27 Mart 2014 Perşembe

Çocuklu kedili

Alain Laboile, Fransız bir fotoğrafçı. Ve 6 çocuk babası. Gündelik hayat içinde çocuklarının önemsiz gibi görünen paha biçilmez anlarını yakalayıp ölümsüzleştirmiş. Şahane birer anı hepsi ve çok güzeller. Kedili olanlara biraz torpil geçmiş olabilirim, evet.

 

Via

26 Mart 2014 Çarşamba

Bal Porsukları ve Şafak

Şöyle afişleri daha çok görseydik etrafta, fena mı olurdu yani? Bal Porsukları Partisi, Ankara sokaklarına bunları asmış. Hayır, ne olur yani azıcık gülümseyebilsek, ciddiyetten ve kötü haberlerden kırılacağız.


Ve Ayhan Işık-Leyla Sıkışık filmlerden fırlama afişleriyle Şafak Başgan, sana da sempatiyle bakmıyor değil deli gönül...




Ve küçük Mehmet, umarım bir an önce sağlığına kavuşursun... Bizi bir çocuğun daha ölüm acısıyla sınamayın ne olur.  #‎direnmehmetezer‬

25 Mart 2014 Salı

Kuş dediğin uçar


Engelleyemezsin. Hatta abartırsan, gelir tepene eder. Eh, gündemi takip etmek hiç bu kadar mide bulandırıcı olmamıştı galiba. Ama gözlerimiz Twitter'da, kulaklarımız tartışma programlarında. Savaş çıkacak mı? Uğraşılıyor. Bu kadar çok bıyıklı adamı daha önce peşpeşe dinlememiştim herhalde. Bir süre  sonra tahammül de edilmiyorlar. Çoğunun elinde çekirdek, yeni tape bekler halde. Yenisine gerek var mı, yeterince midemiz bulanmadı mı? Buncası bir fikir oluşturmadı mı hala?

Neyse. Twitter konusunda şöyle bir şey yazmış Betûl Mardin, pek güldüm. "Ben bu yaşta girebiliyorsam, gençler neler yapar" İnsanları indirilecek program uzmanı yaptınız, akıllı telefonla bilgisayarla alakası olmayan teyzeler-amcalar dahil.

Bahar geldi, fazlası-gereksizi ayıklanan evler ferahlasın, balkonlarda çiçekler açsın. Biz de az biraz nefes alıp ferahlayalım artık yahu. Memleketin tansiyonu düşmedi, benimkisi yerlerde. Mütemadiyen "Ay bir şeyler oluyor ensemden ensemden" deyip soğuk ter basmasıyla geçiriyorum bazı zamanları, sonuç tansiyon 7/4... Şu tantana bir geçsin de bünyeye ihtimam göstereyim, tuzlu ayran candır.

20 Mart 2014 Perşembe

Mutluluk Günü de varmış

Bir arkadaşım yazınca gördüm, bugün Dünya Mutluluk Günü'ymüş. Yani bu yaşadıklarımızla, her gün olanları izleyip okurken ne kadar mümkün olabilir kutlaması bilemiyorum ama bir takım sebepler çıkarmaya çalışabilirim belki. Yoksa gazete-facebook-twitter-tape-tartışma programı-allahım daha neler olacak-neler göreceğiz derken içim kıyıldı. 10 gün sonra göreceğiz gerçi neler olacağını, mühim olan ondan sonrası. Çalma çırpma, yasaklama, tehdit etme, gözü dönme... dip noktasında birçok şey. Yeter da.

Bahar neredeyse geldi, dışarıda güneş var, balkondaki çiçeklerle ilgilenmek lazım, hafta sonları kamplara pikniklere gidilebilir arkadaşlarla, kumrular da yakında balkondaki saksılara damlar. Annem geldi İzmir'den... Bir de şu alttaki fotoğrafta yımırta mı kırsak ki diye bakan iki tipitip filan, bunlardan azıcık da olsa mutlu olunabilir pekala.

Catbook'tan
Bu ara biraz yazmaya çalışıyorum. Terapi niyetine. Çünkü okuyamıyorum pek, en azından yazmaya çalışayım. Elimde sürünüyor kitaplar. İş icabı bütün gün yazdığım için öylesine, canım istedi diye yazmaya pek enerjim kalmıyor. Celil Hoca'nın istediği şeyleri yazabildim en azından. Birazcık ittirmem gerekti.

Onun dışında bir şeylerden yılınca evin hali iyice gözüme batıyor, başka şeylerle uğraşmaktan ev aldı başını gitti ama onun da çaresine bakacağım yakında. Epeyce bir şeyi ayıklama, işe yarayanları ihtiyacı olana verme, gerisini atma etkinlikleri gibi mesela. Evde kullanılmayan bir sürü şey var ve gidecekleri yeri beklerken gözüme batıyorlar her akşam. Eski kolonlar tamir edilip hibe edilmek üzere pikapçı amcaya gidecek, kitaplık düzene sokulacak, ayakkabı ve giysi ayıklaması yapılacak, bir de dolapta bir direksiyon var mesela, onu ne yapsam bilemedim...

16 Mart 2014 Pazar

Fotoğraflarla gelen

İçim patlayacak gibi günlerdir. Olanlardan, okuduklarımdan, izlediklerimden yoruldum. Zalimlikten, kinden, nefretten sıtkım sıyrıldı. Nefes alamıyordum. Bilgi Üniversitesi'nin Celil Oker'le düzenlediği bir yazı atölyesine başladım cumartesi. Yazmak, iyi gelir diye düşündüm. Zehrini, acısını alır insanın. Niçin yazıyoruz? Paylaşmak, yalnızlığımızı unutmak, içimizdekini atmak, hesaplaşmak, yüzleşmek, rahatlamak,  anlatmak ve anlaşılmak, belki de iz bırakmak için. Ve belki daha birçok şey için...

Berlin'deki kuzenim, annemle babamın 2012 Nisan'ında oraya gittiklerinde çekilmiş fotoğraflarını yollamıştı Aralık sonunda bir arkadaşıyla. 3 aydır bir türlü denk getirip alamamıştım DVD'yi arkadaşından. Biraz da içindekilere bakmaya cesaretim yoktu galiba. İçim elvermedi bir türlü.

Bugün baktım fotoğraflara ağlaya ağlaya. Sanki gitmemiş babam, buradaymış gibi geldi yine. Arasam, fotoğrafları gördüğümü söylesem; ne kadar eğlendiğini anlatacak, bir gün de Berlin'e hep beraber gitmeyi dileyip öyle kapatacağız sanki telefonu... 



Kuzen, yazdığı mektupta fotoğraflara bakıp videoları izledikçe içinin yandığını yazmış, bir yandan da o anlarda ne kadar eğlendiklerini hatırlayıp gülümsediğini... Acımı tazelemek istemediğini eklemiş. Hiç unutulmuyor zaten. Arada hayata karışıyor, sonra denize atılan şişe gibi yüzeye çıkıyor yeniden... Bugün hep babamla konuştum içimden. Yemek pişirirken, çamaşır asarken... Onu yazdım hep. Onu hep güleç hatırlamak istedim, Metin Altıok'un kızına yazdığı gibi... 

Güleç, güzel insanlar; güzel uyuyun oralarda.

14 Mart 2014 Cuma

Bir soluk alayım izin verin de

Artık gönlüm bulandı günlerdir okuduklarımdan, kinden, nefretten. Madımak'ta kıydıkları o güzel adamın yazdıklarını okumak biraz olsun iyi geldi. İyi ki geçmişsiniz bu dünyadan. Güzel uyuyun oralarda güzel insanlar. Zeynep, babanı hep böyle güleç hatırla... 



Benim bu dünyada bir yerim olmadı,

Kuytu gövdemi saymazsak eğer.
Gövdem ki varla yok arası,
Hem varlığa, hem yokluğa değer.
Ama yüreğim hiç solmadı.

Bir gül koklayayım izin verin de.

Ben yaşama da, ölüme de inandım;
Tamamlarlar sanırdım eksiklerimi.
Çarşıları hep birlikte gezerdik;
Biri dostumsa, sevgilimdi öteki.
İkisinin adını yanyana andım.

Bir soluk alayım izin verin de.

Metin Altıok

11 Mart 2014 Salı

Berkin...

Ve Berkin daha fazla dayanamadı... Böyle yazdı gazeteler: Evinden bakkala ekmek almaya çıkan ve polis tarafından kafasından gaz fişeğiyle vurularak komaya giren Berkin Elvan, 269 gündür sürdürdüğü yaşam mücadelesini bu sabah 07:00'da kaybetti.  

15 yaşında, 16 kilo bir çocuktu. Annesini, babasını, bunca zamandır gözlerini açmasını umutla bekleyenleri bırakıp gitti. Kelimeler yetmiyor. Bu, buraya ağlayarak yazdığım kaçıncı yazı bilmiyorum. Daha öncekiler sanırım babamla ilgili olanlardı. Sabah haberi öğrendiğimde çöküverdim olduğum yere. 15 yaşında bir çocuk. Küçücük. 14 yaşından 15 yaşına hastane odasında uyutularak giren, 45 kilodan 16 kiloya düşen bir çocuğun bedeni daha ne kadar direnebilirdi ki bunca zulme?



İçim o kadar acı ve öfke dolu ki şu an! Yazdığım her kelime de anlamını yitiriyor ama yazmam, bir şeyler yapmam lazım çıldırmamak için. Acımadan vurdunuz. Neredeyse yaşadığı her yıla 1 kilo düşecek kadar küçülttünüz bedenini... Bir geçmiş olsun'u bile çok gördünüz bunca zaman ailesine. Yetmedi, yanına hastaneye koşanlara da zulmettiniz. Bu kadar zulmü hak edecek ne yaptı bu küçücük çocuk? Hepsinden öte, bunca zulmü hangi insan evladı hak eder! Ne söylersek söyleyelim Berkin geri gelmeyecek ve bunu bilmek, bir hiç uğruna hayatını kaybettiğini bilmek kahrediyor insanı. Demek hıncınızla hayattan koparacaklarınız bitmemiş daha, çevrenizdeki her şeyi yakan kin ve öfkeniz azalmamış! Bir nebze olsun acımamış içiniz. Boğazımıza düğümleyecekleriniz bitmemiş.

Bunca zaman bekledik; bir umut Berkin iyileşecek, açacak gözlerini diye. Aslında ne çok umudumuz, ne çok şeyimiz olmuş bunca zaman o küçücük çocuk. Kanımız, canımız, kardeşimiz gibi. Sanki o gözlerini açınca bir şeylere inanabilecekmişiz, dayanabilecekmişiz ya da umut edebilecekmişiz gibi. Ama olmadı. Bırakmadılar. Onun annesiyle babasına da evlat acısını yaşattılar. Ve şimdi ağlaya ağlaya bunları yazmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. O sandık kabusunuz olsun. Berkin rüyalarınızdan çıkmasın. 15 yaşında çocuk toprağa girdi zulmünüz yüzünden. Şimdi mi el üstünde tutacaksınız? Acır mı içiniz? Acısa da çok geç! Giden gitti...

Ve şu aşağıdakileri yazan Merve, acı yarıştırmanın zamanı hiç değil. Hem ne bildin Suriyeli çocuklara üzülmediğini insanların? Nedir bu her ölümde "Ama siz de buna üzülmediniz, samimi değilsiniz" diye bık bık etmek? Bu mu samimiyetin? Bırak bu saçmalıkları da bir düşün ne diyorum ben yahu diye. Acının tarafı varmış gibi...



Ah çocuk... Ruhun huzur içinde olsun. Ali İsmail'in annesinin dediği gibi, öfkemiz acımızdan da baskın şimdi. Bizi affet... Ama biz bunu yapanları affetmiyoruz, affetmeyeceğiz. Bizim içimiz bu kadar yanıyor. Annenle babanı düşünemiyorum bile. Acıları ne büyük. İçleri nasıl yangın yeri. O yalanları örtmek için canhıraş, bağıra çağıra yapılan mitinglerde bir satır bile olmayacak yerin biliyoruz ama, birçok insanın yüreğindesin o küçücük bedeninle. Artık bu zalimler gitsin, karanlıklarını da alıp gitsin. Ama önce hesap verip. Bunca zulmün nasıl görülecekse hesabı artık...

Sabır: Acı, yoksulluk ve haksızlık. Tüm bu durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi. Ama artık sabır bizde çoktan bitti.

Annemle konuşurken ağlaştık karşılıklı. "Kurtuldu belki de çocukcağız, anası babası perişan oldu hastane kapılarında" dedi. Sen uyanmadın ama belki birileri uyanır artık. Senin acıların bitti... Artık canını acıtamazlar kardeşim... Güzel manzaralara karşı uyu sen Berkin. Annenin dizinin dibinde olamasan da, bu dünyadan daha güzel ve aydınlık bir yerdesindir umarım. Gözyaşlarımız ve dualarımız seninle. Susayım. Şairler desin diyeceklerimi.

"Haydutlar uçaklarıyla, magriplilerle

Haydutlar yüzükleriyle ve düşeslerle,
Haydutlar kara keşişleriyle ve dualarla
İndiler gökten yere öldürmeye çocukları.
Koştu çocuk kanı gibi
Sokaklarda çocukların kanı."

(Pablo Neruda)


"Buraya bakın,

burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür."
(Ece Ayhan)

10 Mart 2014 Pazartesi

Çiçeğiyle böceğiyle 8 Mart

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü geldi geçti, söylenecek çok şey olsa da susulanlar daha fazla sanırım. Vakitsizlikten anca yazabildim. Evi temizleyerek ve yıllar sonra kendini hatırlatan kırık ayak bileğine iğne yaptırıp ağrılarla kös kös evde oturmak zorunda kalarak geçirdim 8 Mart'ı.

Her sene yapılan bu yapmacık müsamereden çok sıkılıyorum açıkçası, çok aptalca ve samimiyetsiz buluyorum. Kadına zerre kadar değer vermeyen, ayrımcı ve iğrenç açıklamaları unutuldu zanneden; doğurmamıza, nasıl doğuracağımıza, kaç çocuk doğuracağımıza karışıp "bacım" muhabbeti yapan bıyıklı adamların açıklamaları ise tüm sinirimi tepeme çıkarıyor. Kadınlar çiçektir böcektir, başımızın tacıdır vs vs... Ama yaşatmıyoruz, okula göndermiyoruz, çalıştırmıyoruz, tecavüzcüsüyle evlenmesinde beis görmüyoruz,  hayata dahil etmekten  imtina ediyoruz o başka... Kendi çalıştığım kurumda bile dilimde tüy bitti anlatmaya çalışırken, ama neredeyse bütün yöneticilerimiz kadın olduğu halde her günün 8 Mart gibi yaşanamayacağını anlatamadım bir türlü. Ve benim yazdığımdan bambaşka bir şekilde çıktı slogan. Pes ettim.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nden zaten "emekçi"yi sinsi sinsi çıkarmışız, ama bari kremde indirimden, halıda avantajdan biraz uzaklaştırabilmek mümkün olsaydı. Bu günün geleneksel olarak kutlanmasına neden olan olayda can veren 129 kadın, yıllar sonra böyle kutlandığını görse ne hissederdi acaba?

Hatırlamak isteyenler için minik bir Wikipedia özeti: 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.




Her tarafta kadınlara özel indirim ve kutlama haberleri varken, küçücük bir kızın (19 yaşında olduğu yazılmış ama bence çok çok daha küçük) evli değilken hamile kaldı diye 8.5 aylık hamileyken arabanın arkasına bağlanıp taşlı yollarda sürüklendikten sonra öldürülüp kuyuya atılması haberi de vardı mesela gazetelerde. 

Annesinin acısı ve çaresizliği, abisinin "Kimse sahiplenmese biz sahiplenecektik ama bırakmadılar" deyişi... Çocuğun babası belli, evlenecekleri konuşulurken kızın başına gelen bu. Hacire'yi yaşatmamışlar. Katil kim, belli değil. Annesi bunun çok sık yaşandığını ama hep üstünün örtüldüğünü söylemiş.


O yüzden bu kelebekler, kalpler, masajlar, kremler, çiçekler böcekler sadece bazıları için galiba. Ne karnında bebeğiyle katledilen ve minicik ölü bedeni boş bir çuval gibi kuyuya atılan Hacire, ne de defalarca  şikayet ettiği eski sevgilisi tarafından belediye otobüsünde vurulup öldürülen 21 yaşındaki Özge için bir şey ifade etti/ediyor bütün bu süs-püs, yapmacıklık, hediye promosyon silsilesi... En büyük hediye hayattır çünkü. Yaşam hakkı elinden hunharca alınan bunca kadın varken, bu göz boyamalar pek zavallıca. 


Öte yandan  iş arkadaşlarının ayağını kaydırarak, yükselmek için her yolu mübah görerek "çalıştığını" zanneden; yönetici olacak kadar yükselse de kadın çalışanlarına dünyayı dar etmeyi, çoluğunu çocuğunu unutarak ofise kamp kurmayı, evinin yolunu unuttu diye diğerlerine de unutturmayı "kariyer" sanan hırs küpü, acımasız ve korkunç kadınlar da,  deli gibi uğraşıp da tavladığı zengin kocacığının aldığı kürkler, pırlantalar, spor arabalarla pozlar verip bu önemli günle ilgili büyük büyük laflar eden kokonalar da emekçiden saymasın bence kendini. Çünkü eleştirdikleri erkeklerden daha vahşi bir yol çizmişler kendilerine. Var olma çabası değil bu, başka bir parçalama hali.

Çocuk yapmamak kadar yapmak da bir tercih olduğuna göre doğuran doğurmayan, evde, tarlada, plazada, okulda, hastanede... her nerede olursa olsun alnının teriyle çalışıp üreterek ayakta kalmaya çalışan, bedeni ya da zihniyle kattıkları sayesinde dünyayı güzelleştiren tüm kadınların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun. Sağlıkla, sevgiyle, özgürce yaşasın dilerim hepsi.

6 Mart 2014 Perşembe

Çocuk gözünden Star Wars

İngiliz ressam Craig Davidson, çocukların Star Wars karakterlerinin aksiyon sahnelerine öykünmesini çizmiş. Saç fırçasıyla şarkı söylemeye çalışmaktansa saç kurutma makinesiyle Prenses Leia olmak daha havalı tabii. Ama süzgeçten miğfer, daldan kılıç yapmak evrensel çocuk oyunu galiba.

Bu arada tahta kılıçlarla şövalyecilik oynarken, eğilip selam verdiğini görmeden kılıcı gözüne soktuğum kuzenimden bi 30 yıl sonra tekrar özür diliyorum. Kör ediyormuşum az daha oğlanı, vicdan azabından sürünürdüm herhalde. Tekrar o anı hatırlayınca içim titredi, fair play ruhum yokmuş galiba benim küçükken. Ayıp.







Via

4 Mart 2014 Salı

Oscar ve E.

Bu seneki Oscar törenlerini izlemedim, Digiturk yayınlamış. Esefle kınadım, akabinde hor hor uyumaya devam ettim. Çok ayıp bu yaptıkları. Ama 3 ödülü doğru tahmin etmişim, çaktırmadan kendimi tebrik ettim. 

"Blue Jasmine"de harikalar yaratan Cate Blanchett tek favorimdi. "Dallas Buyers Club" ile gözlerimi yaşartan Jared Leto ve Matthew McConaughey de öyle... Bu sene Meryl, Leonardo ve Bradley sizin yüzünüzden evine kös kös döndü. Cate'i çok beğeniyorum, en az Charlize kadar. Kuğu zarafetinin ayrıca hastasıyız. Bu arada altta solda, filmden bir kareyle gördüğünüz Jared 42 yaşındaymış, inanamadım. Matthew'nun verdiği kilolar zaten akıllara ziyan.

 














Ve bir türlü Oscar törenlerinde doğru düzgün yürüyemeyip her seferinde düşen sarsak Jennifer Lawrence... Ne zaman baksak yerlerde. Sevimli ve kendiyle barışık bir insan olduğundan kafasına takmamıştır pek. Ben olsam elbisenin altına filan girmek, buharlaşmak isterdim. Ama kırmızı elbisesi güzelmiş. Elbisesi yerine düşülüyle Oscar tarihine geçmiş olması ise talihsizlik.


Kızım kalk, rezil ettin bizi yine

"American Hustle" ilgimi çekmedi pek, izlememiştim. Bir şey kaybetmemişim sanırım. Başka Sinema filmleri daha hayat kurtarıcı bu aralar. Nefes aldırıyor.

Rekor kıran selfie de gördü bu seneki Oscar törenleri. Sunucu Ellen'ın şu fotoğrafı eklediği tweet'i 2 milyon 700 bin kez retweet'lenmiş. Liseliler, mezuniyet öncesi son bir poz çekmiş sanki. Arkada yüzü kapalı olan Angelina. Jared soldan soldan, yarım sızmış kareye.

Herkes peynir desiiin, Julia kafamı ısıracak kadar değil!
Eh, bir Oscar töreni daha rüküşleriyle, düşüşleriyle ve ödülsüz kös kös eve dönenleriyle bitti.

Bugün, pek sevdiğim dostum E. başka bir bölümde çalışmak üzere bizim ofisten ayrılıyor. O yüzden içim buruk. Ofisi katlanılır hale getiren tatlı, can insanlar vardır ya... Onlardan biriydi benim için bunca zamandır. Aslında daha fazlası tabii. Hayatımda olduğu için kendimi şanslı ve mutlu saydığım insanlardan. Ofiste bunca hinlik, yalan-dolan varken suratta koskoca gülümseme yaratan biri.

Düşünsenize, gecenin 10 buçuğunda müdirenizin kazığı yüzünden ofistesiniz ve kalan işini evde bitirmek yerine, sizi yalnız bırakmamak için ofiste kalıp sizinle birlikte çalışan biri var. Çalışmayı eğlenceli hale getirmek için güzel müzikler filan açıp hem de. O akşamı cinnet anından eğlenceli bir kız buluşmasına çevirdi yemin ederim. Bir de sahipsiz bir kedi mi var ya da yaralı, hemen yetişir ya da haberdar eder. Şimdi yuvalandırılması, bahçede yuva inşa edilmesi ya da yaralı diye veterinere yetiştirilmesi gereken kedilere ekürisiz koşturacağım. Olmadı ki ama...


Masama bıraktığı o eğlenceli notlarını, koruya kaçıp temiz hava alabildiğimiz öyle paydoslarını, dert dinleyişini, süper saptamalarını, şahane muhabbetlerimizi, kedisi Peynir'le olan komik hallerini, neşesini, bir bakışla halden anlayışını, güler yüzünü, enerjisini, dostluğunu... paylaştığımız birçok şeyi çook özleyeceğim. Bir de babamı kaybettiğimde, "Gel de, geleyim" deyişini unutamam. Ama daha çook görüşeceğimiz için bu bir veda değil. Bunu bilmek, içimi biraz olsun rahatlatıyor. 

Ah açeydim kollarımı gitme diyeydiiimmmmm! Yolun açık olsun kuzumi. Gittiğin yeri yine şenlendireceksin biliyorum. Seni umutsuzca seven Yoda, daha sık gelmeni istiyormuş  haberin ola. Şimdi bahçedeki kediler ve ben hakkaten bir eksiğiz ya.

3 Mart 2014 Pazartesi

Sırça Köşk

Edebiyat bazen en iyi cevabı veriyor. Canım Sabahattin Ali...

"Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın."

Devamı ise şöyle: "En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter."

Sabahattin Ali - Sırça Köşk

Benim bir dostum var

Bu insanlar bir şey anlatmaya çalışıyor. Belki içlerinde sevdikleriniz, sevmediklerniz vardır. Olsun, ben de hepsine bayılmıyorum. O kısmı da mühim değil zaten. Ünlülerin konuştuğu bir takım videolar ne kadar işe yarıyor; insanlarda bir bilinçlenme dalgası, farkındalık girdabı yaratıyor mu onu da bilmiyorum. Ama yunuslar az-biraz ilgiyi hak ediyor bence.

Bir de Oy ver lütfen versiyonu var bunun, o da bunca mevzu arasında kaynamasa bari. Ne de olsa her şeyin adresi sandık olmaya başladı, azarlamalara ötekileştirmelere doymadı doyamadı hazret; e peki madem. Ona da geliyor sıra.



Lütfen hayvanların kullanıldığı hiçbir gösteriye gitmeyin. Çocuklarınızı da götürmeyin...