28 Kasım 2012 Çarşamba

Yazarlar ve sığınakları

Victor Hugo'nun yazı masasının benzerini yaptırarak, iyi yazabileceğini düşünen bir yazarımsı ile çalışmıştım bir dönem. Hey gidi F.A. Neyse ki yanından kaçmamız uzun sürmedi. Yazacak adam, ağaç kovuğunda da yazar... Yazarlar, yazmak için sığınaklar yaratmış kendilerine. Hoşuma gitti.

İrlandalı oyun yazarı George Bernard Shaw’ın yazılarını yazdığı bu sığınak, bir bahçenin içinde gizlenmiş.
 Roald Dahl’ın 30 yıl boyunca günlük çalıştığı, özenle hazırlanmış bahçeli kulübesi.
Virginia Woolf, Sussex’teki Monk’s House’un bahçesindeki bu küçük kulübede yazıyordu.

Dylan Thomas, Laugharne’deki Welsh kasabasının yakınındaki bir ağaç evde yazıyordu.


27 Kasım 2012 Salı

Trouble is a friend

Lenka'nın sesini ilk duyuşum Windows 8 reklamıyla oldu. Çeşit çeşit hayvana selam edilen bir şarkı, eğlenceli. Reklamı her duyduğumuzda beyle ikimizin kulaklar havaya dikiliyordu, bugün parmaklar da çalıştı; tanıştık. 

Avustralyalıymış Lenka Kripac, yaşıtımmış. Quinn isimli bir de oğlu varmış. Adını taşıyan ilk albümünü 2008'de çıkarmış. 2011'de çıkan 2. albümünün adı ise "Two".

Müzisyen bir babanın kızı olan Lenka, illüstratör eşiyle birlikte Lenkaland gibi bazı projelere de girişmiş.

Hug


Bazen sadece sımsıkı sarılmak iyi gelir.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Kafana tak/ma

F. Scott Fitzgerald, 11 yaşındaki kızına şöyle bir liste hazırlar. Kafana takman ve takmaman gereken şeyler listesi.




Kafana takman gereken şeyler
  • Cesarete kafanı tak
  • Temizliğe kafanı tak
  • Verimliliğe kafanı tak
  • Biniciliğe kafanı tak

Kafana takmaman gereken şeyler
  • Çoğunluğun ne düşündüğünü kafana takma
  • Oyuncak bebekleri kafana takma
  • Geçmişi kafana takma
  • Geleceği kafana takma
  • Büyümeyi kafana takma
  • Başkalarının senin önüne geçmesini kafana takma
  • Zaferi kafana takma
  • Senin suçun olmadığı sürece başarısızlığı kafana takma
  • Sivrisinekleri kafana takma
  • Karasinekleri kafana takma
  • Genel olarak böcekleri kafana takma
  • Anne babanı kafana takma
  • Oğlanları kafana takma
  • Hayal kırıklıklarını kafana takma
  • Zevki kafana takma
  • Tatmini kafana takma
 Üzerine kafa yorulacak şeyler:
  Gerçekte neyi amaçlıyorum?
Aşağıdaki konularda yaşdaşlarıma kıyasla ne kadar başarılıyım:
(a) Öğrenim
(b) İnsanları gerçekten anlayabiliyor muyum ve onlarla anlaşabiliyor muyum?
(c) Bedenimi işe yarar bir araca dönüştürmeye çalışıyor muyum yoksa onu ihmal mi ediyorum?

Candan sevgilerle,
Babacık

Fitzgerald abartmış biraz. Ama üzerinde düşünmeli... Listeler yapmayı sevenler özellikle. Geçmişi ve hayal kırıklıklarını kafaya takmamak güzel olabilirdi. Peki ben kafama neleri takmalı, neleri takmamalıyım? Hepimiz böyle bir liste mi yapsak?

Please please

Dalmışım. Ekrandaki word dosyasına bakıyorum ama sanırım onu görmüyorum. Bedenim ofiste, aklım değil. Zihnimin arka odalarında bu şarkı çalıyordu. Dinledim. Arka fon olsun madem.



Filmde kıza sinir olmuştum galiba, aklıma geldi yine.

L.I.F.E.G.O.E.S.O.N.

Yeni İngiliz gruplarından biri olan Noah and the Whale söylesin pazartesi şarkısını. Bir de yetmez, iki de yetmez; üç tane söylesin hatta. Charlie, Matt, Tom, Michael, Fred; Londralıymışsınız, memnun oldum tanıştığımıza.

Şimdiye kadar üç albümleri çıkmış: 2008'de "Peaceful, the World Lays Me Down"; 2009'da "The First Days Of Spring" ve 2011'de "Last Night on Earth". Albüm isimleri de ziyadesiyle hoşuma gitti.

Seviyoruz kendilerini, kasvetli kış günlerinde iyi geliyor şarkıları. Myspace sayfaları için. Siteleri için...

Hayat pazartesileri daha bir zor ve kasvetli gibi oluyor, biliyorum. Dünyadaki son günü gibi hissetse de insan bazen, hayat yine de devam ediyor. Hepimiz için güzel bir hafta olur umarım.



25 Kasım 2012 Pazar

Pazar bitti biter

Cumartesi gecesi enerjisinin önemli kaynaklarından biri Moda'daki arkadaşın cimcime kızı, diğeri de beylen Karga'da hüpletilen bira üstü Jägermeister'di. Öksürük şurubundan hallice ama gece 2'ye dek gözlerim felfecir okudu. Hafta içi 11 olmadan uyuyakalan bünye, zıpkın gibi fişek gibi oldu, çok acayip yemin ederim.

Pazar günlerinin organik pazar kısmı artık rutinimiz... Sevdiğimiz şeylerin olduğu tezgahların yerlerini de öğrendik. Bugün organik pazardan önceki adım olan arkadaşlarla  Anadoluhisarı'nda kahvaltı, iyi geldi. Yağmur da yağmadı, ziyadesiyle mesut idim. Ama yağsaydı da umursamazdım sanırım. Nejat Yavaşoğulları'nın evi de pek güzelmiş, kıskandım.

Hafta sonu hiç bitmese? Ama artık çok geç, banyo yapmaya gidiyorum ben. Höf.

Yer: Anadoluhisarı Zaman: Bugün


Yazı şemsiyesi


Pazar rehaveti... Gazete okumaları... Uslu kediler... Göz ucuyla "House"... 

Seçimlerimizi düşünüyorum. Hayatımızın, yaşadıklarımızın ne kadarı seçimlerimiz; ne kadarı rastlantı? Küçük bir çocukken hayal ettiklerimizin ne kadarını yaşıyoruz şimdi? The Newsroom'da MacKenzie, "Tamı tamına küçükken yapmak istediğim şeyi yapıyorum." demişti o dedikodu yazarı sarışına geçen hafta. Ne kadar şanslı ya da kendinden emin birinin cümlesi. Kendinden olmasa bile, hayalinden emin birinin. Hayalindeki işi yapmak, hayatını hayalindeki gibi sürdürebilmek... güzel bir şey. 

Her pazartesi işe giderken bunu düşünüyorum. Haberci , gazeteci ya da yazar mı olmak istiyordum? İsteğimin ne kadarı gerçekleşti? Ya da gerçekleştirmek için ne yaptım? Yeterince çabaladım mı? Güzel sanatlarda dramatik yazarlığı kazandım. Ama gitmedim. 2.lik derecesini İzmir diye çöpe attım. İstanbul'a geldim. İletişim fakültesini kazandım, gazetecilik okudum. Sonra? Sonra dergide, gazetede, reklam ajansında, yayınevinde vs vs çalıştım. Evet, yazıyla ilgili işler yaptım. Hayatımı öyle kazandım, kazanmaya devam ediyorum.

Peki çocukken hayalim olan şey, beni gerçekten mutlu edecek şey miydi? Yanılmış olamaz mıydım? Belki de yanlış şeyin hayalini kurmuşumdur? Öğretmenlerim de yanılmıştır belki? Yazmanın beni mutlu ettiğini sanıyorumdur? Ediyor ama işe dönüşünce sevimsizleşiyordur belki de. Yani uyduruyorum, doktor olup hobi için kitap yazardım belki? Hobi olarak yapınca, rezervler azaldı hissiyatı oluşmazdı sanki. Röportajlarda "Bir kitap okudum hayatım değişti" diyenden çok, "Bir kitap yazdım, hayatım acayip oldu" diyenler olmalıydı bence. Vardır illa ki. Artık kitap yazıp yayınlatmak eskisi kadar zor değil. Ne selüloz ziyanlıkları basılıyor değil mi? Yok hayır, "Ne ka yetenekliyim de, harcanıyorum allah kahretsin" filan demek değil niyetim. Bu yazı o yöne mi evriliyor yoksa? Yok yok, pazar iç hesaplaşması  bu. Bu aralar Elif Şafak röportajı da okumadım oysa. Neden böyle oldu ki?

Geçen gün, 12-13 yıl önce birlikte çalıştığımız bir fotoğrafçı arkadaşla karşılaştık. Bizim ofise gelmiş bir iş için, beni görünce pek şaşırdı. Dandik bir dergide çalışmıştık beraber. Batacağı gün gibi aşikar bir yerde dirsek çürütmüştük. "N'aptın n'ettin, aa hiç değişmemişsin" muhabbetini geçip "Kendin için bir şeyler yazıyordun eskiden, devam ediyor musun?" dedi. Suratına bakakaldım bir süre. Ben bile unutmuştum o dediğini. Suratım nasıl "Burdayım ama burada olmaktan mutsuzum ulan!" diye bağırdıysa artık... Güldüm, "Pek sayılmaz, yazmak kendime ayırdığım  bir şey gibi değil artık" dedim. "Bırakma, devam et; kendin için bir şey yap" dedi.  Eh, peki.

Sanırım işyerinde bu kadar yazıyla uğraşınca; büyüsünü yitiriyor yazı. Bana kalmıyor. İş için harcayınca kelimeleri, kendim çağırdığımda gelmiyorlar kalemimin ucuna. Yazıdan soğuduğumu düşündürtüyor bu hal. Öyle değil oysa... İlişkimiz mesleki deformasyon yüzünden bozuluyor sanki. Bıkmamak için çabalamam lazım, değişik formları için zaman ayırmam... Ama nasıl olacak ki o?

Snowhouse


Kar kürelerini çok severim. Bu kadar büyüğünü görünce bayıldım! Burada otursam, kitap okusam, sıcak çikolata içsem, azıcık muzlu pasta yesem...

24 Kasım 2012 Cumartesi

Benim annem cumartesi...

 ACI 400. HAFTASINDA...


İlk öğretmenim

İlk ilkokul öğretmenim, benim için çok değerli bir insandır. Yıllar sonra bunu daha iyi anlıyorum. İlk diyorum, çünkü 3 ayrı okulda tamamladım ben ilkokulu. 1-2-3. sınıf Bursa, 4. sınıf Afyon, 5. sınıf İzmir... Üstüne iki tane daha ilkokul öğretmenim ve hazırlık, ortaokul ile liseyi de kapsayan anadolu lisesinde bir sürü öğretmenim oldu. Ama ilk gözağrım, kendisidir.

İşte bu ilk ilkokul öğretmenim benim tüm haylazlıklarımı çekti, çok konuştuğumdan kelli adımın Ağustos Böceği'ne çıkmasına aldırmaksızın beni iyi yetiştirmek için uğraştı. Nakış işler gibi hem de. 

Ödevimi yapmadığım zamanlarda uydurduğum hikayelerden hayal gücümü, yazdığım kompozisyonlarda anlattığım insanlardan gözlem gücümü tartmış meğer. Annem de kendisini hala minnetle anımsar. Veli toplantılarda şikayet vs dışında, çouğun yeteneğine göre  yönlendirme yapabilen ender öğretmenlerdendi kendisi.

İlkokulda sırada değil, küme usulü çalışabilmemiz için büyük masalarda 6'lı 8'li otururduk. Kümeleri arada karıştırırdı ki, sınıftaki tüm çocuklar  kaynaşsın... Hayal ve gözlem gücümün gelişmesi için çabaladı, yetenekli olduğumu düşündüğü için ileride yazıyla ilgili bir iş yapmamı öğütledi hep. 

Adını da, emeklerini unutmadım hiç. Diplomamı onun elinden almak isterdim ama, olmadı. Kendisini 27 yıl sonra bugün Facebook'ta buldum, torunlarıyla sağlıklı ve mutlu görünüyordu; duygulandım, pek sevindim.

Zorlu şartlarda görev yapan, geçim derdiyle uğraşan ama bir insan yetiştirmenin önemini hiç unutmayan, vicdanlı tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü kutlu olsun...


Emekli kitaplar

Haberi şurada gördüm. Geleceğe yönelik bir kitap arşivi fikri hoşuma gitti. Geleceğe yazılan mektuplar, ileride bizi merak ettiklerinde yaşamımızı anlatasınlar diye kullandığımız eşyalarla doldurulan kapsüller gibi... (Gerçi kapsülün gömüldüğü yer ileride cami, köprü yapılır mı bilinmez)

Haberi aynen alıntılıyorum.

Kütüphaneler ve üniversitelerdeki istenmeyen kitapların emekliliklerini nerede geçirdiklerini hiç merak ettiniz mi? İnternet çağında, arşivleme sistemlerinin değişmesiyle birlikte birçok kitap kullanım dışı duruma geliyor.

Her hafta, bu istenmeyen kitaplardan 20.000 tanesi Brewster Kahle’nin geliştirdiği "İnternet Çağındaki Fiziki Arşiv" adlı proje için hazırlanmış konteynırlara ekleniyor. 3 milyon dolarlık bu projenin amacı, her kitabın bir kopyasını, yani yaklaşık olarak 10 milyon kitap toplamak.

Projenin sahibi Kahle: "Asla bir kültürün portresinin ileride nelerden olaşacağını söyleyemezsiniz. Geçmişe sahip çıkmalıyız, yeni bir gelecek oluştururken bile. Eğer İskenderiye Kütüphanesi'ndeki her bir kitabın birer kopyası Çin’e veya Hindistan’a gönderilmiş olsaydı, Aristo’nun diğer çalışmalarına ve Euripides’in elimizde olmayan eserlerine de sahip olurduk" diyor ve ekliyor "Sadece bir yerdeki tek bir kopya yeterli değil."

Siz ne düşünüyorsunuz? Kahle’nin düşüncesi sizce de mantıklı mı yoksa artık bugünün dünyasında bir şeylerin fiziksel kopyasını tutmak gereksiz mi?


Düşündüm de, Kahle çok da haksız değil. Gerçi kitapları neye göre sınıflandırıyor, hangisi 100 yıl sonra değerini koruyacak; bu önemli bir nokta. Ben teknolojiye güvenen biri sayılmam. E-posta  çıktı mektup; tablet, ebook vs çıktı kitap bozuldu. Bozulmadı da, kıymetini yitirdi. Metroda bakıyorum, herkesin elinde akıllı telefon var ama çoğu okey, iskambil oynuyor ya da bir takım renkli balonları patlatmaya çalışıyor. Kitap okuıyan pek yok, gazetelerin çoğu da spor gazetesi...

Kitap güzeldir, selüloz iyidir.

23 Kasım 2012 Cuma

Mess is more

Turuncmor


Kapı duvar. Sevdiğim  mor ve turuncuyu bir arada görmek hoşuma gitti. Üstteki tabaklar da tüy dikmiş. Sevdim.

Şurda gördüm.
 
Cuma. Hem güneş hem yağmur. Gökkuşağını gören şanslı insanlar var bir yerlerde. (Ofisin üst katında hem de)




Dünya

Yasemin Mori konusunda uzun süre kararsız kaldım. Bayılan arkadaşlarım vardı evet, ben de birkaç festivalde dinlemiştim. Mehmet Tez de hakkında şahane şeyler yazıyordu. Ama bir türlü emin olamıyor, "Bu kız da biraz şey mi ne?" deyip duruyordum. Ne? Kararsızlık...

Sonunda kararsızlığı ve de önyargıyı bırakayım dedim. Dünya'yı dinledim. Ve de beğendim. Evet, değişik. Orijinal bir tarzı var. Hoşuma gitti. Klibi de sevdim. Birbirinin karbon kopyası şeyler içinde farklı bir soluk olması, kendi istediği gibi müzik yapması takdiri hak ediyor kesinlikle.


Azıcık mola

Deniz'in şu yazısını okuyunca düşündüm yeniden. Bir süre pause düğmesine basabilmek ne kadar güzel olurdu. Her gün koştur koştur gidilen işten 1 yıl ayrılmak, bambaşka bir coğrafyada olmak, kafayı ve kendini dinlemek... Kabak olur, Tibet olur, Prag olur... Mekan fark etmez. Bir yerde kalmak ya da dolaşmak...

Daha önce buralarda bir yerlerde söz etmiştim. Yabancılardaki "gap year" uygulamasının bizde olmaması gerçekten kötü. Ne mi bu gap year?





Özetle kıskanılası, gıpta edilesi, imrenilesi bir şey. Birçok yabancı ülkedeki gencin CV'sinde önem verilen hatta olması beklenen bir uygulama. Ama bizdeki Türk usulü hayat, daha doğrusu zihniyet ve şartlar buna izin vermiyor ne yazık ki. 


Yani adamlar bizdeki gibi "Efenim ben liseyi bitirince haldır haldır üniversite sınavına hazırlandım, 3.5 saat ter döktüm, çişe gitmeye bile izin olmadığından yaz sıcağında poposuna bez bağlayanlar oldu, düşünün yani. E sonra bir üniversiteye kapağı attım, 4 yılın sonunda master/doktora derken yana yakıla iş aradım, o bez bağlanan popomdan ter aktı affedersiniz. Sonunda zavallı popomu bir özel şirket koltuğuna yapıştırdım, oh çok şükür yareppim!" gibi bir yarışta/koşuşturmada olmadığı için; 1 yılı gezmeye, değişik kültürler tanıyıp hayatı öğrenmeye, kendini dinlemeye/tanımaya ayırabiliyor insanlar. Sosyal sorumluluk projelerine de dahil olabiliyorlar. Liseden sonra da olabilir bu süre, iş hayatına 1 yıl ara vererek de. Kendileri için bir mola yani.



Bizde ise hep deli dana gibi koştur ama hiçbir yere yetişeme, yaldır yaldır bir yerlere yetişmek için debelen. Anca bayram tatillerinde/gıdım yıllık izinlerinde gezebil, onda da güneye in en fazla, emekli olmadan uzun geziler hayal etme, haşa aylaklık da etme, efendi ol, hem ne o öyle bitli turistler gibi? Değil mi efendim? Neyine gerek 1 sene mola? Ne münasebet ayrıca, kır kıçını otur çalış, dünyayı gezmek, değişik kültürler görmek nene gerek, kültür mantarı yemek bile çok sana.

İş görüşmesinde şu diyaloglara da hazır olmamız  gerekiyor bizim.

* Hmm, n'aptınız bu bir yıllık boşlukta?
- Gezdim efendim, değişik kültürler tanıdım. Sonra...
* Niye ki?
- Ee kendime yatırım yaptım, görgümü artırdım. Hem...
* Öyle ayağı yanık kedi gibi boş boş gezdiniz, yaşıtlarınız kariyer yaparken?
- Tam olarak öyle değil aslında, şöyle açıklayayım...
* Cık cık
!

 
O yüzden Deniz bence şahane bir şey yapmış. "Keşke" demektense yola çıkmış. Yolu açık, şansı bol olsun!


22 Kasım 2012 Perşembe

Ziyaretçin var

Yaşlı kadın kalçasını kırıp hastaneye kaldırılmış. Kedisi Vincent her gün onu ziyarete gidiyormuş, günün sonunda da kollarında uyuyakalıyormuş. Ama ne tatlısınız yahu!

Dilerim bu kadar yaşlandığımızda da, kollarımızda böyle nefis kediler olur!


Kaynak: Catbook - Photo/caption via Imgur

Sevgi Soysal

Bugün Sevgi Soysal'ın ölüm yıldönümü. "Tante Rosa"nın, "Barış Adlı Çocuk"un, "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti"nin, "Şafak"ın, "Bakmak"ın... yazarı.  40'larında, çok ama çok erken bu dünyadan göçüp gitmiş, sevdiğim bir yazar.

Oğlu Korkut'la yeterince ilgilenememesinin acısını yaşamış, kızları Defne ve Funda'ya doyamadan göçmüş; hayatını Özdemir Nutku, Başar Sabuncu, Mümtaz Soysal ve demir parmaklıklarla paylaşmış bir yazar aynı zamanda. Öyle ki 12 Mart döneminde son eşi Mümtaz Soysal hapisten çıktığında, Sevgi Soysal tutuklanmış ve nikahları cezaevinde kıyılmış.

Hakkında bir yazı için.

Hakkında yazılmış bir kitapla ilgili yazı için.
Onun satırlarıyla anmak istedim bu güleç, hayat dolu kadını. "Her daim canlı, enerjik, esprili kadın. Her daim düşünen, her daim akıllı ve her daim 'kadın'...
"Sana söyleyemediklerimi karıncalara söyleyeceğim,
bozkıra, senden benden yalnız...
Susuyoruz bak hep, söyleyemediklerimizi susuyor,
bilmediklerimizi konuşuyoruz,
bozkır senden benden yalnız, oysa yaratık dolu,
yaşam dolu -ya karıncalar...
Hep oturup cigara içiyoruz yetersiz,
konyak içiyoruz yetersiz,
en asıl yetersiz biziz,
yalnızlığımız en yetersiz -ya bozkır...
Ben kadının biriysem, sevilmeliyim...
sen bilmezsin güzel miyim,
en büyük güzelliğim senin bilmezliğin, duymazlığın
-ya en boş damlalar gözlerimizde?
Bak, tozluyuz biz, çok tozluyuz -ya bozkır...
bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz...
O başka, yapışkan bizimki, yağmurlarla yıkanmaz.
Bak, hayal kurarım, en zevksiz acıklı şeylere
gözyaşı dökerim de kendimi bilmem.
Biz bilmeliyiz birbirimizi, böylesine mutluyuz bazı.
Bu evrende her şeyi silecek birileri, yaşamları çoktan,
bu önemli değil, biz çoktan tükenmişiz.
Somutlara güvenimiz yok hiç; onlar yok,
herkesler her şeylerini çok şeylere harcıyorlar,
tutsak kılıyor bu şeyler onları,
hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında.
Ama bak, gerçek tutsaklar biziz,
soyuttan gelir bizimki, savaşılmaz.
En değerli somutlarımı yoktan satarım da
kurtulamam ötekilerden, bilirsin.
Bırakıp bırakıp ırak kentlere bile gidemeyiz.
Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür -ya bozkır..."

Sevgi Soysal
Fotoğraf: Sana söyleyemediklerimi karıncalara söyleyeceğim,
bozkıra, senden benden yalnız...
Susuyoruz bak hep, söyleyemediklerimizi susuyor,
bilmediklerimizi konuşuyoruz,
bozkır senden benden yalnız, oysa yaratık dolu,
yaşam dolu -ya karıncalar...
Hep oturup cigara içiyoruz yetersiz,
konyak içiyoruz yetersiz,
en asıl yetersiz biziz,
yalnızlığımız en yetersiz -ya bozkır...
Ben kadının biriysem, sevilmeliyim...
sen bilmezsin güzel miyim,
en büyük güzelliğim senin bilmezliğin, duymazlığın
-ya en boş damlalar gözlerimizde?
Bak, tozluyuz biz, çok tozluyuz -ya bozkır...
bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz...
O başka, yapışkan bizimki, yağmurlarla yıkanmaz.
Bak, hayal kurarım, en zevksiz acıklı şeylere
gözyaşı dökerim de kendimi bilmem.
Biz bilmeliyiz birbirimizi, böylesine mutluyuz bazı.
Bu evrende her şeyi silecek birileri, yaşamları çoktan,
bu önemli değil, biz çoktan tükenmişiz.
Somutlara güvenimiz yok hiç; onlar yok,
herkesler her şeylerini çok şeylere harcıyorlar,
tutsak kılıyor bu şeyler onları,
hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında.
Ama bak, gerçek tutsaklar biziz,
soyuttan gelir bizimki, savaşılmaz.
En değerli somutlarımı yoktan satarım da
kurtulamam ötekilerden, bilirsin.
Bırakıp bırakıp ırak kentlere bile gidemeyiz.
Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür -ya bozkır...

Sevgi Soysal


(30 Eylül 1936-22 Kasım 1976)

21 Kasım 2012 Çarşamba

Für Elise

Klasik müzik dünyasındaki bir muamma daha aydınlığa kavuşturulmuş. Yani önemli ölçüde. Beethoven’ın ünlü sonatı "Für Elise"yi kimin için yazdığı uzuun yıllardı merak edilen bir mevzuymuş. (Besteyi, şimdi birçok okulun zilinden anımsayacaksınız.)



Kanadalı müzik bilimci Rita Steblin yememiş içmemiş, uğraşıp didinerek bu sırrı çözmeye çabalamış. Steblin’e göre Beethoven, 1810’da piyano için bestelediği “Für Elise” sonatını Bavyeralı şarkıcı Elisa Barensfeld’e adadı.

Avusturya ve Almanya’da, gazete haberleri, polis raporları, soyluların hatıra defterleri ve mektuplarını inceleyerek iz süren müzik bilimci, Beethoven’ın “Elise için, 27 Nisan, Lv.Bthvn. ın anısına” şeklindeki el yazısına ulaştı.

Üstünden yüzyıllar geçmiş gizemli olayları çözen insanlara saygı duyuyorum. "Mozart'ı Kim Öldürdü?" kitabını okuduğumdan beri böyle şeyler daha ilgi çekici gelmeye başladı. Hikayenin ayrıntılarını merak edenler, haberi okuduğum ntvmsnbc'ye göz atabilir.

Ben ise serbest çağrışımla, pek sevdiğim "Elisa" adlı eseri şuracığa iliştiriyorum. Jane Birkin'den gelsin. 

100 +


Fotoğraftaki hanımefendi, Nobel ödüllü fizyolog Rita Levi-Montalcini. Kendisi 102 yaşında ve aynı zamanda senatör. Yaşam enerjisi dışında mor elbisesine de bayıldım. Aklıma sohbeti tatlı, muzır bir çocuk gibi gülümseyen Minâ Urgan'ı getirdi.

Programlı hücre ölümünü ve sinir hücrelerindeki etken faktör proteinlerini 1940'lı yıllarda keşfeden ve bu keşiflerinin anlam ve önemi 40 yıl sonra fark edilerek 1986'da Nobel Ödülü ile ödüllendirilen İtalyan bilim kadını, fizyolog Rita-Levi Montalcini bugün 102 yaşında ve İtalya Parlamentosu'nda senatör. Kendisi ile 4 yıl önce yapılan bir söyleşi:

100 yaşınızı nasıl kutlayacaksınız?
Ah, bu yaşa kadar yaşayıp yaşamayacağımı bilmiyorum, ayrıca kutlamalar da hoşuma gitmiyor. Beni ilgilendiren ve hoşuma giden şeyler, her gün yaptığım şeylerdir.

Neler yapıyorsunuz?
Afrikalı kızların okuyup ülkelerinin gelişmesinde rol almaları için burs temin etmeye çalışıyorum. Araştırmalarıma ve düşünmeye devam ediyorum.

Emekliye ayırmadınız mı kendinizi?
Asla! Emeklilik beyni harap eder. Bunu yapan bir çok kişi dünyayı terk ettiler, bu beyni öldürür, hasta eder.

Beyniniz nasıl çalışıyor?
Tam 20 yaşımdaki gibi. Arzu ve yeteneklerimde hiçbir fark görmüyorum. Yarın tıbbi bir kongreye katılacağım.

Ama genetik bir sınırı da yok mu bunun?
Hayır. Beynim henüz yaşlanmadı. Kaçınılmaz olarak vücudumda kırışıklıklar var, ama beynimde değil.

Peki nasıl oluyor bu?
Nöronlarla ilgili önemli bir esneklikten yararlanıyoruz: Nöronlar ölmüş olsalar bile, kalanlar görevlerini sürdürebilmek için yeniden organize olurlar, ancak yine de onları uyarmak gerekir.

Bunun nasıl olacağını söyler misiniz?
Arzu etmeye devam ediniz, beyninizi faal tutunuz, onu çalıştırınız, bu suretle asla bozulmaz.

Ben uzun yaşar mıyım?
Yaşadığınız yıllardan daha iyi yaşayacaksınız, işin ilginç tarafı da bu. Bunun sırrı da meraklı, istekli ve de sevgiyle dolu olmaktır.

Yaptığınız şey bilimsel bir araştırma…

Evet ve de coşkulu olmayı sürdürüyorum.

Siz sinir sistemi hücrelerinin nasıl geliştiklerini ve bu hücrelerin nasıl yenilendiklerini keşfettiniz.
Evet, 1942'de. Ben sinir gelişim etkenleri keşfimin geçerliliği kabul edilene kadar, hemen hemen elli yıl toplum dışında bırakıldım. Ta ki 1986 yılında Nobel ödülünü alana kadar.

1920'li yıllarda genç bir İtalyan kızı olarak nasıl oldu da bir nöroloji bilimci olmayı başardınız?
Çocukluğumdan beri kendimi okumaya verdim. Babam, hep iyi bir evlilik yapmamı, iyi bir eş ve iyi bir anne olmamı istiyordu, ama ben onu dinlemedim; okumak istediğimi söyledim…

Babanız buna çok kızdı mı?
Evet, çünkü kendimi mutlu bir çocuk olarak hissetmiyordum.  Küçük yaramaz bir ördek, budala ve bir işe yaramaz olduğumu sanıyordum. Benden büyüklerin hepsi de parlaktılar ve ben aşağılık kompleksine kapılıyordum.

Öyle sanıyorum ki bütün bunlar sizin için bir uyarıcı olmuş.
Evet, ama Afrika'da cüzzam üzerine araştırmalar yapan Dr. Albert Schweitzer' in çalışmaları da beni çok etkiledi. Ben de acı çekenlere yardım etmeyi seçtim, zira en büyük hayalim buydu.

Bir erkeğin beyni ile bir kanın beyni arasında bir fark var mıdır?
Sadece salgısal sisteme bağlı heyecanlarla ilgili beyin fonksiyonları bakımından. Ama öğrenmek ve bilmek yeteneği bakımından hiçbir fark yoktur, yani her ikisi de aynıdır.

Neden bilimle uğraşan çok az sayıda kadın var?
Hayır, bu doğru değil! Erkekler tarafından yapıldığı söylenen bilimsel keşiflerin bir çoğunda da kız kardeşlerinin, eşlerinin ve kızlarının katkıları vardır.

Bu gerçek mi?
Kadın zekası kabul edilmiyor ve hep arka planda bırakılıyor. Ama bereket versin ki bugün, bilimsel araştırmalar da erkeklerden daha fazla kadın var: Bunlar Hypatia'nın mirasçılarıdır.

4. yüzyıldaki İskenderiyeli bilim kadını...
Evet, şimdi eskiden olduğu gibi sokaklarda kadın düşmanı yobazlar tarafından öldürülmüyoruz artık. Dünyada birçok şey değişti.

Hiç kimse sizi katletmeyi denemedi mi?

Faşizmin iktidarda olduğu tarihlerde, Mussolini de Hitler’in Yahudi zulmünü taklit etmek istedi, bir süre saklanmak zorunda kalmıştım. Ama araştırmalarımı durdurmadım: Yatak odama bir laboratuvar kurdum… Ve bu sıralarda “apoptosis” yani hücrelerin programlanmış ölümlerini keşfettim.

Yahudilerde bilim adamı ve entelektüel oranının yüksek oluşunu neye bağlıyorsunuz?
Sürgünler Yahudileri entelektüel çalışmalara yöneltti: Zira düşünce dışında her şey yasaklanabilir. Bilindiği gibi Yahudiler arasında Nobel ödülü kazanmış birçok kişi vardır.

Nazi çılgınlığını nasıl izah ediyorsunuz?
Hitler ve Mussolini hep kalabalıklara karşı konuştular. Bu durumda, beynin entelektüel faaliyetlerine hakim olan heyecan verici bölümü hemen faaliyete geçer. Bunlar da heyecanları, sebepsiz de olsa, tetiklerler.

ABD’deki birçok okulda, halen Evrim Teorisi yerine Yaratılış Teorisi okutuluyor...

İdeoloji heyecandır, sebepsizdir. Sebep, eksikliğin çocuğudur. Omurgasızlarda her şey programlıdır, onlar mükemmeldirler. Biz hayır! Kusurlu yaratıklar olarak biz, iyi ile kötüyü ayırt etmek için sebeplere, değerlere, ahlâka başvururuz ki bu Darwin teorisinin en uç noktasıdır!

Hiç evlenmediğinizi biliyoruz, çocuğunuz oldu mu?
Hayır. Ben, nörolojinin cangıl ormanlarına girdim; güzelliğine hayran kaldım ve bütün zamanımı ona vakfettim.

Bir gün, Alzheimer’in, Parkinson’ un, yaşlılığa bağlı bunamanın çaresi bulunacak mı?
İyileştirmek mi? Tüm bu hastalıkları durdurmayı, geciktirmeyi ve en aza indirmeyi başaracağız.

Bugün en büyük hayaliniz nedir?
Beynimizi tüm kapasiteleri ile tanıyabilmek.

Kendinizi yaramaz bir çocuk olarak hissetmekten ne zaman vazgeçtiniz?
Henüz sınırlarımın bilincindeyim.

Hayatınız boyunca yaptığınız en güzel şey?
Başkalarına yardım etmek.

Bugün 20 yaşında olsaydınız ne yapardınız?
Aynı şeyleri!

Kaynak

20 Kasım 2012 Salı

Olmaz ki...

"Ama olmaz ki, böyle de yatılmaz ki" dedirten bir fotoğraf ama bu alttaki. Gördüm ve çarpıldım. Üstüne arkadaş şu linki yollamış, "Eh, ileride çocuk olunca bu kedileri verirsiniz artık" diyenlere gelsin bu kare ve akabinde bu link.

Evden dışarı, balkondan bahçeye düşmek ve veterinere gitmek dışında çıkmamış, kapıdan girer girmez beni karşılayan, sabahları yatak odası kapısının önünde ağlayan, koltuğa oturunca arkadan boynuma sarılan, bir şey okurken bile totosunu kolumla gövdemin arasına sokuşturup patisini boynuma uzatan, bize ve eve bu kadar düşkün hayvancıkları ben nasıl veririm? Fol yok yumurta yok, ama endişe bol. Cık, müsterih olunuz... Anne? Sen de.

Lover of the Light

Lover'lı şarkılar peşpeşe... Yakında Türkiye'ye gelecekleri dedikodusu ortalıkta dolaşan Mumford & Sons'tan gelsin. Babel albümünden "Lover of the Light". Video, Galler'de çekilmiş. Pek beğendim bunu da.


Lover to Lover

Radyo Eksen'den al haberi: Florence and the Machine, “Ceremonials” albümünden yeni bir video yollamış sevenlerine. Vincent Haycock'ın çektiği "Lover to Lover"videosunda sorunlu bir ilişkiye şahitlik edecekmişiz. Hadi bakalım...

Molok


"Bu dikenli kertenkele de ne?" diyenler için tanıştırayım (artistlik yapıyorum ama ben de yeni tanıştım): Molok (Thorny Devil). Kendisi "Boynuzlu şeytan" diye anılsa ve minik dinazor gibi görünse de, çölde yaşayan zararsız bir hayvancağızmış. 

Susuzluk için de ilginç bir çözümü varmış. Dikenlerinin üstünde oluşan çiy damlaları ağzına akıyor ve böylece su arama zahmetine katlanmadan haftalarca yaşayabiliyormuş. Karıncayla besleniyor ve çok sıcak olunca da kendini kuma gömüyormuş. Duruma göre bukalemun gibi renk de değiştirebiliyormuş. 


Pek acayip bir canlıymışsın Molok, memnun oldum tanıştığımıza. Daha ayrıntılı bilgi için tıklayınız.



19 Kasım 2012 Pazartesi

Terra Cotta askerleri

"Çin Hazineleri" sergisi pek yakında ayağımıza, Topkapı Sarayı'na geliyor. Haberin heyecanlı kısmı ne peki? Serginin, Çin'in yeraltı ordusu Terra Cotta askerlerini de içinde barındırması.



İlk Çin imparatoru Qin Shihung’un mezarında bulunan Terra Cotta askerleri, 1974’te bir çiftçi tarafından tesadüfen bulunmuş. İmparatorun mezarını koruduğuna inanılan binlerce toprak asker, normal insan boyutlarında ve her biri dönemin askeri nizamına göre dizilmiş durumda. Boyları 183-195 santimetre arasında değişen bu heykel askerlerin her birinin yüz ifadesi farklı. Bunca yıldır bozulmamaları, bana hala çok acayip geliyor.


Ajandaya not alınması gereken tarihler 21 Kasım-20 Şubat. Normalde Çin dışına sadece 1 Terra Cotta askeri gönderilirken, özel bir düzenlemeyle Topkapı'daki sergide 4 Terra Cotta askeri yer alacak. 

Yasak Şehir Müzesi, Şanghai Müzesi, Qin Shihuang Müzesi olmak üzere Çin’in 11 müzesinden seçilen 101 eseri Topkapı Sarayı Müzesi’nin II. avlusundaki Has Ahırlar Sergi Salonu'nda görebileceğiz. 

Haberi tam da burada gördüm.



Cat lovers

Kediyle aşk yaşama hali... Şan şöhret tanımaz.


Björk

Bob Dylan

Freddie Mercury

George Harrison

Morrissey

Kurt Cobain

David Bowie

Joan Baez
Kaynak

Seyahatten dönerken

Bu aralar aklımda olan şeylerden biri de yolculuk, uzak bir yerlere gitme isteği... Dönüş tarihini  düşünmeden uzaklarda vakit geçirmek... Değişik yerlere gidiyor aklım sürekli. Neresi olduğu değil, gidebilmek önemli.

Sonra (iyi ki yazmaya başlayan) Berkun Oya'nın Radikal'deki yazısında bir cümleye takılıyor gözüm. "Bir insanın hayatında, seyahatten dönerken hediye alması gereken birkaç kişi olması kadar kıymetli hiçbir şey yoktur bence"

Düşünüyorum... Kimlere hediye alır insan? Ailesine, dostlarına... En güzeli de "Bunu sever" deyip o kişiyi anımsatan şeyleri bulup çıkarmak, doğumgünü filan beklemeden hediye etmek... Uzaklardan dönüyor olsam kimlere hediye almam gerekirdi peki? Ya hediye yerine yeni bir ben getirsem, olmaz mı?

Neyse... Konu dağıldı. Gitmekten söz ediyordum ben. Hediye alınacakları düşünmeden önce gezilecek yerlerle, uzakların bana ne hissettireceğine odaklanayım. Aylak için hayallere dalma vakti...


18 Kasım 2012 Pazar

Organik ve de kedili pazar

Bugün kahvaltıdan sonra Kartal %100 Ekolojik Pazar'a gitmeye karar verdik. Ne zamandır aklımızdaydı. Hava güzelken, böyle yerlere gitmek daha keyifli. Yeri de kolaymış. Pazarda organik sebze-meyve dışında kuruyemiş, tarhana, bakliyat, ekmek, süt, peynir...ne ararsanız var. Hepsi de sertifikalı. Kağıt ambalajlara koydular, biz de bez torbalarımıza doldurduk. Benim en çok hoşuma giden mis kokulu minicik mandalina, nefis kuzu kestane ve mor havuç oldu. 

Yer elması, mandalina, mini dolmalık biber, kereviz, kestane, cevizli ekmek vs derken epeyce öte beri alıp arabaya bıraktıktan sonra sahilde çıktık. Hava güneşli, ortalık kedi cenneti... Arabadaki kedi mamalarını dağıta dağıta epeyce yol gitmişiz. 

Bir sürü yavru vardı, 6'şar 6'şar güneşleniyorlardı. Grisi, tekiri, sarmanı, veledi, şaşısı... Kimi balıkçılara halleniyor, kimi mamaları kıtırdatıyor... Evde horhor uyuyan Obi'yle Yoda duymasın ama hepinize bayıldımm! (Özellikle alttaki 6'lıya, anneniz nerdeydi bilmiyorum ama bir arada durmanız iyi bir şey, aferin!) Güzel bir hafta sonuydu. Pazartesiye hazırım sanırım.



"Hayvanı olmayan anlamaz"

Sabah sabah baş ağrısı ve fırk fırk nidalarıyla uyandım, sanırım şifayı kapıyorum. Gözlerim yanıyor, kafam vücuduma ağır geliyor... Ofiste herkes hapşırıp tıksırırken, olacağı buydu. Ihlamurlu kahvaltıya geçmeden önce gazete okuyayım biraz dedim. Yoda sabahlığımın kuşağını rahat bırakmayıp kafamı ısırınca içeri, yatak odasına kaçtım. 

Sonra Mehmet Tez'in yazısını okudum. Tekgöz'e içim parçalandı. Başın sağolsun Mehmet Tez... Evet, hayvanı olmayan anlayamaz gerçekten. Sadece bir kedi değil işte. Can. Can yoldaşı.... "Obi ile Yoda'yı kaybedersek ne yaparız allaam?" diye korkunç bir düşünce geçti aklımdan. Kedi'yi kaybedişimiz ve içimizin nasıl yandığını düşündüm. İçim ürperdi. Koşa koşa salona geri döndüm. Yoda varsın sabahlığımın kuşağıyla oynasın, çoraplarımı çekiştirip ayağımı ısırsın. Yirim ben onu...

Mehmet Tez'in yazısı altta:

Hayvanı olmayan anlamaz
 
Her zaman yaptığım gibi gıdısını parmağımla yokladım. Bu sefer başını arkaya atıp “gurgurgur” yapmadı. Hareket etmedi. Kaskatıydı. Hâlâ yumuşacık olan tüylerini son bir kez okşadım. Sonra elimle çukurun yanındaki toprağı usul usul üzerine ittim. Sevgili Tekgöz’ümü geçen pazar geceyarısı en sevdiği ağacın altına gömdüm.
Eve girdiğimizde hâlâ kapıyı yavaş yavaş açıyoruz ama alışkanlıktan. Artık gerindikten sonra bacaklarımıza tos atan, “Aman ezmeyelim dikkat” diye endişe edeceğimiz biri yok.
Koltuğun yan tarafında
kimse tırnaklarını bilemiyor. Alüminyum folyodan yaptığımız dandik topla (alengirli oyuncakları sevemedi bir türlü) evin öteki ucuna tamamen kendine has ritüeliyle (önce duvara dayalı tabloyla duvarın arasındaki tünel, sonra yatak, başucundaki komodin, ardından camın önü,
geriye bakış ve yalanma) koşan tip de yok.
Geceyarısı içeriden kıtır kıtır mama yeme sesi gelmiyor. Dışarı çıkmak için balkon kapısındaki anahtarlığa pati atıp “çın çın çın” yapan yok. Sabaha karşı dönüp “Maaaaauuuu kapıyı açıııın” diyen de. Ev sessiz.
Yazı yazarken bilgisayarın üzerinde dolaşmasını
“Ya Tekgöz bir dur, iki satır yazdırmadın” diye isyan edişimi özlüyorum.
Ağustos sıcağında film seyrederken üzerime kurulup sıcaktan pestilimi çıkarmasını da, koltukta uyuyakaldığımda usul usul yaklaşıp kulağımı “kıt” diye ısırmasını da...
Onu sokakta bulduğumuzda tek gözünü çoktan kaybetmiş sıska, ölmek üzere el kadar bir şeydi. Ayakta zor duruyordu. “İki gün dursun, gözünü tedavi ettirip bahçeye salarız” dedik, bir daha ayrılamadık. O kadar ani oldu ki isim bile koymadık. Veteriner “Adı ne? dedi, “Tekgöz” dedik, öyle kaldı.
Üç buçuk yıl boyunca hayatımızı renklendirdi ev arkadaşımız oldu, acımızı sevincimizi paylaştı.
Böbrekleri çökmüş.   Hiçbir şey çaktırmadı son üç güne kadar. Bir gece ansızın karşımıza çıkmıştı, yine bir gece ansızın çıktı gitti hayatımızdan.
Kısırlaştırılmadan önce hormonlardan mütevellit azıp kavga ettiği koca kafalı sokak azmanlarından, ensesinden ısırmak suretiyle taciz ettiği dişilerden, kovaladığı kuşlardan, farelerden, dibine işemek suretiyle kuruttuğu sardunyalardan özür diliyorum. Haklarını helal etsinler, kedilik hali.
Ne zormuş, insan başına gelmeden anlamıyor. Kedidir eninde sonunda değil mi? Ama öyle değil işte...

16 Kasım 2012 Cuma

Cat art

Ryan Conners'ın güzel kedi çizimleri var. Blogunda da yayınlıyor. Bisiklet, kırmızı Vosvos, kar küresi gibi sevdiğim şeylerin olduğu 7'si aşağıda.

Oğlanlara doğumgünlerinde alayım diyorum, pek beğendim :) Bugün anneannelerinin doğumgünü, bir tane de ona yollamalı.