31 Ocak 2011 Pazartesi

Factotum

Charles Bukowski, favori yazarlarım arasında sayılmaz. Ortaokuldayken birkaç kitabını okumuştum, sonrasında onları kütüphanemin neresine kaldırdım bilmiyorum. Edebi zevkime çok da hitap ettiğini söyleyemem; kendisini okumamı o dönemlerdeki hormon patlamasına mı bağlamalı mı yoksa elime geçen her şeyi okumama mı, bilemiyorum.

"Kızlar Bukowski okumaz" mı ne demişti biri, ona inattan oldu sanırım. Zaman ilerledikçe, insan her şeyi okumaya vakit yetmeyeceğini anlayıp daha seçici davranıyor neyse ki. Sonuçta, 'Kasabanın En Güzel Kızı'nı beğenmiştim, hatırlıyorum. Pipete "kamış" denince tuhaf bakılan zamanlardı, malum. Bukowski'nin en vazgeçemediği kelimesi. Gazete kağıdına sarıp da okumuyorduk canım, abartmayalım.



'Factotum'dan aklımda kalan bazı şeyleri yazmak istiyorum. Laf aramızda, epeyce olmuş filmi çekileli, nasıl olmuştur acaba? Bir ara izlemeli. Hiç olmadı, Matt Dillon hatırına.

Kitaptaki bu cümleler, altına imza atabileceğim şeyler saklıyor  içinde.

- İş çıkışıydı. Akın akın insan çıkıyordu metrolardan. Karıncalar gibiydiler, yüzleri yoktu, çıldırmışlardı, üstüme geliyorlardı, gergindiler.

- Patronlar daha fazla adam çalıştırmaktansa birkaç kişiyi fazla çalıştırmayı yeğliyorlardı. Adamlara sekiz saatini veriyordun ama yetmiyordu, fazlasını istiyorlardı. Altı saat sonra seni eve yolladıkları görülmemiştir mesela. Düşünecek zamanın kalmamalıydı.

- Pencere açıktı ve güneş gözlerine vurmuştu, ruhunu görebilirdin orda.

Sabahın altı buçuğunda bir çalar saatin sesine uyanıp yataktan fırla, giyin, zorla birşeyler atıştır, sıç, işe, diş fırçala, saç tara, başka birine büyük paralar kazandırmak ve sana tanınan fırsat için müteşşekkir olmak için berbat bir trafiğin içine dal. Nasıl razı olunur böyle bir yaşama?

- Amerika'da iş arayan çoktu. Kullanıma hazır sürüyle beden. Ve ben yazar olmak istiyordum. Nerdeyse herkes yazar olmak istiyordu. Kimse dişçi veya otomobil tamircisi olabileceğinden emin değildir ama herkes yazar olabileceğinden emindir. Sınıftaki elli kişiden belki de on beşi yazar olduklarını düşünüyorlardı. Herkes konuşabiliyor, sözleri kağıda yazmayı biliyordu, demek ki herkes yazar olabilirdi. Ama tanrıya şükür insanların çoğu yazar değildir; hatta taksi şoförü bile olamazlar ve bazıları -birçoğu- maalesef hiçbir şey değildirler.

- Sevmem partileri. Dans etmeyi bilmem, insanlar beni ürkütür, özellikle partilerde. Seksi, neşeli ve zeki olmaya çalışırlar ama değildirler. Olamazlar. Durmadan çabalamaları durumu daha da dayanılmaz kılar.


- Samimiyetle söylüyorum, yaşam beni dehşete düşürüyordu. Yemek, uyumak ve çıplak dolaşmamak için insanın yapmak zorunda olduğu şeyler ürkütücüydü.

Masa da masaymış ha

Bir masa... Üzerinde yemek yediğim, okuduğum, yazdığım, düşündüğüm, sohbet ettiğim, konuşup dinlediğim, güldüğüm, uyuyakaldığım... Tek eşyam bu olsa, üstüne neler koyardım?


Sonra aklıma geliyor şairin dedikleri:

"Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu

Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandu durdu
Adam ha babam koyuyordu."


Edip Cansever


Masa da masa, tamam ama bunca yükü taşır mı yoksa alır başını gider mi?


Bence gider.

28 Ocak 2011 Cuma

Tavan arasında Marlon

Otobiyografi okumayı çok severim. Başkalarının kendi hayatlarını bu derece dürüst, yalın, samimi, kendine torpil geçip eğip bükmeden, kendine dışarıdan bir yabancı gibi bakarak anlatabilmesine hep hayret ettim. En son Patti Smith'in kitabını okumuş ve bu günlere gelişi, rock camiasına girişi, Andy Warhol'lu, Chelsea Otel'li New York günleri, şiire tutkunluğu ve Robert ile yaşadıklarını abartmadan, olduğu gibi kaleme almasına hayran kalmıştım.

Sıradaki kitap, dostumun tavsiyesine bakarsam Marlon Brando'nun otobiyografisi olacak. Zira kendisi cool kelimesinin sözlükteki karşılığı. Kitabın ismi bile nefis: "Annemin Öğrettiği Şarkılar". Aşağıdaki bayıldığım fotoğrafı, bu romanı yazarken mi çekilmiştir acaba?



Veranda da durduk yere, çok sevdiğim tavan aralarını anımsattı. Tavan aralarına düşkünlüğümün kaynağı hakkında hiçbir fikrim yok. Düşününce tozlu, pis, karanlık bile gelebilir bazılarına. Ama benim merakımı gıdıklıyor işte. Hatta şöyle yazmışım bir yerlere tavan arası hakkında:

"Yıllar sonra, çok ileride, (olursa) torunlarımın bir gün merakla çıkıp kutularla dolu tozlu ve karmaşık (aslında kendince düzenli) bu yerde; bir sürü defter, ajanda, hikaye, yazı, kitap, fotoğraf; yaşanmışlık ve hayal edilmişlik arasında büyükannelerini keşfetmesini istediğim oda çeşidi.

Evet, tozlu ve karışık olur bu odalar, havasız ama gizemlidirler. Neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Tonton ve huysuz olarak bildiğiniz büyükanne/büyükbabanızın aslında sandığınızdan ne kadar başka biri olduğunu anlatan ipuçlarıyla doludurlar. Sizi çağırırlar hep. Onun da çocuk olduğunu kenarı köşesi kırılmış, rengi solmuş eski-püskü oyuncaklardan; aşık ol(un)duğunu ona gelen soluk mürekkepli sararmış kağıtlı mektuplardan; yazmayı sevdiğini doldurduğu kutular dolusu defterden; okumayı sevdiğini, kitaplarla birçok şeyi keşfettiğini özenle sakladığı sandıklar dolusu kitaptan öğrenmek az keşif olmasa gerek...

Ya o eski fotoğraflar; kiminde mutlulukla poz vermiş, deniz kıyısında bir eğlencede... Kiminde adada bir yerdeki mükellef içki sofrasında. Peki ya bu? Bu resimdekilerin hiçbirini tanımıyorsun, belki ailesi... Bir yakınlık hissediyor, ama bir türlü çıkaramıyorsun. Kim bilir ne zaman çekilmiş, büyükannen/büyükbaban biraz hüzünle bakmış sanki objektife, dalgın... Hele bir de o sandıklardan bir günlük çıkarsa, gerçek bir hazine... Okumaya doyulmaz.

Kim bilir, bu devirde esamisi bile okunmayan bir teknolojiye ait birkaç CD'den o zamanlar ne tür müzik dinlendiğini öğrenebilir bu meraklı torunlar. Şanslarına DVD kalmışsa, izlenen filmleri de... İşte bunlarla, çoktan toprak olmuş bile olsa, o kişiyle aranızdaki kan bağını anlar, onu daha yakından tanıdığınızı, aranızda kaybolan zamanın ve çağların bir anda birbirine yakınlaştığını hissedersiniz. Kendi görüntüsünün, kanlı canlı halinin olduğu birkaç video kaset, CD çıkarsa hele, karşınızda sanırsınız onu, yıllar yıllar önceki taze, kendini hiç yaşlanmayacak sanan haliyle...


Söylenmemiş ne çok söz vardır, anlatılmamış ne çok anı vardır. Ama biraz olsun söz ettiyse de 'Keşke o tatlı tatlı anlatırken biraz olsun dinleyip aklımda tutsaydım dediklerini' dersiniz, bilemezdiniz ki gideceğini... Artık tavan aralarına kalmıştır merakınızın kırıntıları... Tabii böyle bir odası olan ev varsa, kalmışsa..."

27 Ocak 2011 Perşembe

Gölgeler

Severim gölgeleri...
Bazen onlar anlatır her şeyi. Sessiz, sakin... Usul usul.
Onlara bakmak mutlu eder, ihtimalleri anlatır gibidirler.
Platon'un mağara teorisine göre, yaşamın ta kendisidirler.
Bana göre ise umutturlar, hayal kadar gerçektirler...


Objektifimizden


Ve gugıl der ki



26 Ocak 2011 Çarşamba

Babam 65 yaşında

Canım babam bugün 65 yaşında. Bana yazmayı, okumayı, hayvanları, doğayı sevdiren; düzenli ve tertipli oluşumu, listeler yapışımı çektiğim babamın doğum günü bugün. 

Komik ve esprili  babacığımla birlikte sağlıklı ve mutlu nice yıllar geçirmek dileğiyle... 

Seni çok seviyorum babacığım, iyi ki doğdun!


25 Ocak 2011 Salı

Yurdum gündemi

Memlekette tuhaf şeyler oluyor, ziyan beyanatlar birbirini izliyor. Hangi birine gülsün ya da ağlasın, bilemiyor insan.

Afişte tashih var ama idare edeceğiz artık.

Fikri neyse zikri odur dediklerimiz, "Çok yaşa!" nidalarıyla yücelttikleri padişahlarına toz kondurmamak için "En abuk lafı ben edeceğim, hayır, ben!" diye yarışıyor.

Hrant Dink'ten sonra Uğur Mumcu'nun ölüm/kıyım yıldönümleri. Peşpeşe... Biri 4, diğeri 18 yıl. Hey gidi... Yıllar devriliyor ardı ardına, ama bir gelişme? Sonuç? Yok. Ağıt? Bolca... 

Basketbolun gururu Efes Pilsen'in adının değişmesi gündemde. Gençleri alkolden korumak gerek. Doğru. Doğru da, film galalarında, yok açık yerlerde alkolü yasaklayınca mı olacak bu? Kulübün adı değişince mi? Bu nasıl çağrışımlara kurban bir zihniyettir? Efes Pilsen maçlarını izlerken aklıma delice bira içmek düşmüyor misal? Düşen var mı?

Ya "Hayat içki ve seksten ibaret değildir, Türkiye bir hukuk devletidir" lafına ne demeli?  Sanırsın herkes elinde kadeh, kudurmuş halde birbirini kovalıyor hukuk olmayan devletlerde! Bu ne acınası bir haldir... Bunlara inanan var mıdır?

Protesto edilmeye tahammülü olmayanlar, parayla tutacakları şakşakçılar olmayınca duyduklarından hoşlanmıyor. Ama görüldüğü üzere millet sokaklarda. Haliyle, gerçek de. Tiz hepisi fişlene, öyle mi?

24 Ocak 2011 Pazartesi

Evde hafta sonu

Bu hafta sonu, geçmeyen hastalık nedeniyle burnumu bile dışarı çıkarmadan geçti. Balkona bile uzanmadım. Ama dışarı çıkamıyorsam, dışarıdakiler bana gelir değil mi?
Evin daimileri olan 2 kara oğlanla kitaplara; diğer vazgeçilmezler olan kıymetlim 3. kedim, filmler, gazeteler, fotoğraflar, sahlep keyfiyle mayışmalar da eklendi. Nefis oldu hayat... 


Evden hiç çıkmasam da sıkılmadım. Gökyüzü pek kasvetliydi zaten. İstediklerim yanımda olduktan sonra ne işim var bu soğukta dışarıda ?
Bu süründüren hastalık için ilaç, C vitamini, pastil, taze sıkılmış portakal suyu, ıhlamur, istirahat vs. şart elbet. Ama hepsinden önemlisi, ilgi ve de şefkatmiş...

22 Ocak 2011 Cumartesi

Robert Mapplethorpe

"Çoluk Çocuk"un baş kahramanı, bir nevi esas oğlanı, Patti Smith'in hayatında önemli bir yere sahip unutulmaz aşkı Robert Mapplethorpe, İstanbul'da... Bir sergi sayesinde, kitapta sanata başlaması ve kendini bulup tarzını oturtmasıyla ilgili birçok ayrıntıyı okuduğumuz sanatçının eserlerini görme şansımız var.


Kitabın yayımlanmasıyla ilginç bir zamana denk gelen, Paul McMillen'ın küratörlüğü ve Robert Mapplethorpe Foundation'ın işbirliğiyle kotarılan sergi, Galeri Nev'de 12 Şubat'a dek açık. Gidilmeli, fotoğrafları görülmeli... 

Robert-otoportre
1946 yılında doğan Robert Mapplethorpe, 1963 yılında Brooklyn, New York yakınlarındaki Pratt Enstitüsü’nde resim, heykel ve çizim okudu. Sanat yaşamında en çok Joseph Cornell ve Marcel Duchamp’tan etkilendi. 

1970 yılında kolajlarında kullanmak üzere Polaroid kamera ile fotoğraf çekmeye başlayan sanatçı, daha dürüst bulduğu fotoğraf çalışmalarına ağırlık vermeye başladı.

Robert ve Patti




1973'te New York’taki Light Gallery’de “Polaroids” adlı ilk solo sergisini açtı. İki yıl sonra aldığı (aslında hediye edilen) Hasselblad marka fotoğraf kamerasıyla çevresindeki sanatçıları, arkadaşlarını, film yıldızlarını fotoğraflamaya başladı. Bundan sonra çektiği her kare ile sansasyon yaratmayı başardı ve provokatif fotoğraflarıyla 20. yüzyıla adını yazdırdı.

Robert'ın objektifinden Patti Smith-1978
1986 yılında sanatçıya AIDS teşhisi konuldu ve 1988 yılında ölümünden 1 yıl önce New York’taki Whitney Müzesi tarafından ilk Robert Mapplethorpe retrospektifi gerçekleştirildi. Tüm dünyayı dolaşan sanatçının fotoğrafları, 14 Ocak'tan itibaren İstanbul Galeri Nev’de. 

Nasıl uyandırsam ki aceba?

Çinliler demiş ki (güya)

Tanrım!
Bana bir sandalyenin sabrını, sertliğini ve dayanıklılığını ver ki; tüm götlere rağmen ayakta durabileyim!

Ortaya karışık_3

Ortaya karışık_2

Ortaya karışık_1

Hayat ağacı
Kuş ağacı

Sigur

Güneş gözüme giriyor. Kalktım. Nefis bir hava. Hasta yatmak için fazla güzel bir gün. Kedilerle balkon sefası, biraz kendime getirdi. Bırak hava içeri girsin...

Dün ofiste dinlerken düşündüm de, dünyadan uzaklaşmak istediğimde dinlemek istediğim parça bu olurdu sanırım. Evet, ne dediğini anlamıyorum ama çok ulvi şeyler söylüyormuş gibi sanki.

21 Ocak 2011 Cuma

Fırk

Tıkalı ve kıpkırmızı burun, ağrıyan baş, sulanan gözler, boru ses, yorgun beden... Nefis 5'li.


Ama çook uzaklardan gelen ve özlenen dostları kırmamak için sarf edilen enerjinin son kırıntıları.   Güleç muhabbet, güler yüzlü birkaç kare...

Kedi gırıltısı, sıcak banyo, ıhlamur, portakal suyu, pastil...

Duvardaki yazı: Deniz misin liman mı?

Bugün cuma, enseyi kapa.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Bugün ne olmuştu?

4 yıl önce bugün ne oldu?

Alnına sürüldüğünü söylediği ve "Bu lekeyle yaşayamam burda" demesine sebep olan lekeden, kasıtlı suçlamalardan, bilinçli linç girişimlerinden sonra bir gazeteci ve aydının kanı sokağa döküldü, Hrant Dink hayattan koparıldı.


Öldürülmesinden sonra "Kim ne der?" diye düşündü bazıları hemen. Bir aydının, bu ülkenin sağduyulu bir ferdinin, ısrarla farklılaştırılmaya/ötekileştirilmeye çalışılan bizden bir sesin susturulmasına, bir rengin soldurulmasına, yaşama hakkının elinden alınmasına üzülmeliydiler oysa önce.

"Nereye gidiyor/götürülmek isteniyor bu ülke?" diye düşünmeliydiler... Evet, bir renk daha yok edildi. Gitti. Geride kalanları 4 yıldır bu utanç ve dehşet içinde bırakarak... Katilinin alkışlanmasına, kahraman gibi karşılanışına kahrolarak... Burada, gittikçe tekinsizleşen bu ülkede yaşama isteği konusunda tereddütlere, gelecek konusunda endişelere sürükleyerek... Gitti.

Peki, (18 yıl önce) 5 gün sonra  ne olmuştu? 



Fotoğraflar farklı, karanlık aynı...

18 Ocak 2011 Salı

Başlayamayan hafta...

Evde hasta yatmak, ilkokul günlerime döndürdü. Yatakta kitap oku, televizyon izle, saatleri say... Hop, akşam olsun, ev halkı gelsin. Boğaz şiş, ilaç al, 2 gün istirahat...
Anadolu Kavağı, Poyrazköy ve Anadolu Feneri... Nefis bir hafta sonunun ardından gelene bak: Bol limonlu ve karabiberli tavuk suyu çorbası ve portakal suyu kürü... Hemşir ve hemşirem elinden geleni yapıyor, ben de travesti sesimle kısa cümleler kuruyorum...




- Kestane mi o elindeki, yemem ki!





- Abi, bakmıyor bu kız bana.



- Gazoz taze bitti, kapattık dolabı.


-Buraya koymuştum, nerde nerde?!



-Küçüğüm ben küçüğüm, küçüğümm...







-Şş, bi fırt versene adaçayından!