28 Şubat 2014 Cuma

Sualtından insan manzaraları

Jason deCaires Taylor, yapay mercan resiflerindeki sualtı heykelleriyle tanınan bir heykeltıraş. İngiliz sanatçının sayısı 500'ü aşan eserleri, MUSA (Museo Subacuatico de Arte) adlı anıtsal bir müzeyle, Meksika'daki Cancun sahilinde suyun altında sergileniyormuş.  

Pompei'deki lavla kaplı insanların hali gibi. Fotoğrafları bile muhteşem. Bir de yakından görme şansımız olsa, yanına kıvrılıp yatardık herhalde. Masa başında daktilosuyla oturan adamla halay çeker gibi toplanmış ablalar favorim.

Piyango çıkınca gidilip görülecekler listeme ekliyor ve çaycı abinin bunları görünce, geçen akşam Kadıköy'deki protestoya gitmemize ithafen yaptığı "Allah direnenleri taş etmiş bak" esprisiyle konuyu kapatıyorum... Son fotoğrafta, kafasını kuma gömen adamlar bir yerlerden tanıdık geldi mi?




 

Via

27 Şubat 2014 Perşembe

Ege de, otu da candır

Hafta sonu annemin yanında, İzmir'deydik. Güneşli ve güzeldi hava. İlk önce babama uğradık, papatyalar gelmiş çiçekçiye; onlardan aldım. Sonra da Alaçatı ve Çeşme'ye yollandık.

Yola çıktığımızda fark ettim ki, insanın kendini evinde hissettiği yerler ona daha iyi geliyor. Bilmediği yerler şahane maceralar ve keşif vaat etse de, bilindik yerlerin huzuru ve anıların tadı başka. Daha önce babamla gittiğimiz yerlerdi gittiğimiz çoğu yer, dolu dolu gözlerimiz  onu andı hep. "Burda sakızlı dondurma yemiştik, burda bit pazarı vardı eskiden, oraya gitmiştik, burda kumru yemiştik, burdan deniz girmiştik" diye diye dolandım bir sürü yeri.




İzmir'e ve Çeşme'ye ilk geldiğimiz zamanları hatırladım. 1988-89... Alaçatı'da hakkaten hiçbir şey yoktu ve babam orada bir tesisin peyzajını yapıyordu. Toprakta doğru düzgün bir şey yetişmiyor ve Çinlilerle ortak proje, babamı hayli yoruyordu filan. Yabancı sörfçüler rüzgarı-dalgası iyi diye geliyor ama kalacakları doğru düzgün bir tesis yok, oralar hep boş... Eda Taşpınar henüz buraları meşhur etmemiş, Bodrum sendromu başlamamış daha. İnsan şimdi Euro ile müşteri kabul eden pansiyonlara inanamıyor. Gittiğimiz gün bir sürü yerde inşaat vardı, oteller yaza hazırlanıyor. Şubat ayı için yine de kalabalık sayılırdı.

Dolanırken, masa üstünde güneşlenen şu tekire rastladım. Epeyce gırlayıp poz verdi ama sevmek için hallendiğimde yan masadaki tonton amca "Pati yemek istersen buyur" dedi. Hmm deyip göbeğine hamle ediverdim yine de.

 



Sonra küçük bir antikacı gördüm, dışarı bir sürü rozet çıkarmışlar, neredeyse binlerce.  Güzel şeyler vardı ama saçma sapan paralar isteyince hap kadar yaka iğnesine, şu flu kurabiye adamı aldım kös kös. Koleksiyoncu bir arkadaşıma Coca Cola iğneleri alacaktım, adamın dediği fiyatları duyunca hepsini yavaşça bıraktım yerine.







Beni  en çok heyecanlandıran kısım, Alaçatı pazarındaki otlar oldu. Cibez, arapsaçı, rezene, ısırgan, nane, hardal, turp otu, labada, ebegümeci... Sevdiğim bir sürü otun yanında isimlerini hiç duymadıklarımı da gördüm. Bici bici, iğnelik, dikme... Hepsinden almak istiyor insan ama annemin aldığı cibez, enginar, ıspanak da ziyadesiyle yetti. Ege otlarına merakınız varsa, 13-14 Nisan'da Alaçatı Ot Festivali'ni takviminize not düşün derim. Bu yıl dördüncüsü düzenleniyormuş. Muhtemelen çok kalabalık olur.  



Pazardan otları yüklenip Çeşme'deki arkadaşlarımıza gittik. Elimizde, Alaçatı'daki anne kızın işlettiği fırından aldığımız sakızlı kurabiye kutularıyla. Biz çay içerken, bahçede poz verir gibi duran bir başka tekir geldi dibime. Ama ağır abi havası vardı sanki biraz.

 

Bahçede muhabbet, sonrasında şahane otlarla kurulmuş bir sofra, sahilde akşam yürüyüşü... Anneme de bize de çok iyi geldi. Bu mevsimde de güzelmiş buralar. Sakin...




Bir de Çeşme sahildeki şu binayı çok beğendim. Eskiden bir şey palas oteliymiş, çok heybetli görünüyor. "Büyük Umutlar" filmindeki Paradiso Perduto gibi. Kim bilir '50'lilerde '60'larda burada ne eğlenceler, danslar, dedikodular, uuuvv yaşanmıştır. Eskimiş, yaldızları dökülmüş, o şaşaalı günleri geride kalmış ama bence hala çok güzel. Keşke aynen eskisi gibi restore edip açsalar. Çirkinleştirip bayağılaştırmadan, o zarafeti bozmadan...


Pazar günü, Sığacık pazarını tavaf ettikten sonra hafta sonumuz son buldu. Ama bence Sığacık Pazarı'ndaki otlar daha çeşitli ve  hesaplı. Pazar, kale içinde kuruluyor. Sığacıklı teyzeler baklava, börek, enginar dolması, salça, reçel, kabak çiçeği dolması... aklınıza gelecek her şeyi tezgahlarında satışa sunuyor. Hangisinden alacağını şaşırıyor insan. Şahane!

Labadayı, radikayı anladık da... Siz helvacı çoban düdüğü diye bir ot duydunuz mu allasen?

25 Şubat 2014 Salı

Yağmur saksısı

İstanbul'da ağaç, çiçek diye çirkin benzerleriyle bizi kandırmaya çalışıyorlar ama ev için bu alttaki daha sevimli bittabi. Yağmur duasına çıkmayı önerenlere hediye olabilir. İstanbul'da hava buz gibi bugün ve tükürür gibi yağan yağmur pek baraj dolduracağa benzemiyor. Ama bakanımız bıyıklarını kesecekmiş sular kesilirse, sıkıntı yok yani.

by Seungbin Jeong

Some Better Day

Bu ara izlediğim filmlerden (Blue Jasmine -Cate abla muhteşem bir oyuncu evet-, Last Vegas -İyi oyuncular, eğlenceli bir film, Robert abi yeter-, Frances Ha -Konu hoş, başrol oyuncusu iyi, siyah beyazın tadı ise bambaşka-, Elysium -Bilim kurguların geleceğe pesimist bakanları canımı sıkıyor ama bunu izledim, dünya böyle olursa hakkaten durum acıklı)  memnun kaldım. 

Şarkılarını pek sevdiğim gruplar arasına da, beyin aypoduma yüklediği I am Kloot girdi. Aylovdit.

Eh, dün akşamdan beri dinlediğimiz iğrençlik kaydından sonra kirlenen kulakları musikiyle temizlemek lazım. Hem güzel günler göreceğiz hep birlikte, az kaldı... Uyuma, dinle.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Böyle bir evceğiz

Beyle böyle minik, kendi yapacağımız ahşap bir kulübede yaşama hayalimiz var ne zamandır. Böyle sıcak, sevimli. Ahşap ya da ahşapla taş karışık. Belki yaşlanınca, belki daha fazla dayanamayıp doğaya bir an önce sığınmak isteyince. Zamanını bilemiyorum.

Ne zaman kampa, bungalov tarzı evlerin olduğu yerlere gitsek, bey uzun uzun inceliyor. Kirişleri nasıl yapmışlar, merdivenleri nasıl yerleştirmişler... Geçen yaz Mudurnu'da kaldığımız yerdeki abi merakımızı görünce, bize kendi yaptığı ahşap evlerin tüm ayrıntılarını anlatmış, dikkat etmemiz gereken yerleri filan söylemişti. Eh iş, güzel bir yere böyle şirin bir ev yapabilmek için çook çalışmaya ya da sayısala kalıyor ki, o da teferruat...


Nereden aklıma düştü peki, şu fotoğraflardaki dağ evini görünce. Bayıldım. Merdivenlerine, minik sehpalarına, kuzine sobasına... Penceresinden görünen orman manzarasına. Burada ne güzel yaşanır huzurla dedim. Kedilerin yanına bir de köpek olur. Camın dışından meraklı bir tilki görünür belki bazen.  Şuradaki gibi yılışık olursa tadından yinmez, salmam onu dışarı.


İçeride bir de çıtır çıtır yanan minik bir şömine belki. Şöminenin yanında dizi dizi odunlar. Kediler şöminenin önüne yatar kesin. Kuzinenin üstünde, kaynarken ıslık çalan, ortalığa mis karanfilli çay kokuları salan bir de kırmızı tombul çaydanlık olur. Ama üstünde kestane, içinde patates de pişer illa. Usul usul güzel müzikler çalan radyo ya da pikap olur sonra. Güzel bir müzik, kedi gırıltısı, çaydanlık tıkırtısı, şömine-kuzine çıtırtısı. Bütün ses bu.

Ve bir sürü de kitap olur elbet. Eh, ekoseli kırmızı battaniye de varsa, tamamdır. Kendi kendiceğizimize yaşar gideriz. Yağmurlu İstanbul pazartesisinden kendimi şuracığa ışınladım gitti.


20 Şubat 2014 Perşembe

Herkesin bir gideni var


Bugün tam 6 ay oldu babamı yitireli. 20 Eylül'den bu yana, zaman durmadı geçti. Yedik içtik, okuduk yazdık, gezdik dolandık, uyuduk uyandık hatta arada gülüp eğlendiğimiz de oldu ve kendimizi kötü bile hissettik gülüp eğlendik diye. Ama hep içimizin bir köşesinde, aklımızın bir kenarında kabuğu sızlayan bir yara, buruk gülümseyen bir yüz oldu sanki babam... 

Annem, İstanbul'dan İzmir'e her dönüşünde rüyasında gördüğünü anlattı, sanki "Geldin mi?" diyor gibiydi dedi. Abim de görmüş geçen gün, sordum "Kavga ediyordum rüyamda, babam gelip yardım ediyordu" dedi. Bense dün yoga dersinde sırtüstü yatmış, tavandaki kısılmış ışıklara bakarken gördüm onu... Gülümsedi, o kadar. Yaşlar süzüldü süzüldü, ama karanlıkta kimse görmedi neyse ki. Utanıyor insan. "Aay yazıık" denmesinden, içten içe "Eh hepimiz gideceğiz, ne var bunda?" denmesinden (ki herkesin gideni de acısı da kendine göre, aynı tornadan çıkmıyor), ağlak ve güçsüz zannedilmekten belki de. Güçlü olsan ne olacak, giden gitti işte. Ardında koca bir boşluk bırakıp hem de. Aziz Nesin'in Babam şiirindeki gibi, dünyanın en iyi babası benim babamdır bana göre. Fark etmesem de.

Bugün babamın yakın bir arkadaşının kızı, benim de çocukluk arkadaşım yazmış; 13 yıl oldu babamı uğurlayamadım diye. Çok zormuş kabullenmeye çalışmak, inanmaya uğraşmak. Vedalaşamıyormuş insan, uğurlayamıyormuş bir türlü...

19 Şubat 2014 Çarşamba

Spring of War




İlk duyduğumda Türk olduklarına inanmakta zorlandığım enteresan bir grup The Ringo Jets. Kurulalı 2.5 yıl olmuş ama albümleri yeni çıktı. Klip çektikleri ilk şarkıları da sosyal medyada ortalıkta ne zamandır, dinlemeyen varsa buyursun. Ben pek beğendim.

Yukarıdaki de ilk albümlerinin ilk video klibi. "Nabertürk" isimli kanalda, Gezi protestoları sırasındaki haber bülteni yer alıyor. Haberleri sunan, grubun davulcusu Lale Kardeş. Alandaki muhabir ise gitaristleri Deniz Ağan. Arada reklamlar var, "Democrazy" deterjanı vs. Sevdiğimiz manidarlıklar bunlar... 

Barış Akpolat röp.

18 Şubat 2014 Salı

Ah Emel anne...

Ali İsmail'in annesi Emel Korkmaz dün akşam Cnntürk'teki 5N 1K'daydı. Ağlaya ağlaya dinlediğim konuşmasında acısını, öfkesini ve evladını anlatan bir sürü şey söyledi. Buraya yazamayacağım kadar çok şey... Anlatması kolay değil.

19 yaşında bir çocuğa sokak arasında pusu kuran o caniler, "İyisin, bir şeyin yok" deyip evine gönderen o doktor, o görüntüleri silip gizleyenler, bu vahşeti yapanları kahraman ilan edenler... Bu çocuğa kıyan ve sonrasında bir annenin içini dağlayan herkes, bunun cezasını en ağır şekilde çeker umarım. Bir anneye bunca acı verenler, hiçbiri rahat huzur yüzü görmesin...

Programdaki son sözü şuna benzer bir cümleydi Emel annenin: "Mahkemede zannettiler ki ben o canilere saldıracağım. Ben bu tertemiz ellerimle çocuklarımı büyüttüm, o canilere sürer miyim?! Ben hayatım boyunca Aliş'imin gururuyla yaşayacağım."

Bana dün akşam bunları yazdıran program, Youtube'a yüklenmiş. Lütfen izleyin. Bir anneye böyle bir acı yaşatmak reva mıdır? O ağlamamak için çok direndi ama ben dayanamadım, hüngür hüngür ağladım izlerken.  

"Oğlum yanlış bir şey yapmadı, neden hayattan kopardılar oğlumu?" diye isyan eden; elinde sopa, silah olmayan ama hunharca katledilen 19 yaşında, dünya iyisi bir çocuğun metanetli, dirayetli ama içi yanmış annesi... Hakkaten neden bu kin? Gerçekten hiç mi vicdan azabı duymuyorlar?

17 Şubat 2014 Pazartesi

Kutlarım kara patiler

Bugün Dünya Kediler Günü'ymüş. Doğan Hızlan'ın köşesinde bahsettiği şu kitap da aklıma düşmüştü, bahaneyle alayım.

Bu aralar salondaki bütün gazete ve dergileri didik didik eden, son marifet olarak patileriyle açtıkları mutfak dolaplarını da "Ne varmış burda?" diye karıştırmaya başlayan Obi ve Yoda'nın Kediler Günü'nü kutlar, portmanto kilidinden mutfak dolabına da takacağımı kendilerine buradan bildirmek isterim. Petek bal var bak orda, uzun yoldan geldi; yapışıp kalırsınız karışmam.



 

Bu da mucizevi kedi Venüs, insan gözlerine inanamıyor... 



inn

                
Hafta sonu, Kartepe Maşukiye taraflarına gittik 7 arkadaş. 4 araba düştük yollara. inn'de kaldık, isteyen bahçesine çadır kurdu, bizse yağmurda uğraşmamak için sobalı yerde kaldık. Sıcak sıcak... Taş ve ahşaptan yapılmış 2 dağ evi, soba, şömine...

Soba kısmına bayıldım, çocukluğumu anımsattı. Ormanda dolaştığım her an da, sanki babam yanımdaydı. Öyle hissettim. Kars'ta da öyle olmuştu, gölde, ormanda hep aklımda babam vardı. Ona anlatmak isterdim ne kadar güzel yerler olduğunu. Bazı şeyleri sevdiğin birine anlatamadıktan, onunla paylaşamadıktan sonra tadı yokmuş gerçekten.


 

 
Her şey çok güzeldi, inn'deki arkadaşlar bizim için trekking turu hazırlamış. İki takıma ayrılıp dağıtılan haritaları takip ederek, ormana gizlenmiş şişelerdeki diğer haritaları bulduk. Harita okumada pek becerikli olmasam da eğlendim.

İyi geldi temiz havada ormanda, ağaçlar arasında dolaşmak. Nefes aldı bünye. Ertesi gün, göle kadar yayılmış parkurdaki son şişeyi de bulduktan sonra orman turu bitti.


inn'de sucuk ekmek, mantı, Çerkes kahvaltısı, gözleme... bir sürü şey var. Herşey çok lezzetli ve elde hazırlanıyor, fiyatlar da gayet ehven. Trekking dışında kayak yapabilirsiniz. Kayak-snowboard malzemesi de kiralayabiliyorsunuz. Ne yazık ki kar yoktu, bir gün yağmurlu, ertesi gün güneşliydi. Biz ormanda ve göl kıyısında yürümeyi tercih ettik. Akşam da tabu, karaoke, tavla vs var. Biz karaoke yapanları izleyip kafi derecede güldükten sonra tabu oynamayı seçtik. Kafanız ve de sesiniz güzel değilse banyo dışında şarkı söylemek fena bir şey. Mekanın nefis köpeği Bulut'la oynamaksa bedava. Bir kulağı havada, diğeri aşağıda Bulut Bey. Hastası olduk maaile.





Çok güzel 2 gün geçirdik burası sayesinde. Pazar hava açtı, göl kıyısına indik bu sefer. Sapanca Gölü'nde su çok çekilmiş, balçığa dönmüş. Durum fena  ama yetkililer "Sıkıntı yok" diyor. Allah allah?


İstanbul'da yaşıyorsanız, bir hafta sonu kendinize bir güzellik yapın. Bünyeyi doğaya salın...

Kerem ve Hakan adlı iki genç ve düzgün adamın işlettiği inn'in iletişim bilgileri şöyle:

masukiyeinn@gmail.com
+90 555 560 76 95 
Kartepe Yolu 1. km No: 90 Maşukiye / Kocaeli