29 Ağustos 2013 Perşembe

Savaş

S-a-v-a-ş. 
5 harf yan yana gelip böyle korkunç bir kelime oluyor işte. Yine çığırtkanlıklar başladı. Yine insanlar ölsün, kan ve gözyaşı dökülsün, çocuklar babasız kalsın isteyenler var. İştahla maç taktiği gibi saldırı rotaları açıklanıyor, olan yine masumlara olacak... Daha önce de paylaştığım bu fotoğraf, savaşı pek içime dokunan bir şekilde anlatıyor.


Çocuklar gibi şen...

Francesc Català Roca, Barcelona
Dali, çocuklar gibi şen...

28 Ağustos 2013 Çarşamba

I have a dream!

Martin Luther King  Jr.'ın ünlü "Bir Hayalim Var" konuşmasının 50. yıldönümümüymüş bugün. Yaşarken Yazılan Tarih'te gördüm. 

"28 Ağustos 1963'te Amerikalı insan hakları savunucuları “İş ve Özgürlük İçin Washington’a Yürüyüş” eylemi gerçekleştirdi. 

Birçok kişinin konuşma yaptığı ve Josephine Baker, Joan Baez, Bob Dylan, Mahalia Jackson gibi isimlerin sahne aldığı eyleme 200 bin kişi katıldı. Martin Luther King Jr., ünlü “I Have a Dream” konuşması ile bu olaya damgasını vurdu. 

Aslında konuşmacılardan hiçbiri -öğle saatlerinde gazetecilerin eylemi terk edeceklerini düşünerek- sonuncu konuşmayı yapmak istememiş fakat King buna razı olmuştu. 4 dakika olması planlanan konuşma 16 dakika sürdü ve Mahalia Jackson'ın kürsüdeki King'e "Onlara hayalinden bahset Martin" diye seslenmesiyle son kısım da konuşmaya eklendi ve ünlü konuşma şekillendi. King, bundan birkaç sene sonra, 4 Nisan 1968’de öldürüldü.

(AFP/Getty Images)

Konuşmanın orijinal metnini şu linkte okuyabilirsiniz.
 Rosaparks.jpg
King'in eşi tarafından 1968'de kurulan The King Center'ın web sayfasında hayalinizi de paylaşabilirsiniz. Eylem gününe dair video seyretmek de mümkün."

Geçenlerde bununla ilgili uzun bir yazı okumuştum, nerede olduğunu unuttum. Bulursam linkini eklerim. O zamana dek, otobüslerde ayrı yerde oturmak zorunda kalan, eğer otobüste yer yoksa beyazlara yer vermek zorunda bırakılan, birçok kafe ve lokantaya giremeyen, eğitim alma vb birçok hakkı engellenen siyahların çığlığı; bu olayla yerini buldu ve gösteriler birçok yere yayıldı.  Siyahların birçok hakkını elde etmesini  sağlayan hareket, bu ilk kıvılcımla ateşlendi. 


Yürüyüşün belli başlı talepleri; devlet okullarında ırkçı uygulamalara son verilmesi, istihdam konusunda ırk ayrımına engel olan yeni bir medeni haklar yasasının yürürlüğe girmesi, medeni haklar savunucularının polis vahşetinden korunması, “tüm” çalışanlar için asgari $2 saat ücreti ve Washington D.C. için özerk yönetimdi.

Tarihe "Montgomery Otobüs Eylemi" olarak geçen ve bu zamanlara denk gelen ilintili bir hareketin ayrıntıları ve Rosa Park için de buyrun wikipedia...

Demek ki bazı şeylerin değişmesi için ses çıkarmak gerekiyor, sesler dalga dalga yayılınca yerine ulaşıyor...

Mola

Amerika, 1921 / Fotoğraf: J. Pickford & Alfred E. Green

27 Ağustos 2013 Salı

Ya dışındasındır çemberin...


Okuduğun okumadığın yazarlar; bildiğin bilmediğin aktivistler, yönetmenler, boksörler, ressamlar, kompozitörler... bir sürü mühim insan bir arada! Kim kimden etkilenmiş? Eksikler var mı var, ama bulmaca çözer gibi bakınırken pek eğlendim ben.

25 Ağustos 2013 Pazar

Yusuf Abi'nin bahçesi

Yusuf Abi'yi andık dün. Aramızdan ayrılışının 1. yıldönümüydü. Zaman çok çabuk geçiyor, bir sürü şeyi de peşinde sürükleyerek... Anma törenine biraz erken gitmişiz, bir sürü mezarı da dolandım; dua ettim. 15-16 yaşında hayatını kaybedenlerin ışıklarla donatılmış mezarları, fotoğraflar, yazılar, nazar boncukları, oraya bırakılan sevdikleri şeyler... çok fenaydı. İnsan bazı şeylerin ne kadar boş olduğunu anlıyor mezarlıklara gidince. 

Mezarlıklar ürkütücüdür, ama dün sanki Yusuf Abi'nin mezarına değil de, bahçesine gitmiş gibi hissettim. Eşi de benzer bir şey söyledi: "Onu görecekmişim gibi heyecanla geliyorum buraya, sanki beni burada bekliyor. 'Yusuf'un bahçesi' diyorum. Üzüntü duymuyorum burada, eve gitmekse cehennem gibi. O burada artık, evdeyse yaprak kıpırdamıyor" Ahşaptan, çiçeklerle kaplı, sade ve gösterişsiz bir yerde; sevdiği doğanın kucağında uyuyor Yusuf Abi. Huzurla uyu kaptan, bir sürü insanı bir araya getirdin yine...


22 Ağustos 2013 Perşembe

Kids

Sosyal medyada görmüş olabilirsiniz, buradan da paylaşmak istedim. Gerçekten çok korkunç!


 
Birinci fotoğraf Katolik Kilisesi'ndeki pedofili vakalarını; 
İkinci fotoğraf Tayland'daki seks işçisi olarak çalıştırılan çocukları; 
Üçüncü fotoğraf Suriye'deki çocuk savaşçıları; 
Dördüncü fotoğraf organ mafyasının her yıl yüzlercesini katlettiği çocukları; 
Beşinci fotoğraf Amerikan silah yasası nedeniyle silahlanıp okullarda katliam yapan çocukları;
Altıncı fotoğraf da fast food sektörünün, obezitenin pençesine bıraktığı çocukları temsil ediyor. 

Çocukların tertemiz dünyalarını kirletmeye devam ediyoruz!

Uyku


Bir bisiklet tepesinde, salıncakta, hamakta... hatta küçükken yaptığım gibi yerde, halının üstünde deliksiz bir uyku çeksem...  Çocukluğumda oyundan geri kalacağım diye uyumak istemezken, şimdi gün içinde sakin bir köşe bulup kafacağızımı koyup uyumak istiyorum.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Son ağaç, son nehir, son balık...

"Son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda, son balık avlandığında
İşte o zaman paranın yenmediğini anlayacaksınız!"


(Kızılderili atasözü)

20 Ağustos 2013 Salı

Sen de gitme Robinson!

Robinson Crusoe 389, en sevdiğim kitabevlerinden biri. Hatta en sevdiğimdir. Kapısından içeri girince başka bir dünyaya girmiş gibi olurum. Bir sürü, envai çeşit yerli-yabancı kitap, dergi, defter, kartpostal bulursunuz; çalışanları gayet bilgili, ilgili ama dolanırken sizi rahatsız etmeyen nazik insanlardır. Bulamadığınız bir kitap olduğunda söylersiniz, arayıp haber verirler ve getirirler de. Beyoğlu'nun simgelerindendir burası. Her gittiğimde mutlaka uğrarım. Bir kitap arıyor ve bulamıyorsam, bilirim ki burada bulma şansım vardır. Kitap almak aklımda olmasa bile, girer mutlaka bi dolanırım. 

Kitapçı kılığındaki birçok zırva yerin (bunlardan biri de, indirime soktuğu kitapların indirimini kasada kabul etmeyen ve zinhar itirazınızı dinlemeyen, müşteri memnuniyetinden bihaber -bence kitapçı filan olmayan- D & R'dır) yanında, kitaba kıymet veren Robinson hemen ayrışır.

Gazetede okuduğum haber, bu yüzden korkuyla yerimden sıçrattı sabah sabah. Robinson Crusoe 389, maddi zorluklar nedeniyle kapanma tehlikesi yaşıyormuş. Sahipleri yaptıkları açıklamada şöyle demişler -ki sonuna kadar katılıyorum: "Robinson Crusoe 389, 19 yıl boyunca emeğe dayalı bir vakıf gibi çalıştı. Belki de ‘Kültür varlığı nedir?' sorusunun –tıpkı Markiz gibi ya da Emek Sineması gibi– yitirildiğinde farkına varılacak karşılıklarından biri oldu. Artık sadece ortakların sahipliğiyle açıklanamaz bir kuruma dönüştü."

Sevdiğimiz şeylerin kıymetini ne yazık ki pek bilmiyoruz. Belki sevdiğimizi bile fark etmiyoruz. Ama hayatımızdan yok olup gittiklerinde eksikliklerini fark ediyoruz. İnsanlar için olduğu gibi mekanlar için de bu böyle. Sevdiğimiz kitapçı, sinema, pastane, meyhane... bizim için anılarla dolu bu yerler, hayatımızdaki canlı varlıklar kadar önemli. O yüzden varlıklarını sürdürmeleri, nefes alıp vermeleri ve hayatımızda kalmaları için mücadele gerek. 


Ne yazık ki İnci Pastanesi, Markiz Pastanesi, Emek Sineması artık hayatımızda değil. Beyoğlu'nda birçok sinema kapandı. Her taraf çirkin mağazalarla doldu. Daha çok festival zamanı gittiğim Emek'te film izleyemeyeceğim artık, İnci'de Uludağ pastası yiyemeyeceğim. Ya da Markiz'de keman çalan ablalar eşliğinde pasta yeme zevkini tadamayacağız bundan böyle...

İstiklal Caddesi'nin çorapçı-doncu dolmasından rahatsızım. Hoşlanmıyorum bu pespaye, hoyrat ve zevksiz dönüşümden. O yüzden belki Robinson'u kurtarabiliriz. Bir umut devam etmesini sağlayabiliriz. Direnmesi için bir omuz da biz verebiliriz. Kitap alacaksanız, yolunuzu buraya düşürün. İnanın, pişman olmayacaksınız. RobKart çıkartmışlar, miktarını siz belirliyorsunuz (min 50 TL  olmak üzere) ve bu kartlardan alıp alışverişinizi bunlarla yapabiliyorsunuz. Önce ödüyor sonra alıyorsunuz ve bir kitabevini kurtarmaya destek oluyorsunuz.

AVM'lerdeki kitapçılar daha kolayınıza geliyor belki ama kitaba kıymet veren biriyseniz, o kitaplara ulaşmamızı sağlayan mekanlara da kıymet vermenin zamanıdır. Değmez mi?


 Kendi sitelerinde yazdıkları gibi:

"Beyoğlu'nda son yıllarda yaratılan ve acımasızca sürdürülen inşaat ortamının olumsuzluklarına karşın kiralar ve diğer giderler artmaya devam etti. Gelinen noktada baş gösteren nakit sıkıntısını atlatabilmek amacıyla 'önce öde sonra al' adıyla bir kitap kampanyası başlatıldı. 

 Bunun için 500 ve 1000 liralık ya da bunların dışında tutarını –50 liradan az olmamak koşuluyla– kart sahibinin kendi belirleyebileceği RobKart'lar hazırlandı. RobKart kullanarak, sadece kitap değil bir kültür varlığının geleceğinin de korumanız altına gireceğini hatırlatmak isteriz." 






Robinson Crusoe 389        
Benim kartım geldi bile :)
İstiklal Cad. Tomtom Mah.   
No: 195, 34433 Istanbul
(0212) 293 69 68

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Bucket list

Afrikalı minik Nkaitole, kirli su nedeniyle büyüme sıkıntısı çekiyormuş. Küçük çocuğun, içtiği pis sular yüzünden 5 yaşına kadar büyümesi sadece 5’te 1 oranında mümkünmüş. Çok basit gibi görünen bir şey, temiz suyun olmayışı hayatını mahvetmiş durumda.

WATERisLIFE adlı kuruluş da küçük çocuğa hayallerini gerçekleştirme şansı tanımış. İnsanın 4 yaşındayken yapılacaklar listesi (gavurcası Bucket list) olması ve bu listedekileri  gerçekleştirmek için fazla fırsatı olmaması zaten yeterince üzücü... Ama bir yandan bunları kısacık zamanda gerçekleştirebilmesi bir o kadar güzel. Sağlığına kavuşması mümkün olsa keşke.

Bu kuruluş ona fırsat tanımadan önce Nkaitole, köyünden dışarı hiç çıkmamış. Hayalleri ise sürat teknesine binmek, gokart arabasıyla yarışmak, stadyumda atletlerle koşmak, uçakla yolculuk etmek, stadyumda futbol oynamak, küvette bol köpüklü banyo yapmak, balonla uçmak, buz pateni yapmak, okyanusu görmek gibi şeyler... Bazıları benim listemde de var :) Çoğunu gerçekleştirmiş. Bonus olarak ilk öpücüğünü de almış!

Massai savaşçısı olmak isteyen bu sevimli ufaklığın yapılacaklar listesindeki diğer şeyleri gerçekleştirmesine katkıda bulunmak isteyenler için bu videoyla çağrı yapılıyor (işin ajansı, DDB New York). İzleyince insanın içi bir tuhaf oluyor. Parmak kadar çocuk ve yüzünde nasıl bir mutluluk...


Aşağıda da miniğin listesindeki bazı maddeleri yaparken aldığı keyfi görebilirsiniz.

Via




16 Ağustos 2013 Cuma

Wonderland


Pek sevdim bu fotoğrafı.  Kedi, kırmızı elbise, tren, bavul; hepsi var. Gidilecek yerler de Mordor, Wonderland, Neverland, Oz... Ofiste (sesi kendinden büyük bir hatunu duymamak için mecburen takılan) koca kulaklıklarla müzik dinleyip hiçbir şekilde işe konsantre olamazken, üstelik günlerden de cumayken böyle fotoğraflar daha bir şahane geliyor insana.

Yeni yolculukları beklemek, yollara düşmek... güzel şey. Evet.

Dalından

Dalından meyve toplamayı çok severim. Toplanmamış, dalında çürümüş ya da yerlere düşmüş dutlarla incirleri filan görünce de içim acır. Bey, ne zaman meyve dolu ağaçlara doğru seyirttiğimi görse "Yav alırım ben sana pazardan, bırak milletin ağacını" diyor. Ama sokağa taşmış o dutlar, incirler; en azından bahçe sınırından taşan dallar kamu malı sayılır. Göz hakkı diye bir şey var, değil mi ama?

Hayalim, meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçeli ev. Evin büyük olmasına gerek yok, bahçede ağaçlar olsun yeter. Erik, şeftali, incir... İstediğin gibi topla! Domatesle biberi de şimdiki gibi balkondaki saksı yerine bahçeye eksek; oradan toplayıp çıtır çıtır yesek... 



 

Tatilde Zeynep annelerin bahçesinde erik, üzüm topladım dalından. Mahsul iyiydi :) Aynı akşam bir de kirpi geldi misafirliğe. Altta görebilirsiniz kendisini. Ben hiç bu kadar yakından görmemiştim, çok komik şeymiş. Yakından bakayım dedim, önce tortop oldu; sonra da yan yan bakaraktan pıtır pıtır kaçtı. Kayboldu bahçede...

15 Ağustos 2013 Perşembe

Artamonoff'un gözünden İstanbul

Bir arkadaşımın BBC'de haberini yaptığı hoş bir sergi var İstanbul'da: "Artamonoff: Bizans İstanbul'u İmgeleri, 1930-1947" Küratörlüğünü mimar ve sanat tarihçisi Dr. Günder Varinlioğlu'nun yaptığı sergi, 6 Ekim'e kadar Beyoğlu'ndaki Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi'nde...

Serginin hikayesi ilginç, çünkü sergideki eski İstanbul fotoğraflarını çeken kişinin kimliğini bulmak, iğneyle kuyu kazar gibi ince çalışmalar sayesinde mümkün olmuş. Fotoğraflar da önemli, çünkü Cumhuriyet Dönemi İstanbul'undaki mimari ve arkeolojik eserleri belgeliyor. Tarihi eserlere olan saygı (!) ve tavır malum, bu eserlerin bazılarının görüntüleri belki de ilk kez bu fotoğraflarla gün ışığına çıkıyor. Çoğunun yerinde yeller ya da AVM'ler esiyor olmalı...


Ve işte o gizemli fotoğrafçı, Victor Artamonoff'un ulaşılan ilk portresi. Robert Kolej 1930 yıllığında bulunmuş. 

Sergiyle ilgili habere buradan ulaşabilirsiniz, içinden bazı bölümlerle hikayeyi özetlemeye çalışacağım. Böyle gizemli kahramanları olan hikayelere bayılıyorum, çok heyecanlı. Fotoğrafların ortaya çıkmasının arkasında özverili bir araştırma saklı. Eserlerin sahibi, yavaş yavaş belirmeye başlayan bir yüz gibi. Hani siyah beyaz fotoğrafları banyo ederken, kimyasalı salladıkça fotoğraf belirir... Onun gibi, parça parça çıkmış kimliği ortaya. İlginç bir kişilik.

Fotoğraflar, 2011'de bir online sergide yayınlanmış. Linki aşağıda. Ve işte şurada görebileceğiniz fotoğraflardan oluşan serginin hikayesi...

"Mimar ve sanat tarihçisi Dr. Günder Varinlioğlu, çalışmakta olduğu Washington DC'deki Dumbarton Oaks Araştırma Kütüphanesi’nde, 2010 yılında eski püskü bir klasörle karşılaşır. Klasörde 542 fotoğrafın küçük baskıları bulunmaktadır. Profesyonel bir çabanın ürünü bu kareler, Cumhuriyet dönemi İstanbul’unun ilk yıllarına aittir. Ve belki daha da önemlisi, bir kısmı günümüze ulaşmayan ve çoğu Bizans’a tarihlenen mimari ve arkeolojik eserleri belgelemektedir.


Fotoğraflarda 'Artamonoff' isimli bir kaşe bulunmaktadır. Çekim yeri ve tarihleri her karenin arkasına titizce kaydedilmiştir. Dumbarton Oaks, en az yarım yüzyıldır raflarda beklediği sanılan bu benzersiz arşivi 'canlandırmak' ister.

Ama bir sorun vardır: Bu gizemli fotoğrafçının kimliği ve fotoğraflarının Washington DC’ye nasıl ulaştığı konusunda kimse, en küçük bir bilgiye sahip değildir. Dumbarton Oaks uzmanlarının, Artamonoff’un peşinde polisiye yazarlarını kıskandırmaya aday iki yıllık serüveni böylece başlar. ABD Göçmen Bürosu’ndan Artamonoff’un 1908’de doğduğu ve 1947’de Türkiye’den ABD’ye göçtüğü öğrenilir. Bu tarihten, öldüğü 1989’a dek attığı her adım, hatta vasiyetnâmesi bile, ABD’deki resmi kayıtlarda mevcuttur. Ancak ömrünün ilk 39 yılı hakkında tek satır bilgi yoktur.

 
Fotoğrafların arkasına yazdığı tarihlerden, Artamonoff’un İstanbul’da yılın her ayı fotoğraf çektiği anlaşılıyordu. Ve bu durum onun kentte bir ziyaretçi değil, sürekli yaşamış olduğu ihtimalini güçlendiriyordu. Diğer taraftan Dumbarton Oaks’ın elindeki fotoğraflar 1935-46 arasını kapsıyordu. Yani fotoğraf çekmeye en geç 20’li yaşlarında başlamıştı. Araştırmacılar Artamonoff’un yaşını göz önünde bulundurarak bir başka olasılığı sorgumalaya başladı: Acaba öğrenim amacıyla mı İstanbul’a gelmişti?

...
Ve sonunda gizem çözülüyor:

Nicholas Victor Artamonoff , 14 yaşındayken lise bölümüne kayıt yaptırdığı Robert Koleji'nde, Mühendislik Fakültesi’nden mezun olduktan sonra üstlendiği idari görevleriyle birlikte tam 25 yıl geçirmişti. 1922’de oluşturulan öğrenci dosyasına işlenen bilgilere bakılırsa gizemli fotoğrafçının menşei de sıra dışıydı: Doğumu Yunanistan, daimi adresi Belgrad, milliyeti Rus, dini Ortodoks, vatandaşı olduğu ülke Sırbistan…
 ...
Hayatının kilometre taşları yavaş yavaş aydınlanmasına rağmen elektrik mühendisi Artamonoff’un, daha önce hemen kimsenin yapmadığı bir işe soyunarak İstanbul’un anıtlarını düzenli şekilde fotoğraflamasının nedeni hâlâ belirsizdi.

...
Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul ve Anadolu’daki arkeolojik kazıların çoğunu belgeleyen Artanomoff’un bu çalışmaları yürüten yabancı bilim insanlarıyla bağlantılı olduğu sadece fotoğraflarına bakınca bile anlaşılabilirdi.


Mühendis Artamonoff profesyonel bir fotoğrafçı, tarihçi, arkeolog ya da uzman değildi; İstanbul’da eğitim alır ve yaşarken ona ve binlerce yıllık kültür mirasına tutkuyla bağlandı.Hemen tüm boş zamanını bunu belgelemek için kullandı. Fotoğrafları kentin acımasız değişim hamlesinden önceki halinin görülmesini mümkün kılıyor."

Ben böyle bir klasör bulsam, heyecandan aklımı kaçırırdım herhalde. Sergiyi, ilk fırsatta görmek üzere not ettim bir kenara.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Under the Tuscan sun

Pek sevdiğim bir filmdir bu. Kitap uyarlaması. Bir aralar izlemiş, birine anlatmaya çalışırken de "Böyle çok güzel manzaralar var, kadının aldığı evin salonunda musluk filan, hoş yani" diye debelenirken bulmuştum kendimi. Dün akşam cnbc-e'nin Romantik Salı kuşağında vardı. Bayıla bayıla yeniden izledik.



Müzikleri filan da güzel ama, en çok da görüntüleri... Ah o şahane manzaralar! Evet, romantik komedi filan ama eğlenceli. İnsana iyi gelen filmlerden. Amerikalı kadın yazar, boşanır ve uzaklaşmak ister. Toskana'da bir villa satın alır. Çok da iyi yapar :) 

Filmde o kadar güzel manzaralar var ki, insanda oralara gidip yerleşme isteği tavan yapıyor. Ayçiçekleri, güzel sofralar, eski ama nefis evler; şahane Toskana bölgesinin şahane kentlerinden Cortona, güneye doğru Positano... İtalya gerçekten muhteşem bir ülke ve keşfedilecek daha çook yeri var :)


Makyaj filan

Yapar mıyım, yap(a)mam ama hoşuma gitti.

Pazar güreşi

Bazı pazar günleri, masa ve kamp sandalyelerini alıp sahilde kahvaltı yapmak hoşumuza gidiyor. Bu pazar da öyle yaptık; nevaleler evde hazırlandı, gazeteler  alındı; 5 dakika sonra Suadiye sahilde bir ağaç altındayız. Gölgenin serinliği, tepemizde ağaç, önümüzde deniz; karşımızda adalar... Şukela!


Kahvaltı ve çay faslı bittikten sonra gazetelere daldık. Güzel de bir müzik çalıyordu usul usul, mis. Masa altından çimlere ayak basıp bünyeyi topraklama... Birkaç saat böyle geçti.

Derken 2-3 ağaç ötemize birkaç karayağız ve de üstsüz adam geldi, uzun şortlarıyla. Piknik malzemesi filan çıkardılar. Denize girecekler zannettik önce.









Sıcaktan bunalmışlardır dedik. Ancak beş dakika sonra manzara şuydu; abiler alt alta üst üste, harala gürele güreşiyorlar!

Nasıl bir eğlenmek, coşmak anlatamam... "Ahı ahı, la la!" sesleriyle çocuklar gibiler, ama kalıp itibariyle adamlar at kadar.

E n'oldu, gitti bütün huzur, elektrik yüklendi bünye yeniden. Yahu, ne acayip insanlarmışsınız ben anlamadım. Dakikalarca tuhaf sesler çıkararak güreştiniz, bizim ve diğer ağaçların altındakilerin de kahvaltı keyfinin içine ettiniz. Fotoğraflamadım ama gerçekten acayip bir manzaraydı bu çayır eğleşmesi. 

İstanbul bayram tatilinde boşalmıştı güya, ama nöbetçi güreşçiler şehri bırakmamış... Memlekette biraz çayır-çimen görünce genel refleks, ya AVM yapmak ya da üstünde güreşmek şeklinde tezahür ediyor. Bir dahaki sefere daha sakin bir ağaç altı bulmak lazım, onu anladım ben.

13 Ağustos 2013 Salı

Peri Gazozu

Beklediğimden de iyi bir kitap okuma performansı gösterdim sayılır tatilin deniz kısmında, kendimi tebrik edebilirim. Güneşlenmeyi sevmediğimden, o an denizde değilsem en şahane şey kitap okumak. Bir de gölge buldum mu, mis. Özlemişim de ne zamandır keyfimce okumayı... Şöyle tırtıklanmış kırpılmış zamanlarda değil de, geniş geniş.

Foça'daki birkaç günde Sait Faik'in "Lüzumsuz Adam"ını, Cemal Süreya'nın "Onüç Günün Mektupları"nı ve Ercan Kesal'ın "Peri Gazozu"nu bitirdim. Gölgede, su gibi gittiler. Saçaklı Hanım'la Alsancak buluşmamızda satın aldım sonuncusunu. Sırada, hiç okumadığım bir yazarın kitabı var; Dan Brown'ın "Cehennem"i. Floransa'da geçiyormuş hikaye, "Oralardaydın, oku; seversin." diye Saçaklı Hanım tavsiye etti, aldım hemen.

İlk iki kitabı methetmeye gerek yok, Sait Faik'le Cemal Süreya'yı bilen bilir zaten. İnsan halleri onlardan sorulur. Ben birazcık "Peri Gazozu"ndan söz etmek istedim. Su gibi giden, anılarla bezeli bir kitap bu. Yer yer insanı duygulandıran, içini cız ettiren yaşamların öyküleriyle dolu. Sade, naif, içten... Dalıp gidiyor insan okurken, sırıtıyor bazen; bazen de gözleri doluyor.

Kitabın ismi de, yazarın babasının Avanos'ta (Nevşehir) ürettiği Peri Gazozları'ndan geliyor. Ercan Kesal'ın, doktorluk ve çocukluk-gençlik yıllarından birçok anı var içinde. Babasıyla ilgili olanlar, insanın yüreğini burkuyor biraz. Hayat. Kalbi avucunda bir hekimin, evladın, babanın gözünden... 

Kitapta Sivas Katliamı da var, ölüm oruçları da.  İçime en dokunan kısımlardan birini paylaşmak istedim. Bir fotoğrafın öyküsü... Hatırlarsınız o fotoğrafı. Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar Madımak Oteli'nin merdivenlerindedir. Önlerinde bir yangın söndürme tüpü, Altıok'un elinde ise bir fırça... Ölümü bekler gibi, çaresiz ve düşünceliler. İnsanın içini yakan, alttaki fotoğraf.


İşte o fotoğrafın hikayesi var kitabın 62. sayfasında. İnsanın yanarak öleceğini kabullenip bari fotoğrafları kurtarayım, cesedimden olsun bulsunlar ve burada olanlar bilinsin, görülsün demesi... Çok fena, çok.


Güzel bir kitap, sevdim. Tavsiye ederim naçizane. İçinden bir parça okumak isterseniz, şöyle buyrun. Hayat, insan hikayeleriyle daha anlaşılır ve yalın. Süslü cümlelere gerek yok. Eh, o zaman bitiş vuruşu da göçüp giden güzel insan Metin Altıok'tan gelsin:

"... Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem
Evde yoklar."

İş olsun diye çalışmak

İki hafta gezip yaydıktan sonra eve döndüm. Eve dönmek güzelmiş, ama işe... Tatil dönüşünde ofisteki ilk gün, of, işte o pek sevimsiz bir şey. Pazartesi sendromu duble oluyor. Grumpy cat suratıyla oturan insanlar var çevremde, haksız da sayılmazlar.

Gerçi ofiste hepi topu 4 kişiyiz, telefonlar az çalıyor; iş temposuna yumuşak geçiş... Şirket tatili nedeniyle ofisin büyük bir kısmı, Facebook'tan adım adım paylaştığı tatiline devam ediyor. Nerede ne yenmiş, ne içilmiş, nerede wc molası verilmiş; hepsini takip etmek mümkün çook şükür... Yoksa n'aparlarmış bilmem :) 

Şu an tam da bu haldeyim...


O değil de, asıl şöyle bir iş yapsaydım daha çok eğlenirdim bence. Titrek kuyruklu dört minnağa kitap okumak, mis :)