyomu yaptım, televizyonda "Neşeli Günler" var ama ben çok yorgunum. Yeni evi yerleştirmeye çalışmak, temizlik yapmak, iki evi toparlamaya uğraşmak, oraya buraya koşturmak yordu. Uyumak istiyorum.

Filmde Mürüvvet Sim'in Ayşen Gruda'ya dediği cümle dağıttı akşam akşam: "Nikahtan önce acık ellet ama çok da elletme, almaz sonra seni bak". Ayşen Gruda da, tenhada sıkıştıran Şener Şen'e diyor: "Annem nikahtan önce göster ama elletme dedi."

Film yüzünden canım gece gece turşu suyu istedi iyi mi, limon sirke fark etmez.


12 Ağustos 2011 Cuma

As tears go by

Hey gidi Marianne Faithfull, bu şarkını pek severim. Burada ne kadar tazecik ve durusun...




Açıkhava'ya geldiğinde, sahneden geçen kediye bakıp gülümseyişin, kendinle "Mick'le yattım, evet. Aslında, aslında tüm Rolling Stones'la yattım, ha ha" deyişin geldi yine gözümün önüne.

Ne demişim daha önce senin için, bir bakalım.

"Sesinde yaşanmışlık, acı ve kekremsi bir şeyler var bu kadının... Buğulu, sisli bir şeyler... Sadece sigara ve yaşlılık etkisinden farklı bu. Sahnedeki zarafetinde, kendine olan güveni ve kendiyle dalga geçebilen rahatlığında da aynı çekicilik var. Açıkhava'da o şarkı söylerken sahneden salına salına geçen kediyi süzüşü, sigarasının dumanını savuruşu, şarkıyı söylerken yaşayışı, 'Mick'le yattım evet, tek tek saydırmayın bana, aslında tüm Rolling Stones elemanlarıyla yattım, ha ha' derkenki hali bana bayağılık hissettirmedi nedense. Gülümsedim. Aristokrat, genç ve çok güzel bir kadın ile rock dünyası... Ne tezat değil mi? O yüzden Babylon'da 'Kendim için söylüyorum' diyebilen, sigarasını yakmak için yarışılan bir kadın bu. Tarzı, kendine güveni var... Yaşı ne olursa da öyle kalacak... Sahneye de yakışıyor, 'Irina Palm', 'Paris je' taime'de izlediğim kadarıyla beyazperdeye de... Ayrıca 'Hold on hold on' ve 'Children of stone' dinlenmeli..."

11 Ağustos 2011 Perşembe

Tebdil-i mekanın ferahlığı

Anane cephesinde haberler iyi, çok şükür... Annem ısrarla "Gelme sakın hastaneye, işlerinizi halledin" dedi, çok kararlıydı bu sefer; itiraz edemedim. Ananeyi yürütmüş bile doktor, acayip sevindim.

Hastaneye gitmeyince, iş çıkışı buluşup pazara gittik. Pazardan nevaleyi düzdük. Kabağı biraz abartmışız, iki kilo kabaktan zeytinyağlı kalye yaptım; ellerim kertenkele derisine döndü. Visitors hesabı, yeşil yeşil. Neyse, sebze iyidir. 

Onun dışında, eski evle yeni ev arasında mekik dokumaya devam. Zaman azalıyor. Yakında eski evi (şu üstünde deli oturan) tamamen terk edip yeni bir eve taşınacak, yeni bir hayata başlayacağım. Pek uzunmuş gibi gelmese de, 4-4.5 yılım geçmiş bu evde. Pek sevdiğim, kutu kutu pense, babane ve hala yadigarı ev... Her yere yakın, düz ayak, minik evceğizim. İlk kez tek başıma yaşadığım ev. Kafamı sokup "Oh be, istediğim gibi yatar kalkarım, ister dağıtır ister toplarım" dediğim ev. 

Yurtta, anane ve bir aile dostunun yanında kalma deneyiminden sonra, yalnız yaşama hayalinin gerçekleştiği ilk yer. Üst kat komşuları yüzünden mutfağını su basan, Berlin'e gideceğim akşam balkonu üst kattakinin molozlarıyla dolan, banyosunun tavan boyaları rutubetten kalkan, bir tek balkonu esen, üstünden deli komşusu eksik olmayan bu ev. Olsun, rahat ettim burda. Ayağım kırılınca hele, 3 ay hiç ayrılmadan kaldım evceğizimde.

Bazen sığındım buraya, "Oh be" dedim, "Evceğizime geldim, tüm  o sevimsizlikler dışarıda kaldı" deyip kapattım kapımı içeriden, bazen de anahtarı çevirip sıkıntılı bir yalnızlığa açtım aynı kapıyı, içime kapandım.Bazen arkadaşlarım geldi, yemekler yedik, şaraplar içip sohbetler ettik, sarhoş olup delice dans ettik. İstanbul'a yolu düşen dostları ağırladı bazen. Anlar, anılar biriktirdi, bir de bir sürü eşya... Şimdi boşaltmaya başlayınca, ordan burdan bir  sürü unutulmuş şey çıktı. Saklasam mı atsam mı? At gitsin, yenilerine yer açılsın. Yeni anlar, anılar biriksin...

Şimdi ise bu kibrit kutusu kadar minik şirin evden, daha ferah ve esintili, aydınlık ve geniş bir eve taşınıyoruz; iki kişi olarak. Bekarlıktan evliliğe doğru çeviriyorum bu kez anahtarı. Bakalım şimdi nasıl olacak? Yine heyecan, merak :) Tebdil-i mekanla tebdil-i hayat bir arada. 

Umuyor ve diliyorum ki,  her şey çok güzel olacak ;)

Altın Kızlar fıstık gibi

Bugün İstanbul’da gökyüzü simsiyah… Deli bir yağmur yağıyor ve dışarısı vuuv vuuv uçuruyor. Ağustos sonbaharı... Neyse ki, yağmurluğumla şemsiyemi bulabildim evde.

Dün öğlen ofiste ananemin ameliyat sonucunu beklerken, müdürümden şöyle bir mail geldi. “Öğleden sonra izinlisin, annenle anneannenin yanında ol”. Bi şaşırdım, o sırada annem arayıp ameliyatın iyi geçtiğini odaya çıktıklarını söyledi, içim ferahladı.

İşlerimi halledip hastaneye koştum, anneannem iyi görünüyordu. Ameliyatı iyi geçmişti, ayak parmaklarını oynatabiliyordu ve morali de yerindeydi. Kırıktan kaynaklı ağrısı dinmişti. Anestezi sonrası bol su içmesi gerekiyordu.  Sadece geceliğini çıkarıp da üstüne bir çarşaf örtmelerinden mutsuzdu, "Ay oram açıldı, aman buram göründü" diye dertleniyordu. Sanırsın hastanede yatmıyor da, yanlışlıkla striptiz kulübe gelmiş taze! 

 
Odadaki “Altın Kızlar”ın hepsinin de kalça protezi ameliyatı iyi geçmişti. Ben gidince, annem biraz olsun dinlenmek için uyumaya gitti. Nöbeti devraldım, yemek yedirip bir şeyler içirirken ve minik egzersizler yaptırırken, şöyle diyaloglar geçti ananemle aramızda:

-    Üf, kavun da hıyar gibiymiş
* Ananecim boşver, tatlı olsa yanına peynirle rakı da koyarlardı, yemene bak sen
-     Ehm, aman

-  Ay, daha fazla içemicem su
Olmaz, doktor ne dedi, 2-3 litre içmen lazım
- E ama çişim geliyor!
* Sonda vaar, sal gitsin

*Ananee, evet evet, oynatalım parmakları Uğurcum
(Sadece uçlarını kıpırdatıyor tembel)
* Olmazz, böyle bilekten bükeceksin, öne arkaya, hop bir ki, hop bir ki!
- Cimnastikçi miyim ben?!

10 Ağustos 2011 Çarşamba

İyi dilekleri üfledim avcumun içinden sahibine doğru

Bugün anneannem ameliyat oluyor. Ameliyattan önce konuştum, morali fena değildi. Haliyle endişeliydi. Ameliyat öncesi, kolay bir süreç değil. İnsan kendini o bembeyaz yatakta küçülmüş, tedirgin, çaresiz, ürkek ve endişeli hissediyor... Sonrasını merak ediyor. Umarım çok güzel geçecek ameliyat ve iyi haberler alacağız.

Dualarım ve tüm iyi dileklerim onunla... En kısa zamanda iyileşecek inşallah.

Canım neşeli bir şeyler dinlemek istedi. Şu anda albümünü dinlediğim grup Zaz'dan gelsin. 

(Solistinin sesini Edith Piaf'a benzetiyorlarmış. Bence daha enerjik ve neşeli şarkılar söylüyor Zaz.)





9 Ağustos 2011 Salı

Şöhretler Bulvarı'ndan istifa

Yazıdan emekli olabilir mi insan? Yazarlar bile oluyor, neden olmasın? Salinger gibi “Yazarım ama yayınlatmam” demek de mümkün. Ya müzikten? Hepsinden olunur. Bazı zalımlar analıktan babalıktan, karılıktan kocalıktan bile istifa ediyor. Adamın işi oyunculuksa, neden belediyeden emekli olan başka bir çalışan gibi bırakma şansı olmasın? Mezara kadar mı bu meretlerin son kullanım tarihi?

Teoman müziği bırakacağını açıkladı, ortalık gargaraya kesti. “Yok, döner o döneeer” diyenler, “Aay, reklam yapıyor” diye burun kıvıranlar… Size ne yahu? Sıkılmış adam, yorulmuş, bıkmış. Bırakır gider. Canı ne isterse onu yapar. Olamaz mı? Başka şeyler yapmak istemesi normal. Deklare etmesine gerek yoktu sadece. İntihar notu misali mektuplar yazmasaydı, iyiydi. Neyse...

Şarkı yazıp söylemenin bedeli, akşam arkadaşlarınla bara gittiğinde paparazzinin birinin, gelip de senin kıçını ellemesi olmamalı. Timuçin Esen'e de yapmışlardı benzer rezilliği. Sonra vay efendim “Alkol fena bir şey, ekmek parası için çalışan muhabiri yumrukladı, şok şok şok” martavalları… Önce kışkırt, sonra kamerayı burnuna tut, sonra “Cık cık” diye ayıpla. Bir takım salaklar da bunları, salyası pabucuna dolarak izlesin. Kolay nane değil hakkaten.

Audrey Toutou da yakında sinemayı bırakacağını açıklamış. Ben büyük dalgalarda sörf yapmak istemiyorum. Üstüme geldiklerini hissettiğimde, sörf tahtamı alıp, yüzerek sahile geri dönerim. Çünkü bana uymaz, hayatımı böyle yaşamak istemiyorum.” demiş. Kız haklı beyler, sanatla uğraşmak (oyunculuk olsun, yazarlık olsun) birçok insanın hakkınızda ileri geri konuşmasına, merakı taciz noktasına taşımasına hak tanıyor. Bunaltıcı bir fanus içine sokup amiyane tabirle “halkın malı” yapıyor. Ama çok saçma bir şey öte yandan.

Belki adam hep aynı şeyleri yaptığını düşünür oldu, tüketti bir şeyleri… Olamaz mı? Şöhret bazılarının sandığı gibi vazgeçilemeyecek kadar şahane bir şey mi? Bence değil. Bazıları hırsla, doymak bilmeden en tepeye tırmanmak ve orda biraz daha fazla kalabilmek için kendini yırtarken, bazısı gibi tevazu gösterip “Yapabileceğimin en iyisini yaptım, hadi bana eyvallah” diyebilmek erdemdir bana kalırsa.

Düşünüyorum da Elif Şafak bir sonraki kitabının tanıtımı öncesinde “Yazmayı bırakıyorum” diye patlatsa balonu; millet birbirini ezer, çocuğunu keser allah muhafaza. 



Radikal’deki haberin girişinde dediği gibi: 

“Kimisi şair Arthur Rimbaud gibi erken keşiften bırakır. Kimisi ‘medeniyet’ten daralır. Ressam Gauguin gibi Tahiti’ye, müzisyen Ergüder yoldaş gibi Büyükada’ya sığınır. Kimisi büyük yazar Melville gibi anlaşılmamaktan usanır. Kimisi efsane futbolcu Eric Cantona gibi ‘Gelebileceğim en iyi yerdeyim. Yeni ufuklara açılacağım’ der gider. Kimisinin ressam Marcel Duchamp gibi bir fikri kalmamıştır artık söyleyecek. Kimisi Oscar Wilde gibi yaza yaza bitirmiştir her şeyi.”

Sebeplerin ne önemi var, bazen bırakabilmeyi bilmek gerekir. Kendini dinleyip başka denizlere açılmak, “halkın malı” olmaktan istifa edip kendi içine bakabilmek… “Tebdil-i mekanda ferahlık vardır” demişler. Tebdil-i hayat da fena olmasa gerek.

No excuses

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Face-bok

Facebook denen nane hakkındaki fikrim pek net değildi bugüne kadar. Yani ne memleketi orası aracılığıyla kurtarmak isteyenler kadar ciddiye alıyor, ne de her şeyini ifşa edip kendi yolladıklarını beğenen "Çok güzel çıkmışsın cicim"ci şuursuzlar kadar hayatımın içine sokuyordum.

Ama artık iyice emin oldum fikrim konusunda. İfşa ve riya. Teşhir. Özeti bu. Facebook'taki "Doğum günün kutlu olsun", "Geçmiş olsun", "Tebrikler" ve "Başın sağolsun" cümleleri, bir  telefon bile açmaktan aciz "yakın" arkadaş addedilenlerden geliyorsa, gerçekten sevimsizdir. Samimiyetsizdir, ayıptır.
 

Un ufak...

Hasta bakma konusunda pek bir deneyimim yok. Olmaması işime gelirdi zira yüreğim pek kaldırmaz ama, bazı şeyler zamanla giriyor insanın tecrübe çarkına. Elden gelmesi mecburi hale geliyor. Salaklaşma hakkın olmuyor.

Dün çıldırtıcı veletlerle dolu Ikea'dan yeni eve bir şeyler alırken haber geldi, anneannem kapının orda düşüp kalçasını kırmış. Bir anda allak bullak oldum. Koşturduk hastaneye, röntgen, tomografi ve Acil Servis sevimsizlikleri... Canı çok yanıyordu belli. Bir de nasıl yatacağım, ne yapacağım, tuvalet işi ne olacak, herkesin de başına dert oldum diye kendini üzmesi, iyice içimi cızlattı.

Yaşlılık, yalnızlık zor zanaat. Elimden geldiğince yanında kaldım. Hiç bırakmadım elini. Onu annem dışında kimselere emanet edemezdim, annem ise yoldaydı.  Acil Servis'ten odaya çıktı. Oda arkadaşlarından ikisi de kalça kırığından muzdarip. Biri banyoda düşmüş de kırmış, biri düşmemiş bile. Osteoporozdan un ufak olduğu için kemikler, muhtemelen kırıldığı için düştü; düştüğü için kırmadı kalçasını. Yaş ortalaması 80.

Titizliğini bildiğim için önce evden bir bavul dolusu eşya topladım. Pijama, gecelik, terlik, çamaşır, çorap, ilaçlar, kolonya,  sabahlık, yemeni... Hepsini doldurdum bavula.  Sonra geldim koştura koştura.

Odada giydirme, yemek yedirme, çarşafı değiştirme, tuvalet konusunda yardım, bez bağlama, sürgü denen meret... Bunların hiçbirisini yapabileceğimi bilmezdim, ama iş başa düşünce insan içgüdüsel bir şekilde profesyonel refakatçi oluveriyormuş hastanede. Her şeyi hemen öğrenmek zorunda kalıyormuş. Kantin nerde, yatağın eğimi ne olmalı, hademe kaçta ortalığa çıkıyor... Hasta bakıcı, hademe yardımı çok mühim. Yer varsa kenarda, yoksa sandalye tepesinde kıvrılıp uyuma, yemek yedirme (bu arada pipet, çorbada ve çayda ne işe yarar bir meretmiş), bezi alıp takma, yatağa bilmemne örtüsü serme... Hepsi öğreniliyormuş. Derdim bunlar değil.

Yeter ki anneannem iyileşsin, takılan protez işe yarasın, emboli riski olmadan eski sağlığına kavuşsun. Tek dileğim; o beyaz yatakta çaresiz, küçücük bir bir çocuk gibi yatan ve sürekli başkalarına yük oldum diye üzülen yaşlı kadının, canımızın  bir an önce iyileşmesi... Türlü maymunluğu yaptım, tahlil için gereken şey için şıır şıır efekti dahil. Dedim sen hiç üzülme, nikaha gelemezsen ben gelinlikle buraya gelirim, görürsün bizi de, dert ettiğin şeye bak diye. Canım tontişim...

Gece hiç uyumadı. Hem hava çok sıcaktı, hem de ağrı kesici iğneye rağmen sancısı çoktu. O uyumayınca ben de uyumadım. Sabah 6'da haşlanmış yumurta, domates, çay ve ekmekten oluşan kahvaltısı geldi. Ha bir de kakaolu fındık ezmesi vardı, yalan olmasın. Peynir yok ama saralle var. Tansiyonu var deyince, tabağa koyduğu zeytinle peyniri de aldı adam. 

Eh napalım, serum da var şimdilik. Sabah nöbeti anneme devrettim, çamaşır yıkayıp uyuklamak için eve geldim. Akşam yine uğrayacağım.

Yazının özü: Süt için, peynir ve yoğurt yiyip kalsiyum alın; kemiklerinizi güçlendirin. Sevdiklerinize iyi bakın, yaşlıları üzmeyin. Onlar bize emanet.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Sil parlat

Yeni evdeki sabah mesaimiz sabah 8-8.5 gibi başladı. O saatte elektrik süpürgesi çalıştırıp komşuların nefretini paratoner gibi çekmek istemediğimden, buzdolabının içini temizlemekle başladım. Böyle tüm parçaları çıkararak, tek tek. Akabinde ustalar sökün etmeye başladı.



Bosch'çu amcalar fırınla bulaşık makinesini, bir takım tombul amcalar raydolabı getirip kurdu; sonracıma Teledünya'cılar her yeri delip tavandan kablo çekip çifte bağlantıyı yaptı, telefoncu amca telefonu bağladı (o epey uzun kaldı valla, bir ara bizimle oturacak sandım) ve en son da duşakabinci teşrif etti...

Curcuna gibiydi ev, ben de manyak kadınlar gibi elimde bezle koşturup durdum. Bir ara sokak kapısı açıkken, bir kadını paspasın ordaki ayaklı merdivenimize tırmanırken yakaladım. Tuhaf bir manzaraydı, göz göze geldik; kadın ilk basamaktan apar toper inerken "Kolay gelsin" diye kekeledi. Deli mi ne!

Sürekli bir "Karate Kid" sahnesi gibiydi günüm: Sil parlat, sil parlat... Sen süpür sil, sonra matkapla duvarları delsinler; her yer batsın, yine başa dön. Sevgili de prizlerle lambaları takıp mobilyaları kurdu, ben arada TV izleyerek kanepede uyukladım. Duşakabin panellerini devirip daha kurulmadan birini kırmanın vicdan azabıyla sızdım biraz koltukta, dinlendim. Sonra yine işe devam.

Ne zormuş la taşınmak! Ama ev, yavaş yavaş şekilleniyor gözümüzün önünde. Akşama kadar debelendik, sonra eksikler için hop Koçtaş. Puzzle lamba almak gerçekten kötü bir fikirmiş, ehm, değiştirmek isabet oldu. Bu arada, o mutfak güzeldi ha! Koçtaş, Ikea ve Bauhaus'u seviyorum. Tuhaf manzaralar oluyor, klozete oturan şişman teyze komikti mesela.

Şimdi ise yatay halde "Karayip Korsanları" izleyip dondurma yiyoruz. Orlando Bloom ve Johnny Depp kılıç şakırdatıyor. Ay, filmin müziğini atv haber o kadar kullandı ki, içim kıyıldı. Her yanım ağrıyor, ağrı kesici içip zıbarmak tek emelim. Yoruldum be.

5 Ağustos 2011 Cuma

Cum'a sevinmesi

Oh, sonunda cuma geldi. Bir an hiç gelmeyecek sandım. Hafta sonu, halletmemiz gereken işler dışında belki bir kaçamağa da göz kırpabiliriz, bakalım... Olmadı küveti enine, duşakabini dikine doldurup, suya tuz serperek dalacağım içine.




Anneannem, yazık hemen her akşam arıyor, “Evladım n’apıyorsunuz, halledebiliyor musunuz işleri, biz çok üzülüyoruz size yardım edemiyoruz diye”. Yav ne var üzülecek, elimizden geldiğince yapıyoruz işte. Kendimize göre, yavaş yavaş… Kimseyi yormak da istemiyoruz. İnsanın kendisinin uğraşması daha keyifli hem.

İşyerinde bir sürü bir şey oluyor, kendi işim dışında hiiiiçbir şeyle ilgilenmiyorum. Umrumda da değil zira. Kafamda evle ilgili şeyler oluyor çünkü. Zırvalayan olursa, cevabını alıyor elbet. İşimi yapıyorum, çıkıyorum hop, öbür işler…

Cuma şarkısı The Cure'dan gelsin. Evet, tahmin ettiğiniz gibi. 

4 Ağustos 2011 Perşembe

İskender, yoğurtsuzundan

Elif Şafak'ın yeni kitabı "İskender" üzerinden yine bir tartışma alevlendi. Tartışmanın nedeni, Şafak'ın kitabın kapağında erkek kıyafetleriyle poz vermesi. Aslında bu mevzular, Orhan Pamuk'un kitaplarıyla başladı. O zaman da Pamuk'un bir kitabının (Kar'dı galiba) tanıtımında billboard'ların kullanılması tartışılmıştı. Sanırım reklamın iyisi kötüsü olmaz hesabı, "Tartışmanın iyisi kötüsü olmaz, yeter ki kitap konuşulsun" deniyor.



Efenim edebiyat meta mıdır sanat mıdır, halk için midir yoksa sanat için mi sanattır tartışmaları uzar gider. Şöyle de bir gerçek var, kitaplar (genelde best seller tabir edilenler) artık marketlerde satılıyor. Benim tuhafıma giden ilk manzara, kötü bir çeviriyle mahvedilmiş Rus klasiklerinin marketteki bir sepette alt alta üst üste, uyduruk ev terlikleri gibi sunulmasıydı. Canım sıkılmıştı ne yalan söyleyeyim... Yani zeytinyağı, tuvalet kağıdı, kıyma, yoğurt derken poşette bir de "Ecinniler". Hoş mu yani? Değil.

Elif Şafak ve "İskender" mevzusuna gelince... Kendisini pek sevmem. Halinden tavrından hoşlanmam, yapmacık bulurum. Samimi değil bana göre. Her kitabından önce yaratılan tartışmaların, tamamen planlı provakasyonlar olduğu zaten apaçık belli. Bir arkadaşımın hediye ettiği "Baba ve Piç"ini okumuştum, fena değildi. Kurgusunu sevmiş lakin düğümünü, serimini önceden tahmin ettiğim için öyle aman aman bayılmamıştım.

Yine bir başka arkadaşımın hediye ettiği "Aşk" kitabını ise hala okumadım misal. Popüler matbuata zaten gıcığım. Elim gitmiyor yahu! Yok pembe kapak diye erkekler okuyamıyormuş, gri kapakla yeniden basıldı filan. Üstüne de Ayşe Arman'ın her yeni kitap sonrası köpürtülmüş, kadınlık hallerine dokunma derdindeki, süslü fotoğraflar iliştirilmiş fiks röportajları...

Sonra annelik, ah o zehirli içgüdü, kara süt bilmem ne... Söylediklerini hiç samimi bulmuyorum. Her şey pazarlama stratejisi içinde planlanıyor. Eskiden büyük bir yayınevinde çalıştığım için biliyorum bu medya planlarını, ince ince hesaplanıyor hepsi... Güzelliğine kapılıp da ağzından çıkanları "bal" gibi huşu içinde dinleyenlerden değilim. Eyüp Can'la evlendikten sonraki değişimine, kocasının da Radikal'i mahvedişine ise hiç girmeyeyim...

Mesela Aslı Erdoğan'ı severim. Yazdıkları hoşuma gider. Zordur, kolay yutulmayan lokmalar gibidir ama yine de severim. Özellikle "Kabuk Adam", "Kırmızı Pelerinli Kent" ve "Mucizevi Mandarin"i. Aslı'yla defalarca röportaj yapmışlığım, öylesine kahve içip sohbet etmişliğim var. Gerçekten yazarken kapanan, kendini unutan, naif ve kırılgan biri. Süslü bir kariyeri terk edip zor yol olan yazarlığı seçmiş, iyi eğitimli ve başarılı bir yazar. Onca başarısına rağmen manşetlere çıkmasa da, bağırmak yerine fısıldamayı seçiyor aslında tavrıyla.

Kitapları pek az Türk yazarının eserini yayımlayan birçok yabancı ülkenin büyük yayınevi tarafından basıldı. Gazetelerin birkaçında ufacık sütunlarda yer buldu kendine bu haberler. Bu reklam şişirmelerinden konuştuğumuzda, "Kitabımı markette rastladığı ya da billboard'da gördüğü için almasın kimse, böyle bir şeyi istemem. Gerçekten okumak isteyenler okusun." demişti. Asla popüler olmak gibi bir derdi olmadı. Bunu kirlenmek olarak kabul edenlerden çünkü.

İşte bu yüzden, bu tartışmalarda ben edebiyattan ve yazıdan yanayım. Sadelikten ve tevazudan... Yani bu kadar köpürtmeye, reklama ihtiyaç duymamalı iyi yazı, iyi edebiyat. Bahaneleri de hazır: "Ama ne kadar çok kişi okursa o kadar iyi". E o zaman korsana da eyvallah diyelim. Kitap ucuzluyor, kaldırımda satılıyor, herkes alıp okuyabiliyor diye sevinelim. Hı?

İyi edebiyat, okuruna ulaşıp kendini zaten satar. Böyle şıkırdım ambalajlara, janjanlı paketlere, erkek kılığında poz vermelere filan ihtiyaç duymaz. Bağırmaya gerek yok, asıl silah yazı olmalı. Sözcükler...

2 Ağustos 2011 Salı

Bi susun la

Ofiste yine kedi bokunu örter misali gizli kapaklı işler peydah oldu. Kapalı kapılar arkasında bitmeyen dedikodular… “Biliyor musun, neler oldu?” diye başlayan, kötü niyetli dedikoducu teyze zırvalarını duymaktan bıktım. Bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum yahu! Anlatma bana. Ben bilmeyerek mutluyum lan! Beni de zehirleme yani. Bir de “Ben biliyorum sen bilmiyor musun, auuuv yazııık” havaları… Böyle tipleri pire gibi üstünden silkeleyip çıt çıt ezmek istiyor insan. Sevgi kelebeği havasındaki kötücül, pis haşereler…

Ofis hatırası

Bilmemkim 2 ayda 2. terfisini almış ama kimse bilmesinmiş, çok gizliymiş. Öbürü doktoraya başlayacakmış ama normal işe gelmeye de devam edecekmiş, aman onu da kimse bilmesinmiş. Bu ne gizlilik be? Ve niye? Hak ettiyse terfisini gizlemezsin, demek ki bi bokluk var. Doktora yapmak için işini sallamayacak, diğerlerine haksızlık olmayacaksa, bunu da gizleme gereği duymazsın.

Kirlendiğini hissediyor insan bu saçmalıklarla. İstemiyorum duymak, bilmek, öğrenmek… Böyle mutluyum ben be.  Bir de herkesin bildiği ama bilmiyormuş gibi yaptığı şeyler var ki, evlerden ırak. İkiyüzlülüğün dik alası.

Ben işimi yapıp mesaim bitince de koşarak çıkmak istiyorum, başka bir derdim yok. Şalteri kapatıp evime, sevgilime ve kedilerime kavuşmak istiyorum. Beyin kıvrımlarımı, pis lavabo borusu misali bunlarla doldurup tıkamak istemiyorum. Bu kadar mesai yapılır mı bunları öğrenmek için? Kıvranıyorsunuz öğrenmek, akabinde "Top secret" koduyla başkasına yetiştirmek için.

Dedikodularınız, kapalı kapı arkası süprüntüleriniz sizin olsun. Bunları bilmek gibi bir derdim yok. “Niye en son ben öğreniyorum lan?” diye bir derdim de yok. Ne ka gereksiz bilgi, o ka baş ağrısı… Bildikçe midem bulanıyor. “Ignorance is bliss”. Nefis.

400. [Oha, o kadar olmuş mu? He ya] blog yazımda bu çok mühim mevzuya parmak basmaktan mutlu muyum? Amaan...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Çocuktum ufacıktım

Bir arkadaşımla çocukluktan konuşurken, çocukken neler yapmayı sevdiğimi düşündüm.

Annemin bir kuzeni vardı mesela, benden küçük. Anneannemin evinde onunla isim şehir hayvan'ın sadece isim versiyonunu oynardık. Alfabeyi içimizden sayıp öbürünün dur dediği harfle bir sürü kız erkek ismi yazardık. Defterler dolusu. Ben bir süre sonra sıkılıp uydurmaya başlardım. Bu kuzen küçükken sevimliydi,  büyüdükçe sevimsizleşti; sonra da sevimsiz bir herifle evlendi zaten. Neyse, bu isimlerle dolu defterler n'oldu bilmiyorum, anneannem sobada yaktı büyük ihtimalle.

Bir de ince borulardan yapılmış son teknoloji tüf tüf tüfeklerimiz vardı. Sağlam ciğer isteyen bir teknoloji. Bir ara ben evde uhu yapmaya merak salmıştım, onu hatırlıyorum. Ağaçlara tırmanıp tırmanıp reçine topluyor, onu kendimce bir takım kimsayal işlemlere sokuyor, ancak beni zengin edip de çikolatalara boğacak randımanı bir türlü alamıyordum. Pes etti girişimci ruhum.



Akabinde çamurdan kaplumbağa yapma işine girdim. Gerçek kaplumbağa izleyip örnek alayım derken bataklığa düşüp annemden "Hayatımın güveleri" nidalarıyla papara yiyince, sanatçı ruhum da yara aldı.

Abimle zeytinyağına bulanıp kıspetimsi bir şeylerle yağlı güreş müsabakası düzenlememiz ise, annemin günden erken dönerek ikimize birden kaynamasıyla son buldu. Allahtan yağ, kaçma kısmında işe yaradı. Zira ben tabure üstüne çıkıp lavaboda temizlenmeye fırsat bulamadığımı hatırlıyorum. Profesyonel spor hayatım, sonraki yıllarda kayak ve basketbol ile devam etti.

İlkokul 1'de ise oturduğumuz lojmanın terasında gazete çıkarıyorduk. Yayın yönetmeni bendim. Elle yazıp teksir makinesiyle çoğaltıyorduk. Mis ispirto kokusu. Mahalleden, okuldan, lojmandan haberler, dedikodular filan. Ne bileyim işte, köpeğini kendi tarağıyla tarayan amca, yaşını saklayan ve her tarafına kelebekler takan teyze vs. Gazete şablonunu bile elle çiziyorduk. O günlerde gazeteci olacağım belliymiş, lakin bir kopya bile saklamadığıma pişmanım. Hey gidi... Sonra tayinimiz çıktı, gazetenin akıbeti n'oldu bilmiyorum.

Bir de rastladığım her yavru kediyi annemden gizli besleme çabalarım, uzun yıllar devam etti. Okul çantamın içinde yaşadı tekir bi  yavru epeyce.  Hayvana yemekteki payımdan köfte yedirip yedirip su vermeyi akıl edemiyordum. Neyse ki suç ortağım babam akıl etti de, hayvan kurumaktan kurtuldu. Boyu kadar yoğurt kabı dolusu su içti zavallı. Çantaa uyuyor, çantaya işiyordu. Oy oy...

Ha bir de öğle uykularından hiç hoşlanmazdım. Yuvada bile kalkıp oyun oynamak ister, herkesi uslu uslu uyur görünce baya baya bozulurdu sıkılgan bünyem. Annemlerin dikiş kursundaki defilede avaz avaz ağlayıp podyuma çıktığımı, sonra da podyumda herkes bana bakınca ne halt edeceğimi şaşırıp geri kaçtığımı hatırlıyorum. Ne salakça bir hevesmiş, halbuki hiç haz ettiğim/özendiğim bir şey değildir mankenlik filan.

Onun dışında ilkokulda aşık olduğum Şükrü'yle boksörcülük oynarken çocuğun sallanan dişini yerinden çıkarmış da bir insanım. Hem de iki parmaklı puf eldivene atkı dolayıp... Hiç okulun şiir yarışmasında 1. olan, utangaç ve de okula yeni gelmiş kıza yakışıyor mu? Ayı yavrusunu severken öldürür misali, hoyrat davranmışım çocuğa. Zavallı Şükrü... Oysa o kadar da patates ve ip baskı yapmıştık birlikte.

Oy, durduk yere nostalji oldu ha. Düşüneyim bakayım, daha neler çıkacak çekmecelerden...

Deli deli kulakları küpeli

Deliydi, yumurtaydı, polisti derken, Ağustos da gelmiş çaktırmadan. Oy oy... Yorgun ve uykusuzum.

Dün gece yine polis geldi, artık 8'de çöp için kapı çalınması kadar normal bir şey oldu bu apartmanımız açısından. Memur beylerle don paça olmasa da, gecelik-yumuk göz müşerref olduk. Yatmıştık zira. Bir anda bütün komşular bizim kapıda masasız yuvarlak masa toplantısı yapmaya başladı. "Şöyle yapalım böyle yapalım, imza yetmez, yönetim istifa" filan derlerken, baktım mevzu mitinge doğru gidiyor, en heyecanlı yerinde "Ee biz yatıyoruz, çok yorgunuz" deyip kapadım kapıyı.

Deli de polis gelmeden hemen önce, tüm mahalleye balkondan ana avrat dümdüz gidiyordu. Uuu, ne küfürler... Su dökerek tabii, susuz olur mu? Oğlanlar içeri kaçışınca anlıyorum bir mevzu olduğunu, dikiyoruz maaile kulakları....

O halde Bright Eyes'dan bu şahane apartmanı terk edişim için gelsin: