30 Mayıs 2011 Pazartesi

Pazartesi Bonanza'sı

Her şey bir tesadüfle başladı. Bir mesaj, bir kahve, bir yastık... Hayat tesadüflerle güzel.

Ne pismişsin sen be

Kafayı pornoyla, kasetle, yasakla, sansürle bozmuş insanlar var etrafta. Etrafta olsa iyi, tepemizde!

Özgürlük deyince akıllarına pornoya serbestlik gelen, şantaj kasetlerini "Eşiyle değil kiii" diye normalleştirmeye kasan, "3 hanım daha, eyidir eyi" diyen, "Yavrulayın 3'er 3'er, doğum kontrolü de neymiş" diye ünleyen... Slogan: Kabustu, gerçek oluyor!

Gidişat fena.



26 Mayıs 2011 Perşembe

Dream with the fishes

Pek sevdiğim, arada aklıma gelip izlediğim, 1997 yapımı bir film: Dream with the fishes.


Konusunu yazıp izlemek isteyenlerin hevesini kaçırmayayım.  Ama özetle her şeyden, en başta da yaşamaktan korkan sıkıcı bir ödlek gibi görünen adam bulduğu her yüksek yerden atlamaya çalışırken, yaşamak isteyen ve elinden bir şey gelmeyen adam (kaygısız fare) tüm yapabileceklerini 2-3 haftaya sığdırmaya çalışıyor...

Filmden bir replik:
Liz: "Dürbününle her şeyi göremezsin Terry. Bir kadın geceleri ağlıyorsa bu her zaman bir erkek için değildir. Bazen sadece, öylesine ağlıyordur kadın"



Bu arada, müzikleri nefis bir film Dream with the fishes. Soundtrack albümü muhteşem.




25 Mayıs 2011 Çarşamba

Tutunamayanlar


Kıymet bilmez ve paragöz hoyrat tavır, her yerde iç acıtıcı. Emek Sineması için yapılan onca gösteriye rağmen, tarihi değeri olan kültürel alanları alışveriş merkezi öğütücüsüne kaptırmak, sinir bozucu. Geri gelmiyor hiçbiri. Fotoğraflarda kalıyor o zarif halleri.

İnsanların bitmeyen bir yiyicilikle doldurduğu, yazın serin, kışın sıcak diye kalabalığa boğduğu alışveriş merkezleri için değer mi bunlara?

İstiklal'deki birçok kitapçının çorapçı-doncu olması kadar sevimsiz bir durum bu, dağ-taş AVM oldu yahu!

Pınar Öğünç'ün bir yazısını okudum bugün, içim acıdı. Yukarıdakine benzer bir hoyratlığa parmak basmış. Yurtdışında görüp de özendiğimiz, ama bizde bir türlü gerçekleştirlemeyen bir şeyi anlatmış. Misal ben Tezer Özlü nasıl bir evde yaşamış, o iç acıtan şeyleri nasıl bir yerde yazmış, o da Moleskine ve Lamy sever miymiş; Yusuf Atılgan aylaklığı yazarken yamacında kül tablası durur muymuş, merak ederim.

Yazarlarımızın, ressamlarımızın yaşadığı, önemli eserlerini ürettiği, soluk alıp verdikleri evleri yaşatmak yerine apartmana dönüştüren bir milletiz işte. Altına imza atacağım satırlara bırakayım sözü. Hay eline sağlık Pınar!

Oğuz Atay'ın evi de tutunamadı

"Aslında bunun edebiyatla hiç ilgisi yok. Ama vesilesini bulduğunuzda sevdiğiniz bir yazarın kişisel eşyalarını görmenin edebi bir yanı vardır. Çünkü tanıdığınız, en azından tanıdığınızı sandığınız insana dair hikâyeler kurmanızı sağlar. Kabı nasıl defterler tercih ettiği, hangi tür kalemle, nasıl bir daktiloyla yazdığı, ‘giriş’i içinizde duran bir öyküye şahsi ‘gelişme’ler eklemenizi sağlar. Hakikatle ilgisi var mıdır bunun? Edebiyat kadar işte…

Bizim memleketimizde sayısı fazla değildir, pasaportumuzla gittiğimiz ülkelerde görürüz daha çok. Yıllar, hatta yüzyıllar öncesinde yaşamış yazarların, şairlerin, sanatçıların müzeleştirilmiş evlerini gezersiniz. O esnada kesilmiş biletlerle, kimi girilmez ve dokunulmaz işaretleriyle ve belki bir turistik/didaktik faaliyeti daha ellerindeki listeden silenlerin mekândaki varlığıyla içiniz bir nebze bulansa da, o şahsa alakanız derecesinde saf bir edebi yolculuk yine sizi bekler. Her tür müzede aynalar beni fena eder; çok karıştırır kafamı.

Bir de evin içi kadar dışı vardır. Pencereden bakınca görünen… Değişim ivmesi düşük şehirlerde, işte o yazarla, o sanatçıyla aynı köşe başına, günün aynı saatlerinde aynı ağacın gölgesine bakma ihtimali vardır. Bu düşük ihtimaldir zaten iyi gelen insana.

* * *
Bir adres vereyim: Beyoğlu’nda, bir kez daha ‘Fransızlaştırılmış’ Cezayir Sokağı’nın üst başında, kıvrılsanız sizi Tophane’ye bırakacak Hayriye Caddesi. Numara 9, kat 2. Burası Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ı yazdığı yer. 1968’de büyük aşkı Sevin Seydi’yle paylaştığı daire.

Yıldız Ecevit, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Ben Buradayım...’ (Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası) kitabında, ‘Tutunamayanlar’ın Türkiye edebiyatı tarihinde nerelere tutunduğunun tahliline bu apartman dairesinden başlar. Hatta kitapta bu apartmanın bir de fotoğrafı vardır. Tıpkı Atay’ın, ilişkilerinin sona ermesi ve Seydi’nin Londra’ya gidişiyle geçtiği yine Beyoğlu’ndaki diğer ev gibi… Yeniçarşı Caddesi’nde 52 numaralı apartmanın dördüncü katı, Atay’ın bu ayrılığın travmasını unutmak için kendini tamamen eski model daktilosuna verdiği ve ‘Tehlikeli Oyunlar’ı yazdığı yerdir. ‘Hayatımım en kötü dönemi’ diye kendisi söyler.

* * *


Şimdi neden durup dururken bu Oğuz Atay’ın evleri bahsini açtım? Fotoğrafta gördüğünüz, ‘Tutunamayanlar’ın yazıldığı o binadan bir süredir balyoz sesleri geliyor. İçerisi tamamen boş, muhtemelen tamamen yıkılacak. Yerine en azından üç beş kat fazlasıyla, daire ederlerinin üç beş kez katlandığı havalı bir bina yükselecek.

İçini hiç görmüşlüğüm yok. Turgut Özben’i, Selim Işık’ın peşinde koştururken Oğuz Atay’ın yazı masasını koyduğu o oda ve arada o pencerenin önünde sokağa bakarak yaktığı sigaralar, hususi bir romantizm yaratıyor; her gün onlarcası yıkılan eski apartmanlardan daha fazla dokunuyor insana. Ama o kadar da değil.

İstanbul, lüks ve hijyenik yığınlarla siteleşerek, insansız düşünülmüş, çirkin ve tektip bloklarla TOKİ’leşerek büyürken, bildiğimiz şehir merkezi ise, 60’lı, 70’li yılların sapasağlam apartmanlarının sadece iki kat fazla yükselebilmek için dümdüz edilmesiyle birlikte tarihsizleşiyor. Şehrin dört bir yanında kimi apartmanlarda akşamları bir dairede toplanan ‘kat malikleri’, müteahhite versek mi oylamaları yapıyor. Bir verip iki alınmıyorsa bile, bu vesileyle salon biraz daha genişleyebilir, mutfak yenilenebilir, ebeveyn banyosu bile eklenebilir.

Kim kimi suçlayabilir? Siz soktunuz insanların içine zehri.
Bat dünya bat."

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Photo-blog



 Bir çift çirkin kem gözü unutmuşum, nazar boncuğu buraya da lazım :)


Sonunda Aspava gerçeğiyle tanışma anı, mmm...

Koko, kaşık öncesi :)

17 Mayıs 2011 Salı

Erguvan


Küçükken dayım, kuzenimle bana Boğaz kıyısındaki semtlerinin sırasını, İstanbul'da hangi mevsim hangi çiçeğin açtığını, sonra da hangi ayda hangi balığın yendiğini sorardı. "İstanbullu bunları bilmeli" derdi. Boğaz'ın semtleri pek değişmedi de, çiçek ve balık türlerindeki değişim üzücü.

Erguvanlar açtı, Boğaz manzarası renklendi. Konuyla alakasız olarak, Oya Baydar'ın Erguvan Kapısı kitabı vardır, o da pek güzeldir.

Lords of the rings



Hafta sonu rüzgar gibi geçti. İzmir esintisi.

Güzeldi, heyecanlıydı, keyifliydi. Gerilmedik, sıkılmadık. Neredeyse herkes herkesi zaten önceden tanıyordu. Aklımda kalanlar; kızlarla Kordon keyfimiz (ne iyi ettiler de geldiler), sevgilimi kapıda jilet gibi takım elbisesi ve elinde nefis bir çiçek buketiyle gördüğüm an, annemin yaptığı şahane yemekler, kahve-çikolata ikramı (valla tuz atmadım, kalabalıktı zaten), anneannemin patlattığı espri, aile büyüklerinin yaptığı güzel konuşmalar, (en çok da "Biz sizden kız değil, evlat istiyoruz, o artık bizim de kızımız, oğlumuzsa sizin de oğlunuz"), babamın söyledikleri, Frodo'nun görevini heyecanla yerine getirişi, yüzükler takıldıktan sonra yaşanan duygusal anlar, ailelerin birbirini sevip kaynaşması, leziz pasta, şahane zerde, arkadaşlarla balkon muhabbeti, abimin her şeye koşturması, ertesi gün iki aile hep beraber sahilde oturuşumuz ve günün anısı fotoğraflar...

Bizim gibi, sevdiklerimizin de birbirini sevmesi mutlu etti çok. Sırıtıp duruyoruz cumartesiden beri. Parmağımızda parlayan şeye bakıp bakıp bir daha sırıtıyoruz :)

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Dokunma internetime!

Yürüyüşte malum sebeplerden ötürü yoktum, ama sloganımı yazıp bir köşeye hazırlamıştım. 

12 Mayıs 2011 Perşembe

Bi sus be!



Dün akşam, sık gittiğim bir restoranda, çok acayip bir çiftin tartışmasına/didişmesine şahit oldum. Kamera şakası gibiydiler. Kız, belli ki cazgır bir şey, gözlerini aça aça, oğlana parmağını sallaya sallaya facebook’taki listesine eklediği kızların hesabını soruyordu. Oğlan da bir haltlar karıştırmış önceden belli ki, mimli; bir şeyler geveleyip duruyordu.

O kadar komik, öte yandan da o kadar sinir bozucuydular ki, karışık duygulara sürüklediler mekandaki herkesi. Kız acayip yapmacık, uyuz ve bilmiş bir şey gibi göründüğünden kamera aradım ben etrafta. İşin komiği hem didişip birbirlerini yiyorlar, hem de masaya gelen yemekleri götürüyorlar. Zehir oldu lan o yemek!

Kızın çemkirdiklerinden bir demet sunmak gerekirse:

  • Hayatında ben varım artık, hareketlerine dikkat edeceksin! (Parmağını oğlanın gözüne gözüne sallayarak)
  • Ben 26 yaşında karakteri oturmuş bir insanım, senin gibi bir öyle bir böyle değilim tamam mı? (Valla bana hiç öyle gelmedi)
  • Kim o kız, geçenlerde eklemişsin; yoktu o daha önce listende?? (Oğlum kaç, ısıracak)
  • Madem o şeylerin dışarıdan görülmesini sen engellemedin, şifren kimde var, kim yaptı o halde? Kenan denen o sevimsiz arkadaşın di mi? (Oo, arkadaşlarına da gıcık)
  • Ben sırf sen sıkılma diye nişan elbisemi seçerken, saçımı-makyajımı yaptırırken seni götürmedim, ama senin umrunda değil! (Yok, ağdana da götür adamı bir de)
  • Ya hala ne kadar umursamazsın ya, ne kadar vurdumduymazsın yaa! (Aha oğlan şimdi Hulk'a dönüşüp çatalı kızın burnuna sokacak)
  • Şifreni değiştirmişsin, neden değiştirdin?? (Belli ki her gün kontrol ediyor)
  • Ece midir Esra mıdır, bir daha onun fotoğrafına yorum yaparsan, bak görürsün ben sana neler yapıyorum o zaman! (Oo, bittin olm sen!)
Oğlan bir tek yerde “Yaa o liseden arkadaşım, o eklemiş” diyecek oldu, bir de “Yargısız infaz yapıyorsun” demeye yeltendi, hemen “Bana sesini yükseltme” diye fırçayı yedi! Sırf kızın sesi duyulduğundan oğlanın cevapları pek duyamadık restoran eşrafı olarak, mağduruz.

Arkalarındaki masadaki bir amcayla ben de ilgiyle dinliyoruz, nasıl şey be bunlar diye. Resmen o masaya doğru uzadı kulaklarımız. Amca arada gülüyor bıyık altından, fark ediyorum; ben de peçete altından sırıtıyorum yer yer mevzuya. Çünkü o kadar salaklar ki! Çirkeflik diz boyu.

Bir yandan birbirlerini, bir yandan garsonun ha bire masaya taşıyıp durduklarını yiyorlar. Kız oğlanı zaten yedi bitirdi! Dır dır, vır vır… Oğlan desen gek gük… Dedim içimden, sizin işiniz zor be! Boşverin o parmağınızdaki kalın alyansları filan, olmaz bu iş. Hey gidi, yuva yıkan Facebook! Hem de daha yuva kurulmadan.

Bir ara düşündüm, devamını dinlemek için bi künefe söylesem mi aceba diye. Pek heyecanlı yerde kaldıydı ben hesabı öderken. Amaan dedim, boşver! Kalktım sonra.

Birbirlerine zerre güvenmeyen, saygı duymayan bir çift; çift midir yoksa yan yana durmaya kasan iki tek mi? Bana ikincisi gibi geldi. Cık, olmamış bunlar dedim. Bir cacık olmaz bunlardan. Elmanın yarısını al, armudun yarısına yapıştır. Oldu mu, olmadı!

Facebook hesabını karıştırmak, cep telefonunu kurcalamak… ne saçma, ne zavallıca!

Neyse, böyleyken böyle. Birkaç gün buralarda yokum. Hayırlı bazı işler için İzmir’deyiz J Heyecan? Olma mı? İlla ki!



Bu da arkadaşın Anneler Günü'nde Alaçatı'da bulup eve aldığı kedi hanımla yavrusu. Nefis bir Anneler Günü hediyesi bence.
          

10 Mayıs 2011 Salı

Dürüm

Ne et ne tavuk :)

Barış Manço

Bir arkadaşımla eski Barış Manço şarkılarından konuşurken, ne zamandır dinlemediğim geldi aklıma.


İlk klip, 70'lerde enteresan psychedelic denemeler derken, Barış Manço'nun eski şarkılarını daha çok sevdiğimi ve özlediğimi fark ettim. Plaklar, kasetler...

Abim Barış Manço hayranıydı delicesine, bütün albümleri vardı kendisinde. Ben de sayesinde tanıştım. Sevdim. Ona az bulunan Barış Manço plakları arardım Kızlar Hanı'ndaki plakçılarda. Hatırlıyorum, odasında karanlıkta bu parçaları dinlerdi. Hüzünlenirdi. Ne geçerdi aklından, neler düşünürdü kim bilir...Eski şarkılardan laf açılmışken örnek de vereyim.

Misal Little Darling.

Mesela Dragonfly

Örneğin Gönül Dağı.

Efenim Bal Sultan. Ne güzel şarkıdır...

"Aşk ateşiyle yanmayan nasıl ocak yaksın ki
Çocukluk nedir bilmeyen nasıl çocuk baksın ki"

İlla Ne Ola Yar Ola.

"Yaşam denen uykudan uyanmasını bilen yar ola"

Binboğanın Kızı

Sonracııma Ham Meyvayı Kopardılar Dalından

Ve Gülme Ha Gülme.

Son Blue Morning Angel.

Hey gidi... Bir acayip oldum be!

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Severim, seversin, sever...

Bu resmi çok seviyorum, daha önce kullanmıştım; yine kullanmak geldi içimden.



Güzel bir hafta sonuydu. Hava nefisti. Hem Anneler Günü ziyaretleri, hem kendi işlerimizi halletme telaşı... Gerçi güzel telaşlar bunlar. İçimize sinmesi, sakin sakin çözülmesi en önemlisi. Epeyce bir şeyi hallettik gibi.

Hediyeleri yüklendiğimiz gibi düştük yollara. İyi dilekler birbirini kovaladı. Ziyaret ettiklerimizin yüzündeki gülümseme her şeye değdi. Aile ziyaretinden sonra anne olan bir arkadaşımıza gittik. Balkonundaki lavanta, kekik kokuları, bahçe manzarası eşliğinde güneşe verdik yüzümüzü, yudumladık kadehimizdekini. O güzel sessizlik akabinde hoş muhabbet iyi geldi.

Arkadaşlarla konuşurken, deli trafikte debelenirken düşündüm de, kaçıp gitmeli mi gerçekten?

6 Mayıs 2011 Cuma

Erken Anneler Günü kutlaması

Evet, biliyorum bugün Cuma. Şarkının adı da "Benim Annem Cumartesi", Anneler Günü ise Pazar.



Ama olsun. Tüm annelerin Anneler Günü şimdiden kutlu olsun!

Bandista'dan gelsin.

Mektup

Mektup yazmayı severim. Mektup almayı da. Bana gelenleri güzel teneke kutularda saklarım. Teneke kutuları da severim zaten. Arada aklıma geldikçe çıkarıp okurum o mektupları; yazıldığı günleri, o zamanlarda olanları hatırlamak hoşuma gider.



Bu zamanda hala yazan var mı bilmem. Bir-ikisini tanıyorum :) Dostum Ferminaanım'a yazarım. Bir de sevgilime. Onlar da bana yazar. Bazen de anneme, abime, babama yazarım. İçimden kime yazmak gelirse... Canım, o an kimi sevindirmek isterse...




Eskiden yılbaşlarında Unicef kartları da atardım. Zamanla yılbaşı kartı alışkanlığımı kaybettim. Ama üşengeçlikten. İnsanların posta kutularında fatura ya da saçma sapan pideci flyer'ları dışında bir şey bulmaları çok güzel bir şey bence. Romantik. Gülümsetici.

Dokunabilmek, defalarca okuyabilmek... Hoş.

Hmm, bu konuyu daha önce yazmış mıydım? Bilmem! De ja vu :)

Güzel fotoğrafların kaynağı/devamı için.

Cumalingo

Deniz'lerin idamı, yeşil parkaların anısı... 39 yıl, dile kolay.

Peşinden deli yağmur, rüzgar-fırtına, bu ne biçim Mayıs, Ahırkapı'sız Hıdrellez derken... bir tuhaf cuma işte. 

Ama dün akşam çok güzeldi; dayımlarda sohbet-muhabbet, kaynaşma... Sevdiler birbirlerini. Haftaya hazırlık :)

Neyse, TGIF!



Ferminaanım'ın hediyesi bir nefis bir parça daha gelsin cuma hatırına. Güzel yüzlü, hüzünlü sesli Adele'den, Rolling in the Deep.

Bu da bonusu, klibini pek sevdiğim Chasing Pavements.

Bu da nereden aklıma geldiyse, Phil Collins'ten Another Day in Paradise.

Mutlu cumalar...

5 Mayıs 2011 Perşembe

Mowgli's Road

Eğlenceli bir şarkı gelsin bugün, gelemeyen baharın şerefine.
Ferminaanım'ın "aylakcığıma bahar müziği" adıyla zat-ı alime hazırladığı karışık albümden çıktı. Müteşekkirim kendisine :) I levye.

Yav bu arada bi haminne yorumu yapmadan geçemeyeceğim; mevsimler de bi tuhaflaştı, sonbahar-kış-bu ne lan-yaz. (Kaynak: ekşi sözlük)

Efenim, Marina and The Diamonds'tan geliyor: Mowgli's Road.  

Buyrun bu da sözleri:

"cuckoo!

ten silver spoons coming after me,
one life with one dream on repeat,
i'll escape if i try hard enough,
till, king of the jungle calls my bluff,

oh lord, (oh lord)
i have been told, (i have been told)
i must take the unforsaken road (forsaken road)

there's a fork in the road,
i'll do as as i am told,
well, i don't know,(don't know don't know don't know don't know)
who...i want to be.

cuckoo!

you say y-e-s to everything,
will that guarantee you a win?
do you think you will be good enough,
to love others and to be loved?

oh lord, (oh lord)
now i can see, (now i can see)
the cutlery will keep on chasing me, (forsaken road)

there's a fork in the road,
i'll do as as i am told,
well, i don't know, (don't know, don't know, don't know, don't know)
who...i want to be.

we are the spoons, they're telling me
we scooped our way into your dreams,
to knock the knives out bloody cold,
and lead you down the unforsaken road.

there's a fork in the road,
i'll do as as i am told,
well, i don't know, (don't know, don't know, don't know, don't know)
who...i want to be"

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Pilav-zerde zamanı

Obi ile Yoda, koccaman oldu. Evde iki pars gibi dolanıyorlar.

Ve artık sünnet zamanı geldi, ponponlara veda... Kirveleri de hazır. Bundan sonra eğitim yani aşı masraflarını karşılamayı kabul etti kendisi :)

Not: Hıdrellez'e bir şey kalmadı, şu havaya bak! Deli gibi yağmur yağıyor şu an.
Coştu gökyüzü.


Ha, ne, nolii!
Horrr, zzz...



 

3 Mayıs 2011 Salı

Mesut olunuz


Behzat Ç. hastası olduğumu daha önce yazmıştım sanırım. Sevgiliyi de tiryakisi ettim. Pazar akşamlarını birlikte iple çeker olduk. 24 Nisan akşamı yayınlanan 30. bölüm hakkında bir sürü şey yazıldı çizildi. Gerçekten de ekrana yapıştıran, “Bi daha” dedirten bir bölümdü. Ama her şeyden önce savcı hanımla Behzat başkomiserin yakınlaşmasıyla tavan yaptı!

O sahne için.

Şimdi baktım da, HBBO da değinmiş mevzuya. Savcı hanımın cümlesi aslında çok şey anlattı. Komserimin de yelkenler su altına indi.  “Ne var, biz de mutsuz oluruz. Ben seninle mutsuzluğa da varım”  Evet, esas olan mutlu olmak elbette ama ondan da önemlisi, paylaşabilmek. Mutluluğu da mutsuzluğu da. Kimse biriyle mutsuz olmak için beraber olmaz.

Ama her zaman da mutlu olunmuyor hayatta, kabul edelim. Sürekli, her daim mutlu olduğunu söyleyenler ya sahte, ya Polyanna, ya yalancı, ya da hayal aleminde yaşıyor. Mutsuzluk, karşıdaki kişiye bağlı olmuyor her zaman, insanın kendi içinde yapışkan bir hal olarak var oluyor bazen. O yüzden biriyle paylaşılıyorsa hayat, mutluluğuyla mutsuzluğuyla paylaşılmalı. Aksi halde çoğunun kendi mutsuzluğunu karşısındakine yamamaya çalıştığı durumlar da var. “Beni sen mutsuz ettin” en kolay kılıf, çoğu zaman da gerçek şu: “Hayır, sen her daim mutsuzdun, benimle mutlu olmaya bile çalışmadın”. Çaba, emek lazım…

Ben birini seviyorum, onunla mutluyum; ama mutsuz olduğum zaman da onunlayım. Bazen mutsuzum ya da mutsuz diye ondan uzaklaşmıyorum, elimden geldiğince mutlu etmeye çalışıyorum onu, ama eğer elden bir şey gelmiyorsa da bir süre kendi haline bırakmalı insanları. Bazen sadece kendini dinlemek ister insan. Konuşmak yerine susmak ister. O zaman onunla susmayı denemek gerekir belki de. Susarak anlaşmayı bilmek… Kimse mutsuzluğa yanaşmıyor, herkes mutlu olmak peşinde! Oldu! Bu kadar da kolaycı, korkak olmayın yahu; hepsi var tabakta, kaşığa ne gelir bilinmez. Geleni tükürmek ya da yutmak için tadını güzelleştirmeye bakmalı.

Ezcümle, mutluyum, mutluyuz, mutlu. Ama tersi de olsa ne gam!

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Büyük Ev Ablukada


Ne zamandır kulağımda olan bir grup (ya da proje mi demeli): Büyük Ev Ablukada. Dinlemek, dinletmek lazım. Sanki yakın arkadaşlar çalıyor yan odada. Bir müsaitte canlı dinlemeli. Böyle aralarında hem muhabbet ediyor, hem de tıngırdatıyorlar. Sevdim. Samimi işleri severim. Yanlış çalsalar da umursamayıp "Hep yanlış çalıyor bu parçayı, belki değiştirip böyle çalacağız artık." diyebiliyorlar. İsmiyle Turgut Uyar’a selam çakan bu ekibe, ben de “Olanla Olunmaz” diyorum.


Hafta sonu gazete eklerini okurken dikkatimi, iki gün iki ayrı arkadaşımın müzik grubuyla olan röportaj çekti. Koz ve Bandista tayfası. Ne zamandır uğraştığı müziği sonunda profesyonelliğe taşıyıp albüm çıkarmıştı biri.

Diğeri de sistem direnişini sokaklardaki renklendirirken, müzikle demişti diyeceklerini. Protesto içeren, dokunduran şarkılar seslendirmişti. "Benim Annem Cumartesi", ah... Ticari bir beklentileri yoktu, 1 Mayıs'ta meydanda albümlerini bedava dağıtıyor, internetten indirilsin istiyorlardı. "Dağıtın, indirin!" diyorlardı. Dinlemek için sokağa çıkın!


İnsanların bir şeye tutkuyla bağlı olması ve eğlence, para kazanmak ya da keyfi için olsun, bu tutkudan vazgeçmemesi karşısında saygıyla eğiliyorum.