29 Eylül 2014 Pazartesi

Ah Audrey


Zarafetin, iyiliğin, güzelliğin ve kırılganlığın sembolü Audrey Hepburn... İnsanın içini ışıldatan bir gülümseyişiniz var biliyor muydunuz? Ah, kalmadı sizin gibi ince ruhlar... Evde yavru ceylan beslemek, onunla uyumak nedir allahaşkına? Kapkara gökyüzüyle, sağanak yağmur ve fırtınayla geçen, tek güzel yanı dostlarla toplaşmak olan hafta sonundan sonra sabah sabah kocaman gülümsedim yemin ederim.





24 Eylül 2014 Çarşamba

Malkovich Malkovich

John Malkovich gerçekten acayip adam. Aktör olarak severiz, sayarız. Sonuçta içinde adı geçen bir film çevrilmiş büyük bir oyuncu kendisi. Ego şişmez mi? Şişer. Bkz. John Malkovich Olmak, ki bence o da az acayip film değildi. Bana normal hayatında da pek çatlakmış  gibi gelir hep. 

Şimdi de birçok ünlü fotoğrafçının çektiği unutulmaz fotoğrafta, fotoğraflardaki kişilerin yerine geçip aynı kareler için yeniden poz vermiş. Malkovich'le defalarca çalışan fotoğrafçı Sandro Miller, kendine ilham veren unutulmaz fotoğraf kareleriyle özel bir şey yapmak istemiş. Model olarak da John Malkovich'i seçmiş. Aktör uniseks bir model olmuş, makyaj, ışık, prodüksiyon vs hepsi çok başarılı. Serinin adı da “Malkovich, Malkovich, Malkovich: Homage to photographic masters.”  

Ama yani sadece poz vermek değil bu, başka bir şey. Resmen canlandırmış, yeniden yaşamış o anı, o kişinin suretine bürünmüş. Yaşsız, cinsiyetsiz bir insan gibi. Malkovich ifadeleri, mimikleri, duyguları şahane bir şekilde tekrarlarken, Miller da ışığı, kompozisyonu ve modu ustalıkla yeniden yaratmış. Bu arada fotoğrafların hiçbirinde photoshop kullanılmamış.

Göçmen annenin olduğu ilk kareyi gördüğümde şaşırıp "Aaa, ama bu kadın John Malkovich'e ne kadar benziyor" dedim. Kalanı da iyi, bizde böyle bir proje olsa kim bu kadar iyi performans çıkarır? Aklıma hiçbir isim gelmedi.

Gerçi Picasso'da Mazhar Alanson'u, Jack Nicholson'da da Özkan Uğur'u andırmıyor değil.

Sandro Miller, Dorothea Lange / Migrant Mother, Nipomo, California (1936), 2014
Sandro Miller, Philippe Halsman / Salvador Dalí (1954), 2014
Sandro Miller, Albert Watson / Alfred Hitchcock with Goose (1973), 2014
Sandro Miller, Victor Skrebneski / Bette Davis (1971), Los Angeles Studio, 2014
Sandro Miller, Andy Warhol / Self Portrait (Fright Wig) (1986), 2014
Sandro Miller, Gordon Parks / American Gothic, Washington, D.C. (1942), 2014
Sandro Miller, Yousuf Karsh / Ernest Hemingway (1957), 2014
Sandro Miller, Irving Penn / Pablo Picasso, Cannes, France (1957), 2014
Sandro Miller, Arthur Sasse / Albert Einstein Sticking Out His Tongue (1951), 2014
Sandro Miller, Arthur Sasse / Albert Einstein Sticking Out His Tongue (1951), 2014
Sandro Miller, Bert Stern / Marilyn in Pink Roses (from The Last Session, 1962), 2014
Sandro Miller, David Bailey / Mick Jagger “Fur Hood” (1964), 2014
Sandro Miller, Edward Sheriff Curtis / Three Horses (1905), 2014
Sandro Miller, Herb Ritts / Jack Nicholson, London (1988) (A), 2014
Sandro Miller, Diane Arbus / Identical Twins, Roselle, New Jersey (1967), 2014

Via
Burada da varmış.

22 Eylül 2014 Pazartesi

Babam ve lokma

20 Eylül, babamı kaybedişimizin birinci yıldönümüydü. Koştura koştura geldim İstanbul'dan annemin yanına. Babamsız bir yıl geçti... Çabuk geçti diyemem. Bu bir yıl içinde bir sürü şey oldu. Önce bebek haberini, sonra annemin hastalık haberini aldık. Birine üzüldük, endişelendik, diğerine sevindik, mutlu olduk; sık sık babamla olan anıları, eski günleri hatırladık, "Keşke yanımızda olsaydı" dedik, en çok da onu özledik. Hem de çok. Boşluğu dolmaz, biliyorum ama çare yok.

Babamın yokluğunda bir sürü şeye hayıflandım, ama en çok da torununu göremeyecek olmasına. Anneme dediği "Torunum olursa altını bile değiştiririm, hele bir de kız olursa" lafını her hatırladığımda burnumun direği sızladı. Eylül'le barışsam da, 20'si hep bir iç sızısı, baba özlemi artık.


Hayat sürdü gitti, kış oldu yaz oldu... Göbek dışarıda, bebek içeride büyüdü. Annem kemoterapi seanslarının sonuncusunu alacak yakın zamanda. Sonra radyoterapi derken iyileşip sağlığına da, saçlarına da kavuşacak. Ve birkaç aya da cimcime olacak ilacı.


İzmir'de güzel bir adet vardır bilir misiniz? Sokakta lokma dökerler. Önde koca bir kazanda yağ kızar, hamurlar içine top top atılır, hemen yan tarafta da şerbetlenip tarçınlanarak küçük tabaklara doldurulur ve dağıtılır. Bazen cumaları cami önlerinde, çoğu zaman da sokak aralarında. Ben de pek severim tatlıyı, babam gibi. Hep görür ama utanıp da kuyruğa giremezdim.

İzmir'e ilk geldiğimizde, baktım sokağın bir köşesinde millet yine lokma kuyruğunda. Utana sıkıla girdim kuyruğa, cebimde de az bir para var. Az alacağım, yeter diye düşündüm. Millet gibi elimde koca tabak ya da leğen yok. Sıra bana gelince lokma döken amcaya sordum, nedir borcum diye. "Borcun yok evladım, bedava bu; ye, afiyet olsun" dedi. Çocuk aklım bir türlü almadı, nasıl parasız tatlı dağıtılır diye. İki saat amcaya para vermek için uğraştım, o da ısrarla almadı.

Bu ve alttaki lokma fotoğrafı internetten
Burada isteyen, işte böyle hayrına lokma döktürür sokaklarda; mis gibi kokusu her yanı sarar. Gelenek böyle. Birinin cenazesi, mevlidi, adağı bir şeyi olduğunda lokmacıyla anlaşıp evinin önünde ya da istediği yerde lokma döktürür. Parası o kişiden, yemesi herkesten. İsteyen de sıraya girer, lokma tezgahının önünde adı yazan rahmetliye duasını eder. Kimi hazırlanan küçük kapla alır, kimi evlerden kendi kaplarıyla çıkar, sıraya girer; arabayla durup alan olur. Güzel gelenek. İstanbul'da milletin birbirine günahını vermediği düşünülürse...


Şimdiye kadar bir sürü lokma yedim İzmir'de hayrına, kim bilir kimlerin ruhlarına döktürülmüştü. Bu sene de annem, babam için döktürdü. Tatlıyı çok severdi babam. Tatlı yiyip milletin de ağzını tatlandırarak anmak istemiş annem onu. İyi de yapmış. En sevdiğim şekerci Cafer Erol'un şekerlerini de kattık gelen misafirlerin yanına.
Ruhuna gitsin, ışıklarla olsun; geride kalanların da ağzının tadı hiç bozulmasın. Sanki yine tura gitmiş ama bu sefer dönmemiş gibi hissediyorum ben hala; bu yazdıklarımı okuyormuş, o lokmaların tadına varıyormuş gibi. Çok acayip.

Dilerim sevdiği gibi yeşillikler içinde bir yerlerdedir. Sahil yürüyüşlerimizde gördüğümüz manzaralardan yolluyorum ona...


16 Eylül 2014 Salı

35'i bi tık geçmek


Takvimler yine geldi 16 Eylül'e... Sabahın bir körü ofisteyim ve ergenken (hatta hala) sevdiğim şarkılardan oluşan bir playlist dinliyorum. Led Zeppelin'den Lou Reed'e, Deep Purple'dan Pearl Jam'e uzanan... Bu da kendime doğum günü kıyağım olsun.



Bir sene daha yaşlandığımdan mıdır, babamsız ilk doğum günüm olmasından mıdır, pek hoppidi zıppidi hissetmiyorum bu sabah. Geçen seneki doğum günümde annemle gönderdikleri çiçekler kurudu ama hala masamdalar. Kutlamak için aradığında söyledikleri de kulağımda hala. 4 gün sonra gideceğini bilseydim, daha bir sürü şey söylemek isterdim ona o telefonda. Bir yaş daha aldım, yaş oldu 36; yolun yarısını ve 35'liği bi tek geçtim. Yolun ilk yarısı çok da fena değildi aslında, eksildim çoğaldım ve zaman geçti. 

Babamı erkenden alan, yakında kucağıma bir cimcime verecek olan hayat bundan sonrası için ne hinlikler planlıyor bilemiyorum, bilmemek de daha iyi bence. Yine de adeti bozmayıp dileğimi tutayım: Hepimiz için güzel şeyler olsun. Hayat sağlıkla, mutlulukla, iyilikle gelsin. Umudumuzu çoğaltsın, neşemizi artırsın. 

Sevdiklerim yanıbaşımda olsun, keyfimiz sağlığımız yerinde dursun. Cimcime de sağlıkla gelsin; mutlu, neşeli, vicdanlı ve iyi kalpli bir insan olsun. Eh, 36 da hoş gelsin sefa gelsin...




Yol Şarkıları'nda gördüm, Hüsnü Arkan'ın "Mino'nun Siyah Gülü" kitabından şu alıntı pek hoşuma gitti sabah sabah...

"Bir gün bana giden yolu tarif eder misiniz? Ben kendim ulaşmayı beceremiyorum; yokuş var, güven vermiyor bana. Sizin içiniz bile daha düz. Ve yakın. Yürüyebileceğim mesafede. Saçlarınızı aralayıp, ensenizden öpüyorum."

15 Eylül 2014 Pazartesi

Sen devam et çocuuum


Pek güzide bir anneymiş Mica Angela Hendrick... Kendisi ressam ve 4 yaşında bir kızı var. Başlarda Mica, kızını taslak defterinin yanına pek yaklaştırmıyormuş. Çünkü minik Myla'nın eline kalemi alıp tüm taslakları karalayacağını düşünüyormuş. Oysa çocuğun derdi, hepsine kendi yorumunu katmak.


Ve sonra bir gün, kızının ettiği laf kararını değiştirmesine neden olmuş: "Eğer paylaşmazsan performansa başlamak zorunda kalırız!" Annesinin sözlerini ona karşı kullanan Myla, Mica'yı izin vermeye mecbur bırakmış. Kızının, ilüstrasyonlarını bitirmesine izin veren Mica bir süre sonra bu işbirliğinden bir koleksiyon oluşturmuş.

Şimdi minnak Myla çizmeyi bitirince, annesi Mica boyamaları yapıyor. Mica, kızıyla olan bu deneyiminin sanat anlamında kendisine çok katkısı olduğunu ve muhteşem şeylerin oluşmasını sağlamak için kontrolü elden bırakmak gerektiğini söylüyor. Ortaya gerçekten pek de eğlenceli şeyler çıkmış. Bence ufaklığın çizdikleri çok sevimli, anneden gelen bir yeteneği olduğu kesin. Öte yandan, annenin böyle bir şeye izin vermesi de takdire şayan. Ben verebilir miydim bilemedim, siz?

Myla için günün sorusu artık bu: "Benim için yeni kafalar var mı?"