26 Ocak. Babamın doğum günü. Eğer yaşasaydı tam 70 yaşına basacaktı bugün. Düşündüm de insan ailesindekilerin, özellikle de daha kendisi bu dünyada yokken hayatta olan anne babasının hep orada, yanıbaşında olacağını zannediyor.
Ama öyle değil işte. Pat diye gidiveriyor insanlar. Bir akşam telefonda konuşmuşken, ertesi gün bir bakıyorsun yok. Gitmiş. Aman şöyle gençmiş, böyle sağlıklıymış, her yere yürürmüş... Hepsi boş. Yapacağın çok şey kalsa da, hepsini bitirsen de ömür bitince gerisi tırı vırı.
Babam yaşasaydı 70 yaşında olacaktı bugün dedim ya, yaşasaydı "Yaş 70, yolun yarısı eder" esprisi de yapardı bugün kesin. "Kala kala 30-40 yılım kaldı şurda yaşayacak" derdi peşinden. Belki karşılıklı bi duble rakı yuvarlardık 70. yaşının, yolun yarısının şerefine. Hafiften çakırkeyf olurdu babam, yanakları kızarıp gülerdi, belki Defne'nin yanağından bir makas alırdı. Olmadı.
Babama dair içimi acıtan bir sürü şeyden biri de, onunla istediğim gibi rakı içememiş olmak. Şöyle karşılıklı, keyifle... Ne kötü. Bugün öğlen yağan kara, taksi bulur muyuz, yolda kalır mıyız'a bakmadan Beylerbeyi'ne gittim bir arkadaşımla.Ne diyor şurada Nejat İşler, "Babanı özler gidersin". Babamın doğum günü bugündü, illa bugün gidesim vardı. Özledim, gittim.
Öğle vakti bizden
başka kimsenin olmadığı İnciraltı Meyhanesi'nde inceden bir müzik,
beyaz peynir, lakerda, patlıcan ezme, bi duble rakı. Yanında bol
muhabbet, acık gözyaşı...
İyi ki doğmuşsun be babam, 70. yaşının şerefine içtim bugün sensiz.
Karlı ve buz gibi havada, küçük bir meyhanede, ucundan da olsa Boğaz'ı gören bir pencerenin kenarında öğle rakısı, elimden sadece bu geldi. Gördün mü bilmem, ama oradaydın gibi hissettim.
Dün, yazın kızımı hastanede ziyaretinden beri görüşemediğimiz, kitaplarını okudukça içimi havalandıran Melisa'yla birlikte babasını kaybeden arkadaşımıza gittik. Hani bazı insanlar vardır, konuşmasan da yanında öylece susup oturmak ya da sarılmak bile iyi gelir ya... Hah, ikisi de öyle işte benim için. Ümitvar olmamın sebepleri. Ki tanışmamıza sebep olan insan hayatımızdan çıkalı bin sene oldu.
Öğle paydosum vardı sadece, kısıtlı bir zaman yani. Koşturarak gittim. Çağrı sanki babasını dün toprağa veren o değilmiş gibi, çay demledi bize. Hatta ben acıkmışımdır diye tost yaptı. Karşımıza oturup bir de sigara tellendirdi. Oturduk. Hayattan, ölümden, bazı insanların tuhaflıklarından bahsettik. Babalarımızın aynı yaşta, aynı sebepten göçtüğünden söz ettik. Bazı şeylere alışılamadığından... Konuştuk, acık hüzünlendik, birazcık güldük. İlaç gibi geldiler bana. Yine. Ceren de İzmir'den geldi uçakla, günübirlik. Çağrı'yı görmek için. Defne'ye teşhis konduğunda benden çok araştıran, bulduğu en ufak bilgiyi benimle paylaşan, teselli etmek için deli gibi uğraşan can...
Sefa şeysi kedi (Beylerbeyi)
İkisi, (Melisa ve Çağrı) babam için başsağlığı ziyaretine geldiklerinde birinin elinde bir torba mandalina, diğerinde ise çömlek tencere vardı. O halimde bile beni gülümsetmeyi başarmışlardı. Böyle insanlar lazım bize. Bizi hafifletecek, yük olmayacak insanlar. Ben de öyle bir insan olmaya daha çok çabalayacağım. Akrabalardan söz ettik biraz. Ölüm ve benzeri durumlarda zırvalayıp insanlıktan uzaklaşarak 'akbaba'ya dönüşen o tuhaf 'akraba'lardan...
İnsanı çok üzgünken, o yıkık haldeyken bile öfkelendirmeyi başaran insanlar var şu hayatta. Gözleri kızarmış Çağrı'ya "Akraban, arkadaşın vs diye kimseye katlanmak zorunda değilsin" dedim. Sana ağır gelen herkesi bırak gitsinler. Gereksiz yük. Büyüdükçe, yaş aldıkça dertlerimiz büyüyor, bazı şeyler daha da zorlaşıyor zaten; ekstra yüke hiç gerek yok. Bunları hep o söylerdi bana. Şimdi kararlı bir şekilde uygulayacak gibi görünüyor. Canını sıkmışlar.
Ne zaman daralsam, sıkışsam içimi ferahlatan, mantıklı açıklamalarla gözümdeki perdeyi kaldıran oydu, şimdi benim elimden gelen sadece konuşmak ve dinlemekti. Babamın cenazesi için koşturduğumuz zaman, onları (çok mühim insanlar ya onlar) beklemeyip cenazeyi kaldırdık diye anneme (o üzgün, o perişan haldeki anneme) çıkışan saçma kadını anlattım. Sonra babam için "Kurtuldu" diyen ve 7'si bile olmadan Rodos'a tatile gidip fotoğraflarını utanmadan Facebook'ta paylaşan amcamı. Bu insanların hiçbirisiyle artık görüşmediğimi ve hiçbir eksiklik de hissetmediğimi... Evlendiğimde, babamı kaybettiğimde, kızım doğduğunda bile yanımda olmayanları, halının altına itinayla süpürdüğümü anlattım.
Yogi kedi (Bostancı)
Evet, hepimizin içinde iyilik olduğu kadar kötülük de var, hiçbirimiz melek değiliz ama bazı durumlarda biraz olsun içimizdeki şeytanı dizginleyebilmek de imkansız değil. İnsan olmanın gereği. Cenaze evinde çeneni tut bari. Düşünsen bile sus. İnan, açıksözlü olmakla patavatsızlık/hödüklük arasında çizgi, zannettiğinden de ince.
Katlanmakta zorlandığım insanları yok saymak beceremediğim bir şeydi, artık uygulamaya başladım. Yeni yıl mı yeni hayat kararı mı bilemem, ama uğraşacağım. İşteki bazı tiplerden başladım mesela. Duyarsız, gıybet düşkünü, aklınca alay ettiğini zanneden; laf sokma, ima ve kinayeyi hayat biçimi haline getirmiş insanları ayıklıyorum. Ha ayıklayamıyorsam da, yok saymak/anlamazdan gelmek/duymamak/salağa yatmak gibi yöntemleri uyguluyorum. Varsın onlar o güdük hanelerine bir çentik daha atsınlar, lafları yağ tutmayan kumaş gibi kayıp gitsin zihnimden. Lekesi, kiri kalmasın.
Koltuk sahibi, kalantor kedi (Cihangir)
Aynı ofiste çalıştığımız ve sevdiğim bir okul arkadaşım, ona gönderdiğim güzel bir blog linki karşılığında tabağı boş yollamayıp kendine yaptığı playlist'i yollamış bana. Nasıl iyi geldi anlatamam. Gitar çalan yerli yabancı ablalar, bazılarını bilsem de birçoğunu duymamıştım. Ayaküstü güzel kitaplardan, güzel şarkılardan söz ettik biraz; seslenenkitap'ı hatırlattı bana. Yükledim telefona, metrobüste filan kitap okuyamadığım yerlerde kitap dinleme fikri hoşuma gitti.
"Robkart'ımda biraz para kalmış, Harper Lee'nin Bülbülü Öldürmek'ini alayım diyorum" deyince ben, "Dur dur, bende var, alma. Bitirince getireyim sana" dedi. Kitaplardan, şarkılardan söz edecek birinin iş ortamında olması ve ofis hayatının gıybetten ibaret olmadığını bilmek iyi geldi. Oh be.
Siz de dinlemek isterseniz diye ablalı linki şuracığa bırakıp gidiyorum.
Yeni yıl kararları almaktan, listeler yapmaktan hep çekindim. Hayat genelde sana 'karar alma seçeneği' bırakmıyor. Elinde listeyle kalakalıyorsun...
Ben o kararları gerçekleştiremeyeceğimden ve sonra listeye bakıp da, 'hiçbir şey' yapamamış olduğumu fark etmekten korkuyorum belki de. Bir bakıyorsun, boşa geçmiş koskoca bir yıl. Gerçi neye göre, kime göre bomboş, bilemezsin. Bazen 'hayatta kalmak', hayattan koparıldıysan da 'toprağa verilmek' bile mühim bir şey bu ülkede.
Bu sene farklı bir şey yapıp dileklerimi/hayallerimi/hedeflerimi kağıda dökmeyi denesem mi diye düşündüm. Belki gerçekleşmeleri için biraz daha çabalamama yardımcı olur bu. Güç verir. Motive eder, ne bileyim. Ne de olsa yeni yılın ilk günleri kimi için karar alma, kimi için de aldıklarını yavaşça yerine bırakma zamanı...
Ben böyle 'eğlenilmesi zorunlu' günlerde ailemle gerilmesem yeter. Kocamla ve annemle yılbaşı akşamı tartışmayı başardık, içim ezildi sonra üzüntüden. Kavga üstü hediye de, kadayıf üstü kaymak gibi güzel olmuyor hem. Neyse yine de ferah kahveleri, neşeli rakıları olsun. Eyvallah, bilmukabele. Yemişim böyle yeni yıl ruhunu. Neyse ki Defne konuşamıyor da, onunla tartışmaya başlamadık henüz. Of, sinirim bozuldu.
Hayallerimden iki tanesi imkansız, biliyorum ama yine de yazıyorum. Elimde değil.
İlki, babamı kaybetmemiş olmayı dilerdim. Çok erken göçtü babam. 70'ine bile varamadı. Evet, hiçbirimiz sonsuza kadar yaşamayacağız ama, keşke bu kadar erken gitmeseydi. Keşke Defne'yi görebilseydi, onunla vakit geçirip oynayabilseydi. Onu öyle özlüyorum ki... Yüz yüze olan son konuşmamızın 'son' olduğunu bilseydim eğer, çok daha başka şeyler söylerdim babama. Ailevi meseleleri tartışmak yerine, onu çok sevdiğimi söylerdim mesela. Ona sarf ettiğim bazı sert sözler için çok pişman olduğumu, aklıma geldikçe vicdan azabından geceleri uyuyamadığımı... İçime dert, içime yara oldu o sözler. Hiç iyileşmeyecek, biliyorum.
İkincisi, kızımın kistik fibrozis hastası olmamasını dilerdim. O kadar süre hastanede yatmamasını, daha minicikken canının o kadar yanmamış olmasını... Doktora korkmadan, delice ağlamadan muayene olabilmesini. Sağlıklı, mutlu ve iyi kalpli biri olması en büyük dileğim.
Bazen o kadar şaşırıyorum ki bir çocuğum olduğuna. Defne, bir arkadaşımın kızıymış gibi geliyor bazen. İnanamıyorum. Sabahları kalkmamın bir sebebi varmış gibi geliyor. Kalk kalk, Defne acıkmıştır, uyanır şimdi; mamasını, ilacını hazırla. Ona mama yedirmek, gülüşünü görmek, onunla birazcık oynayıp işe öyle gidebilmek. Sabah rutinim bu. Sayısal yine bana çıkmadı, piyangoda ise sadece iki amorti; o yüzden çalışmaya devam.
Şaşırıyorum evet, onun karnımda büyümesini izledik. Aylarca gelmesini heyecanla bekledik, kime benzeyecek, nasıl biri olacak acaba diye diye... Sonra doğum vakti geldi, acayip bir şeymiş; artık karnımda değil kucağımdaydı. Emzirdim, uyuttum, gazıydı tuzuydu derken 13 aylık oldu bile kuzu. Dilerim uzun, sağlıklı bir ömrü olur.
Nasıl bir anneyim bilmiyorum ama beni sevmesini, annesi ben olduğum için mutlu olmasını istiyorum için için. Çünkü ben, kızım o olduğu için çok mutluyum. Hayat ona güzel şeyler yaşatsın; şansı açık olsun, iyi insan olsun; iyi insanlarla karşılaşsın hep.
Deli bir yağmur var bugün. Gökyüzü içini boşaltıyor. Yıkanıyor her yer. Keşke memleket de biraz olsun temizlense. Ofis arkadaşlarım internetten bağır çağır pudra-fondöten-ruj seçerken, kulağımda 'City of Angels' soundtrack'i, bunları yazıyorum. Hayat acayip, kimine düğün bayram, kimine gam keder... Kahkahaları kulaklığı delip geçiyor, ben de müziğin sesini yükselttikçe yükseltiyorum. Bazen iş hayatı gerçekten katlanılmaz oluyor.
Onlar 2016 tatillerini, alacakları izinleri hesaplayıp akabinde "Bi kahve mi içsek?","Ay sen gereksiz bir şekilde fazla mı çalışıyorsun" diye akıllarınca benimle dalga geçerken 'An Angel Falls' çalıyor, galiba filmde Meg Ryan'ın bilmeden kamyona doğru yaklaştığı ve bisiklette kollarını kaldırarak gökyüzüne baktığı, ormanın muhteşem gün ışığıyla parladığı sahnede çalıyordu bu.
Gereksiz mevzularla vızıltılar yerine böyle şeyleri dinlemem normal bence. Şair "İyi niyletle gülümsüyorum hepinize" demiş ya hani, ben hepsine gülümsemiyorum valla. Her zaman iyi niyetle de gülümsemiyorum üstelik, kinaye ve müstehzi bir ifadeyle gülümsediklerim de var. Yalan yok, durum bu.
İllüstrasyon: Gürbüz Doğan Ekşioğlu
Dün gece yakın bir arkadaşımın babasının ölüm haberini aldım. Obi ile Yoda'yı aldığım, kara oğullarımın ananesi dostum, babasını kaybetmiş. Beyin kanamasından. Babam gibi. Küt diye. Aniden. Defne'ye yemek yedirmeye, sonra da onu uyutmaya çalışırken telefona bakamadım. Bir ara elime aldım, kısacık bir mesaj ekranda: "Babamı kaybettik canlar"
Off! İçim cız etti. Aradım hemen, açılmadı telefon. O an konuşmak zor, boğazına takılıyor sözcükler. Ben her arayana ağlamıştım galiba. Kendimi hatırladım sonra, babamı kaybettiğimizde hissettiklerimi. O an kimsenin canının acısını geçiremeyeceğini, ne söyleseler içinin kavrulmaya, yanmaya devam edeceğini... Yaşayan bilir derler ya, öyleymiş. Bugün ikindide babasının cenazesi var, yanında olup arkadaşıma sımsıkı sarılmaktan başka bir şey gelmeyecek elimden. Bazı acıların telafisi yok. Hayat...
Üzgünüm ama bir acı haber daha... Blogunu bildiğim ama çok da yakından tanımadığım Serrose (Sergül), minik kuzusu Efsun'u ne yazık ki kaybetmiş. Haberi aldığımdan beri durup durup ağlıyorum, evlat acısını düşünmek bile korkunç. Sabır ve dayanma gücü diliyorum Sergül'le eşine. Şimdi kızlarını bir ormanda yaşatmak için çabalıyorlar.
Facebook ve Instagram hesabımda paylaştım, ne kadar kişiye ulaşır bilmiyorum ama buradan da paylaşmak istedim. Melek olmuş Efsun'u doğada yaşatmak için desteğiniz lazım. TEMA'nın Efsun'un adını ağaçlarda yeşertebilmesi ve adına kocaman bir orman oluşturabilmesi için 2000 fidan gerekiyor. Yeri belli, Balıkesir Bayat. 1 fidan 6 TL. Eğer sadece birkaç dakikanızı ve en az 6, en çok gönlünüzden kopan kadar lirayı ayırıp TEMA'ya Efsun adına bağışta bulunursanız, minik kuzunun bir ormanı olacak. Ruhu ağaçlarda, o ağaçlarda yaşayan kuşlarda, böceklerde, sincaplarda hayat bulacak.
Yeni yıla bir iyilikle başlamak istemez misiniz? Elinizden ne gelirse... Nefes aldıran, umut veren, minik bir meleğin kocaman ormanında katkınız olsun. Bağış yaptım ve Sergül'le eşinin minik kelebeklerini hissedeceği bir orman olması fikri, içimi biraz olsun huzurla doldurdu.
Bağışların 1-31 Ocak tarihleri arasında, TEMA'nın İş Bankası Levent Şubesi'ndeki TR56 0006 4000 0011 0351 2077 74IBAN no'lu hesabına yatırılması gerekiyor.
TEMA'nın başka hesaplarına yatırılmış bağışlar ne yazık ki geçerli sayılmıyor.
Not: Saat 17:00 itibariyle iyi şeyler olmaya başlamış mı ne...
Hepimiz için yaşanılası, gülümseten, iyilik dolu bir yıl olsun. Biliyorum, torba gibi bütün iyi niyetler bir yıla sığmaz ama dileğim aydınlık, umut ve barış dolu; eksilmediğimiz, içimizin üzüntüden çürümediği, sağlıklı ve mutlu bir yıl...
Cüce Şubat da bitti, bahar gelebilir mi artık lütfen? Öyle iki parlak gökyüzü, azıcık güneşle kandırmasın, adamakıllı gelsin ama. Bence iyi gelecek hepimize.
Gerçi bahar gelse ne olacak? Okudukça/izledikçe insanın içi kararıyor olanlardan... Kadın cinayetleri katlanarak artmış, artık mini etek giymek, sokakta gezmek, kırmızı ruj sürmek gibi 'suçlar'ın arasına dolmuşa binmek de eklenmiş... Üniversite öğrencisi Özgecan dolmuşa bindi diye, gazeteci Nuh kartopu oynadı diye bıçaklanarak öldürülmüş. Günlerce, haftalarca içimiz yanmış, sokaklara dökülmüşüz, yine de mevzu zat-ı muhteremin muhtar görüşmeleri kadar ajandaya girmemiş, ülkeyi açık hapishaneye çevirecek iç güvenlik yasası kavga dövüş, tokmak yumruk, tüm itirazlara rağmen meclisten geçirilmiş, CNNTurk'ü yine penguenler basmış kalmış, Kabataş yalanının yüzsüzleri yine ortaya çıkmış, IŞID'e insanların boğazını kesmek az gelmiş, geçmişi MÖ 7. yüzyıla kadar giden dünya mirası heykelleri hınçla parçalamış... Yazarken bile içim şişti, burası gittikçe tekinsiz bir yere dönüşüyor sanki. Hakkaten 'insanların yaşadığı' yerlere göçmek mi çözüm? Oscar filmlerini izlemedim, ama törendeki teşekkür konuşmalarından biri beni çok etkiledi. Whiplash'teki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ını alan J.K. Simmons'ın şu konuşması: "Annenizi arayın, babanızı arayın. Eğer hala hayatta olan anne babaya
sahipseniz, bu kadar şanslıysanız mesaj atmayın, mail yazmayın;
telefonla arayın onları ve ne kadar konuşmak isterlerse konuşun ve
dinleyin." Cız etti içim. Hep telefonun ucunda olacaklar sanıyoruz ama öyle değil işte...Bunun bile şans olduğunu fark edemiyor insan çoğu zaman. Bugün babamın arabasına son kez bindim. Yarın satılıyor, artık başka birinin olacak. Babamı kaybettikten sonra ben devralmıştım baba yadigarını. 5.5 yıl babamla beraber, 1.5 yıl da onsuz bizi bir sürü yere götürdü, çok anımız var. Biliyorum eşyalara bağlanmak saçma ama kıyamıyor işte insan. Zaten şoför koltuğunda babam olmadıktan sonra, çok da anlamlı değildi. Ama ben araba kullanmayı o arabada öğrendim, en son babamı kaybetmeden 1 ay önce, Foça'dan dönerken direksiyona geçmiştim de bütün Foça arkamıza dizilmiş, kornalar küfürler birbirine karışmıştı. O araba babamındı işte, başkasının olmasını istememiştim. İlk kazamı da o arabayla yaptım, sanki babam görmüş de üzülmüş gibi cız etmişti içim. Pencereden bakıp da bahçede arabasını görünce, sanki İzmir'deki evden sokağa bakıyormuşum gibi geliyordu. Araba aynı ama babam yok artık. Kıyamazdı arabasına, çok temiz bakmış. Bir yeri tık etse hemen servise götürür, tüm bakımlarını zamanında yaptırırdı. Arabanın servis kitapçığına her şeyi not almış; neyi, ne zaman, ne kadara tamir ettirmiş, hangi parçaları değiştirmiş, ne bakımlar yapılmış, hepsi var; sonraki sahibinin epey işine yarayacak bir sürü bilgi. Bugün içindeki eşyaları boşalttık. Babamın sigarasını, tarağını, el yazısıyla tuttuğu tüm notları aldım. Duygulandım, ağladım, çıkamadım bir türlü arabanın içinden. Bugün son kez annemi havaalanına götürdük onunla. Yarın başkasına teslim edilecek, sanki babam bir kez daha gidiyor gibi hissettim arabası da gidince. Tuhaf bir his işte. Sevdiği yazarlardan Yaşar Kemal de göçtü. Babamın kitaplığından alıp okuduğum ilk roman İnce Memed'di. Çukurova'nın gür sesi gitti. Dolu dolu yaşanmış bir ömür sürdü, ardında bir sürü kitap bırakarak Tilda'sına kavuştu. Ne doğru laf: 'O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler, demirin tuncuna insanın piçine kadlık' Artık umutsuzluktan umut çıkarmak daha da zor.
Güzel şeyler de olmuyor değil. Kendime yeni kitaplar aldım. Almak bir şey
değil, vakit bulup okuyabildim de. Onlardan birinin, 'Bize İki Çay
Söyle'nin yazarı Elif Key'in imza günü vardı dün, çok istememe rağmen
gidemedim. Hem de en sevdiğim kitabevinde, Robinson'daydı... Neyse, kısmet.
Bir de en sevdiğim yazarlardan İhsan Oktay Anar'ın en sevdiğim kitabı 'Puslu Kıtalar Atlası' çizgi roman olmuş. Sevdiğim bir illüstratör İlban Erdem çizmiş, 13 Mart'ta çıkıyor. 300 sayfa. Heyecanlandım, sabırsızlıkla bekliyorum. İlban Ertem'in çizdiği Vicdan'dan buralarda bir yerlerde bahsetmiştim. Ertem de sevdiğimiz bir abimizdir.
Defne kuzusu 3 aylık oldu. Gülüyor, bıcır bıcır kendince bir şeyler anlatıyor. Beraber geziyoruz, bahar gelsin, daha çok gezebileceğiz minnak kızımla. Demin banyosunu yaptırdık, sallanan anne kucağındaki maymun ve papağanla oynarken müziğin etkisiyle uyuyakalmış. Onun günden güne büyüyüp değiştiğini görmek çok acayip bir his. Bırakıp da nasıl işe döneceğim, düşündükçe içim fena oluyor. Sağolsun devletimiz vere vere 16 hafta izin veriyor. Dolu dolu 4 ay bile değil, 3 ay 3 hafta gibi bir şey. O kadar küçük bebek nasıl bırakılır? Bırakılmaz tabii... Yasal hakkım olan ücretsiz izni sonuna kadar kullanmak niyetindeyim. İş nasılsa bitmiyor, ama çocuğunuzun o ilk ayları da asla geri gelmiyor.
Geçen gün eski kitapları defterleri düzeltirken, YKY'de çalıştığım günlerden bir defter geçti elime. İlk sayfasında kurşunkalemle çizilmiş bir illüstrasyon vardı. Hatırladım, Piyale Madra yayınevine uğradığı bir gün sohbet etmiştik. Ayaküstü portremi çizmişti, tam 12 yıl öncesi... Sağolsun, dudakları dolgun çizmiş :) Görünce gülümseyiverdim, güzel bir anı. Mutlu etti. Eskiden daha eğlenceli yerlerde çalışıyormuşum ben yahu?
Canım kuzum Defne, bugün tam 1 ay oldu sen hayatımıza katılalı. Sana ilk mektubumu da anca şimdi yazabiliyorum, bundan sonra daha sık yazmaya çalışırım. Söz. Sen büyüdüğünde hala blog diye bir şey kalır mı bilmem ama olsun... Demode bulursun belki de. Göz kırparak blog yazılır, hapşırıkla müzik indirilir belki sizin zamanınızda. Hoş geldin dünyamıza, ailemize, hayatımıza Defne'cim... Umarım seversin burayı. Sevmen için birçok neden var; bazıları tam önünde duruyor olacak, bazılarını da çabalayıp sen bulacaksın. Mesela baban ve benim gibi doğayı seveceksin bence. Karadeniz yaylalarına çıktığında sislerin arasındaki dağlar, bulutların arasından sıyrılıp çıkıveren güneş, yağmur sonrası beliren gökkuşağı, babanla gittiğimiz kamplardaki o manzaralar... İnan hepsi görmeye değer, "İyi ki yaşıyorum be!" dedirten şeyler. Göl kenarında durup da baktığında göreceğin o her tondaki yeşille mavi içini açacak. Karlı bir mevsimde Kars'a gideceğiz mesela, uçsuz bucaksız pamuk beyazlığı göreceksin; peynir müzesi peşinde adını bilmediğimiz köylere bile gideriz belki seninle de, kim bilir...
"Deniz" var bak sonra, annenin içinden hiç çıkmayacak kadar çok sevdiği o koskoca masmavi su birikintisi... Ege'ye gideceğiz beraber, anneanneni İzmir'de ziyaret edip Çeşme, Urla, Seferihisar gezeceğiz. Ege'nin o güzelim pazarlarında dolanacağız sonra; hiç bilmediğin bir sürü sebze görüp ananenin pişireceği nefis ot yemeklerinin tadına bakacaksın. Radika, turpotu, cibez... Doğayı tanıman önemli. Çileğin ağaçta yetişmediğini, ayçekirdeğinin aslının günebakan olduğunu bil, dalından meyve yemenin tadına var isterim. "Hayvanlar" var bak, saf ve sevgi dolu; onlarla iç içe büyüyeceksin. Karşılıksız sever onlar bilir misin? Hem sokakta, hem evde birlikte yaşadığımız, bu dünyada komşuluk ettiğimiz canlar, kıymetli hepsi. 4.5 yıldır bizimle yaşayan Obi ve Yoda var mesela, karapati abilerin. Onlar seni çok merak ediyor, eminim iyi anlaşacaksınız. Sen içerideyken varlığını hissedip heyecanlanıyorlardı, şimdi sesin ve kokunla seni tanımaya çalışıyorlar. Tırmalamayan, ısırmayan sakin kediler onlar. Sen de onları sevecek, kuyruklarını çekmeyecek, canlarını yakmayacaksın bir tanem. Sokaktakiler var sonra; kuşlar, kediler, köpekler... onlara beraber yemek, su vereceğiz. Onların da "canlı" olduğunu, yaşamaya bizim kadar hakları olduğunu öğreneceksin zamanla. Vicdanlı ol, kalbinin sesine kulak ver hep... Umudun hep içindw bir yerlerde olsun, içini karartma. Haksızlıklara duyarsız kalma; ezme sakın, ezilme de. Hakkını savun... Neşeli bir insan olmanı dilerim. Gülümsemen, kahkahan eksik olmasın. Espriyle bakabil birçok şeye, bu hafifletir hayatın ağırlığını. Somurtkanlıkla çekilmez inan. Bil ki kimse pıtpıtlamasa bile sırtını, omzunda ağlayacağın kimse olmadığını da düşünsen, babanla ben buradayız. Sevincinde ve üzüntünde, başarında ve kaybında... Her zaman.
Ağaçlar ve çiçekler var sonra, doğada binbir çeşidini göreceğin. İstanbul'un güzelim çiçekleri mesela. Boğaz'da erguvanları göstereceğiz sana, adının kaynağı defne ağacının yapraklarını koklayacaksın... Baharda binbir renge bürünecek her taraf, için açılacak. Saksıda yetiştireceğin minicik bir bitkinin mucizesine, elinle beslediğin bir hayvanın minnetine tanık olacaksın. Bazıları hoyrat davransa da çiçeklere, ağaçlara, hayvanlara; sen yapmayacaksın öyle... Hayatı anlamlandıran, çekilir kılan "arkadaşlar" ve "dostlar" var bak bir de... Senin seçtiğin insanlar olacak onlar, iyisini seçtiğinde iyi gününde, kötü gününde yanında olacaklar. Derdini, mutluluğunu paylaşacaklar. Anlayacaklar seni. Bazen bize anlatmadığın bazı şeyleri onlara anlatacaksın, bu kadar yakın olmanıza şaşıracaksın bazen. Güvenmeyi, paylaşmayı öğreneceksin onlarla. "İyi ki varsınız" diyeceksin. Adı üstünde arkadaş, sırtını yaslayacağın; arkanı dönecek kadar güveneceğin insanlar olacak onlar... İyi seç onları, hep hayatında ve yanında olsunlar. E bir de "aşk" var, onu anlamak için zaman var daha. Ama yaşadığında anlayacaksın nasılsa. Kafan karışacak, karnında kelebekler uçuşacak, sarsılacaksın, acı çekeceksin ama yine de hoşuna gidecek bu his. Umarım mutlu sonla bitenini yaşarsın, birini keşfetmek çok eğlenceli inan. Babanla benim hikayemi anlatacağız sonra. "Nee, 7 yıl mı?!" diye şaşıracaksın beklememize, ama umarım sen de bizim gibi mutlu olursun.
Geceleri uyandığında seni pışpışlayan kısa saçlı kadın var ya, bak o senin anneannen. Neler atlattı bir bilsen... Seni o kadar çok seviyor ki, ilaç gibi geldin ona. Dünyaya gelirken bile onu bekledin sen. O gelmeden gelmedin yanımıza. Seni "kurabiyem" diye seviyor, öpmelere doyamıyor. Dayın da öyle, seni görmek için her hafta sonu onca yol tepiyor. Kucağında sen olunca nasıl gülüyor yüzü bir bilsen... Deden var bir de. Ama o sana, sen ona yetişemediniz ne yazık ki. Erken gitti hayatımızdan ve bu dünyadan. Keşke tanışabilseydiniz... İçimi acıtan tek şey bu kuzum. Keşke kesişseydi yollarınız, keşke onun da hayatında olsaydın. Anlatacağım sana dedenin nasıl biri olduğunu, fotoğraflarını göstereceğim; bence seveceksin onu. Hayatta olsaydı o seni çok severdi; doğayı, ağaçları, hayvanları, çocukluk anılarını anlatırdı sana. Komik hikayeleriyle güldürürdü seni de. Yazmayı ve okumayı ben onun sayesinde sevdim. Fotoğraf çekmeyi de. Işıklarla olsun... Büyüdüğünde, sen de bir şeyler üretmenin, çalışmanın, başarılı olmanın, okuyup yazmanın, eğlenmenin, hayatın ve yaşamanın tadına varacaksın. Amacın olacak, hayallerin... Ama önce iyi bir insan ol. Adil, vicdanlı... olur mu? Sonra? Sonra seni bambaşka yerlere götürecek bir sürü güzel kitap okuyacak, eğlendirip yerinden hoplatacak şahane konserlere, merakla gezeceğin nefis sergilere gideceksin. Seni bambaşka dünyalara götürecek nefes kesici filmler izleyecek, leziz sofralarda dostlarınla olacak, güzel müzikler dinleyeceksin. Güzel bir kahvaltının mutlulukla ilgisi olduğunu keşfedeceksin. Evdeki arşivlerle fark edeceksin önce "edebiyat" ve "müzik" denen şeyi. Biz her ne kadar yol göstersek de, çevrende görüp kulağına/gözüne takılanlarla başlasan da, kendi zevkine göre seçeceksin bir süre sonra. Şekillenecek zevkin yavaş yavaş. Dinleyecek, okuyacak, izleyecek o kadar çok şey var ki! Bak müzik ve sinema konusunda babana güvenebilirsin, ben de kitaplar konusunda elimden geleni yaparım. Kitaplıklarımız, müzik ve film arşivlerimiz emrine amade. Dilediğince karıştır... Merak iyidir.
Gezeceksin bol bol. Değişik kentleri, ülkeleri keşfedeceksin. Alıp başını gitmek iyidir. Hafifletir. Farklı kültürlerle insanlar tanıyacaksın. Tanıdıkça hoşgörün artacak, ufkun genişleyecek. Farklılıklara saygı duyacaksın yadırgamadan. Siyah ya da beyazdan ibaret değil hayat, yelpaze o kadar geniş ki. Kendine güvenecek, kendini, seveceksin. Her ne kadar "kızım", "bizim mi bu minik şey" desek de, sen ne bana ne babana aitsin. Kimseye ait değilsin. Özgür, özgüvenli ve mutlu bir kız olacaksın umarım ileride. Seni mutlu edecek ne varsa, elde etmen için destek olmaya çalışacağız biz. Sonra zaten kendi ayaklarının üstünde duracaksın.
Hayatta acılar, üzüntüler, kayıplar, başarısızlıklar, hayalkırıklıkları da var elbette. Onlara da alışacak, her biriyle kendince baş etmeye çalışacaksın. Elimizden geldiğince yanında olacağız biz. Güçlü olman, ayakta durabilmen için çabalayacağız. Dostların ve arkadaşlarınla yükünü hafifletmeye uğraşacağız. Yeter ki paylaş bizimle, saklama; saklanma... "Biz yapamadık sen yap" anlamında yazmıyorum bunları, keşfet istiyorum sadece. Dünyayı, hayatı... Roma'ya git mesela, o güzelim heykellerle meydanları gör. Floransa'yı hele mutlaka gez. Venüs tablosunu incele dikkatle, köprüdeki sokak çalgıcılarını dinle, Berlin'deki duvar kalıntılarını gör, sakura ağaçlarının yağmurunu izle Japonya'da.
Bunları sana yazdım, çünkü daha 1 aydır olduğun bu dünyayı ve yaşamayı sev istedim. Bu ülkede bazen çekilmez hala gelse de yaşamak, sen kendin için yaşamaya dair güzel sebepler bul/yarat istedim. Hayatta olmak bir şans, değerli. Bizim hayatımıza geldiğin için biz çok mutluyuz; umarız sen de mutlu olursun. Seni çok seviyoruz, hayatın tadını doyasıya çıkar minik bebeğim. Tüm iyi dileklerimiz seninle...
Bak, yarın yeni bir yıl geliyor. 2015'e seninle merhaba diyoruz. En anlamlı hediyesi sensin bu yılın. Dilerim senin ve bu satırları okuyan okumayan tüm sevdiklerimiz için sağlıklı, keyifli, umut dolu; mutlu, barış dolu ve neşeli birçok yıl vardır önümüzde. Güzel şeyler olsun artık... Sevgiler Annen
Tam 20 gündür 'küçük' bir maruzatımız, tatlı bir meşguliyetimiz var hayatımızın ortasında... Cimcime Defnaaanım, sonunda dünyamıza teşrif etti. Bloga son yazıyı yazmamdan 1 gün sonra, 28 Kasım Cuma gecesi hastaneye koşturduk. Kız, önden suyu yollayıp "Ben geliyorum"un ilk işaretini çaktı. Aynı günün sabahı kontrole gitmiştim zaten, her şey de normal görünüyordu ama, kuzu biraz aceleciymiş. Gecesine yine hastanedeydik. Bu sefer doğum çantamızla. Aceleci diyorum ama aslında beklemesi gerekenleri bekledi benim kızım. "Ben gelene kadar sabretsin" diyen ananesini (annem Perşembe akşamı geldi İzmir'den, radyoterapisi anca bitmişti; kız da ertesi akşam koşturdu bizi hastaneye), 4-5 gündür yurtdışında olan ve o cuma sabahı işbaşı yapan kadın doğum doktorumu... Daha n'apsın? Eh, su geldi ama ertesi gün (cumartesi) öğleden sonra olduğu halde, sudan başka bir işaret (sancı, rahimde açılma) gelmeyince bütün bir gün suni sancı çektim. Serum askısını kendime kavalye edip doğumhane koridorlarında saatlerce yürüdüm, NST'ten kızımın kuş gibi atan kalbinin sesini dinledim ve 25 saat süren normal doğumun ardından, 30 Kasım'da geceyarısı minik kuzuyu kucağıma verdikleri o an, her şey uçup gitti. Çok acayip! O kadar sancı, saatlerce ıkınma, ağrı, kan kaybı... Bitti! Minicik bir şeyi koydular göğsüme. Mordan kırmızıya dönen rengini gördüm önce, miniminnacık kafasını fark ettim sonra. Saatlerdir o dışarı çıkmaya uğraşıyor, bense onu itmeye çalışıyordum. Yorgun düşmüştük. Onu gördüğüm ilk an ağlamışım, doğuma giren eşim anlattı. Farkında bile değildim. Ağlamasını duyduğum andan itibaren, ilk kontrolü ve temizliği bitse de kavuşsak diye sabırsızlıkla bekliyordum. İçimde hissedip ultrasondan kime benziyor tahminleri yaptığımız şey, kucağımdaydı işte. Avaz avaz ağlaması bitmiş, uyukluyordu.
Ve aradan 20 gün geçti işte. 20 gündür gecemiz gündüzümüze karıştı, 7/24 sütçülüğe başladım, bazen yemek yemeye ya da duş almaya bile vakit bulamadım, uyusun diye telefondan saç kurutma makinesi sesi dinlettim (hakkaten işe yarıyor) ama... hepsine değer! Suratına baktıkça benim kızım olduğuna inanamıyorum, sanki birkaç gün bir arkadaşımın bebeğine bakıyordum. Minik süt vampirim benim, meme ucun yara olunca soğanı ikiye kesip memeye bağlayacaksın deseler gülerdim. Şimdi öyle şeylere gülmediğim gibi işe yaramalarına da şaşırmıyorum. Doğal yöntemlere saygım daha da arttı. Gülmeyin rica ederim. Bana "Normal doğuramazsın" diyen müdürüme "Size inat çatır çatır doğuracağım" demiştim. Ona inattan ziyade, doğalı bu olduğu ve kızımı bir an önce emzirmek istediğim için normal doğumu istedim. Çatım dar mı geniş mi, o muayene bile olmamıştı daha. Zordu, acılıydı ama nedense normal doğum denince aklıma düşen, ahırda (yoksa tarlada mıydı) korkunç sesler çıkarıp deli çığlıklar atarak doğum yapan Türkan Şoray filmindeki kadar da fena değildi yani.
Ve şimdi mimikleri saniye saniye değişen, süt emerken suratı şekilden şekile giren (o anları sadece ben görüyorum diye üzülüyorum bazen), karnı acıktı mı etinden et koparılmış gibi çığıran, memeyi bulamayınca sinirlenip memeye kafa atan, hıçkıran, hapşıran, pırtlayan ve altını dolduran mis kokulu tontik bir minnak kızım var. İyi ki gelmiş. O dünyaya ve bize, biz de ona alışmaya çalışıyoruz. Bir yerde okudum, bu ilk zamanlarda annesinin ayrı bir varlık olduğunu algılamıyormuş zaten, aynıyız sanıyormuş; pek güldüm. Oğlanların pabucu biraz dama atılır gibi oldu ama olacak o kadar. Kızın önce sesiyle, sonra hastane battaniyesindeki kokusuyla tanıdılar zaten. Sallanan pusetteyken de çevresinde bir iki tur döndüler. Yakında iyice kaynaşırlar. Bence iyi geçinecekler.
Unuttular bizi la
Beni üzen tek şey, keşke babam da Defne'yi görebilseydi... Öpüp koklasaydı, o hep istediği kız torun geldi ama zamanlama olmadı. Babam çok erken gitti hayatımızdan ve bu dünyadan. Dostum Z "Baban Defne'ye ömür verdi, emin ol görüyordur" dedi. Bilmiyorum, belki de. İkisi, babam ve Defne, birbirini severdi bence. Bir şekilde aralarında bir bağ olduğunu düşünmeden edemiyorum. Belki bazı huyları ya da bir mimiği, hali, tavrı babama; hiç tanımadığı dedesine benzeyecek. Babam sağ olsaydı kesin biraz büyüdüğünde Defne bitkisinin Latince adını söyler, Daphne'nin mitolojik öyküsünü anlatırdı ona. Ama olmadı. Minik kuzum, deden seni izliyor bir yerlerden... Bugün yarı kırkı olan minnağı ilk kez sokağa çıkardım. Fırından ekmek, çiçekçi abladan kokina alıp küçük bir mahalle turu attık. Çingene abla "Ay nazar değmesin, bizim oralarda lohusa da bebesi de karanlığa kalmasın kırkı çıkmadan derler" dedi ve dualarla yolladı bizi. Söz dinledim ben de, döndüm eve.
Kuzu bu kadar yazabilecek kadar oturmama müsaade ettiği için kendisini öpmeye ve beslemeye gidiyorum şimdi. Arkadaşıma takılırken dediğim gibi (söyleme esnasında göğüs yumruklanacak yalnız) anayım ben ana :) Görüşmek üzere!
Annemle babamın 43. evlilik yıldönümüydü bu 11 Ekim.
2011'de 40. yılları için minik bir kitap hazırlamıştık onlara, nişanlılıklarından başlayıp bugünlere gelen bir tarihçe. 11 Ekim 1971'de 17 yaşında bir genç kız ve 25 yaşında bir delikanlı olarak başlayan evliliğin öyküsü...
Birlikte geçen 40 yıllarının hikayesini anlatan, fotoğraflı, yazılı bir kitap. Ben yazılarını yazmıştım, eşim de tasarımını yapmıştı. Asıl fotoğraf arşivi İzmir'de olunca, anneannemdeki bir fotoğraf albümü epeyce işe yaramıştı. Yanında, onlara özel hazırlanmış etiketiyle bir şişe şarapla beraber yollamıştık kitabı.
Çok duygulanmışlardı. Annemin ağlayarak arayıp teşekkür ettiğini hatırlıyorum. Babamınsa arşivine kaldırıp arada çıkarıp baktığını... 41. yılda da benzer bir şeyler, magnet vs hazırlamıştık. 42. yıl için özel ne yapsak diye düşünürken, babam oyunbozanlık edip bıraktı bizi... Zaman 41. yılda kaldı. İyi ki de yapmışız ama bunları, mutlu oldular.
Her şeye rağmen iyi ki de evlenmişler, 43. yıldönümleri kutlu olsun...
Takvimler yine geldi 16 Eylül'e... Sabahın bir körü ofisteyim ve ergenken (hatta hala) sevdiğim şarkılardan oluşan bir playlist dinliyorum. Led Zeppelin'den Lou Reed'e, Deep Purple'dan Pearl Jam'e uzanan... Bu da kendime doğum günü kıyağım olsun.
Bir sene daha yaşlandığımdan mıdır, babamsız ilk doğum günüm olmasından mıdır, pek hoppidi zıppidi hissetmiyorum bu sabah. Geçen seneki doğum günümde annemle gönderdikleri çiçekler kurudu ama hala masamdalar. Kutlamak için aradığında söyledikleri de kulağımda hala. 4 gün sonra gideceğini bilseydim, daha bir sürü şey söylemek isterdim ona o telefonda. Bir yaş daha aldım, yaş oldu 36; yolun yarısını ve 35'liği bi tek geçtim. Yolun ilk yarısı çok da fena değildi aslında, eksildim çoğaldım ve zaman geçti.
Babamı erkenden alan, yakında kucağıma bir cimcime verecek olan hayat bundan sonrası için ne hinlikler planlıyor bilemiyorum, bilmemek de daha iyi bence. Yine de adeti bozmayıp dileğimi tutayım: Hepimiz için güzel şeyler olsun. Hayat sağlıkla, mutlulukla, iyilikle gelsin. Umudumuzu çoğaltsın, neşemizi artırsın.
Sevdiklerim yanıbaşımda olsun, keyfimiz sağlığımız yerinde dursun. Cimcime de sağlıkla gelsin; mutlu, neşeli, vicdanlı ve iyi kalpli bir insan olsun. Eh, 36 da hoş gelsin sefa gelsin...
Yol Şarkıları'nda gördüm, Hüsnü Arkan'ın "Mino'nun Siyah Gülü" kitabından şu alıntı pek hoşuma gitti sabah sabah...
"Bir
gün bana giden yolu tarif eder misiniz? Ben kendim ulaşmayı
beceremiyorum; yokuş var, güven vermiyor bana. Sizin içiniz bile daha
düz. Ve yakın. Yürüyebileceğim mesafede. Saçlarınızı aralayıp,
ensenizden öpüyorum."
Eylül geldi. Pat diye. Kuşluk vaktinden uyanana dek korkunç gökgürültüleri, patlayan şimşekler dinmedi. Pek uyumadım, arada bölük pörçük sızdığımda da tuhaf rüyalar gördüm. Babam ölmemiş meğer, bir yerlerde saklanmak zorunda kaldığı için öyle gibi göstermişler. Bir seviniyorum uykumun arasında saçma sapan. Sonra uyandım. "Rüyaymış ya, of rüyaymış!" deyip bayağı bi bozuldum.
Duş vs hazırlanıp attım kendimi yağmurda dışarı, zar zor bir taksi buldum. İlkokul 1'ler okula başlıyor, günlerden pazartesi, deli yağmur ve bir de üstüne kaza var... İstanbul için şahane beşli. Trafik berbat, 1.5 saatte geldim işe. Yanık balata kokusundan ve açlıktan midem bulandı yolda. Evet, Eylül geldi. Gelmeseydi iyiydi.
Eskiden beri Eylül ayını pek sevmem, güzü de sevmem zaten. Sonbahar depresif gelir, karanlık ve yağmurlu havalarda içim darlanır, büzüşür içime kaçarım. Koltukta kitap okumak isterim sadece, yağmur yağarken pencereden dışarı bakmak...
Eylül'de doğdum, 16'sında. 36 Eylül önce. Çocukluğumda ve okurken hep okulların açıldığı güne denk gelirdi doğum günüm. Ama yazı ve ilkbaharı seviyordum, doğdum diye güzü sevemedim sadece. Oysa ilkbahar öyle mi? İlkbaharda böyle bir neşe, cıvıl cıvıl filan ortalık. Güzde uykuya dalan doğa uyanıyor. Tam okul ekme ya da denize gitme zamanı. İstanbul'da gidilecek bir sürü yer, o zaman var sanki. Boğaz, Adalar...
Yıllar geçti. Üç Eylül öncesi. Bu sefer evlendim, 10'unda. Bu sefer hiç kötü gelmedi Eylül. Sevmeye başladım hatta. Evlendiğimiz gün hava güzeldi, güneş vardı. Neşeliydik, mutluyduk. Sevdiğim bir sürü insan vardı o gün yanımda. Barışıyorduk sanki doğduğum ayla.
Ve geçen yıl, yine Eylül. Bu sefer 20'si. Sabahın köründe aldığım telefonla allak bullak olup bulabildiğim ilk uçağa binişim, uçakta sürekli ağlayıp dua edişim... "Lütfen hayatta olsun, lütfen" Meğer çok geçmiş tüm bunlar için. Kara haber beni bekliyormuş zaten İzmir'de, söylememiş kimse bana. Daha 4 gün önce 35. doğum günümü, 10 gün önce de 2. evlilik yıldönümümü kutlamak için arayan babam... bizi bırakıp gitmiş. Bana, kızına bir veda bile edemeden. Kocaman bir mutsuzluk oturdu sabah sabah böğrüme. Eh Eylül, alacağın olsun. Bilemedim ne hissedeceğimi Eylül'le ilgili, ilişkimiz gel-gitli. Seven var mı ki?
Hayat bazen yorar, kendinizi öylece bırakmak istersiniz. Yumuşak bir koltuğa bırakır gibi... Ben hayata dokunmuyorum da sanki, o beni dürtüyor alttan alttan. Öyle hissediyorum bu ara. Gündemdekilerden gönlüm bulandı, iştekilerden yoruldum... Ünlü-ünsüz bir sürü cahil cühela insanın Gazze'de olanları protesto edeceğim derken, Hitler'i hayırla anması filan, sanırım topluca delirdik. Toplu histeri hali, ama en vandalından. Bu kudurukluğu anlamak mümkün değil. Ya da İsrail'i protesto edeceğim diye İlhan Koman'ın Akdeniz heykelini parçalamak nedir? Ne alakası var yahu? Siz kendinizi yırtarken "Höt zöt" etmekten öteye gidemeyen devlet büyüklerine baksanız biraz. Ehm, valla çok ayıp. Kınıyorum. Bak son kez uyarıyorum ha demekten başka ne yapıyorlar merak ediyorum. Para öyle bir şey ki, bebeklerin cesetlerinden daha mühim onlar için. Ama olsun, yine de söyleniyor gibi yapalım. Orayı burayı taşlayalım, tükürükler saçarak heykel parçalayalım, koka kolaları klozete dökelim, akıllı telefonlardan İsrail ürünlerini protesto edelim aklımızca. Oyh.
Annem buradaydı bir süredir. 1 ay önce yaşadıklarını (göğsünde tümör çıkması, ameliyatla aldırması, radyoterapi ve kemoterapi görecek olması) daha yeni, buraya geldiğinde öğrendim. Şok oldum, inanamadım ilk duyduğumda. Ama artık bu hastalığa çok sık rastlanıyor ve artık tedavi edilebiliyor, erken evrede hele daha da kolay çözülüyor. Kemoterapi çoğu zaman tedbir amaçlı.
Bebek beklediğim için üzülmeyeyim, oralara gitmeye kalkmayayım diye bana söylememiş. Bütün sülale biliyormuş, kimse bana çaktırmamış. Bu süreçlerde yanında olamadığım için, bunlarla tek başına uğraşmak zorunda kaldığı için üzüldüm. En azından, elimden geldiğince destek vermeye çalışırdım. Öyle bir zaman ki ben onu, o beni üzmemek için çabalıyoruz. Ama en yakınımız, canımız yine birbirimiziz. Biliyorum annem güçlüdür, bunu da atlatacak; son 10 ayda, babamı kaybettiğimizden bu yana yaşadıkları hiç kolay değildi ama biliyorum, yine eski sağlığına kavuşacak. Tüm dualarımız, iyi dileklerimiz, sevgimiz onunla...
Annem buradayken ben hastalandım bu sefer, feci ağrılar, 1 hafta rapor ve kanepe istirahati. Ne doğru düzgün bir şey yiyebildim, ne yataktan kıpırdayabildim... Kitap bile okuyamadım. Günlerce öylece tavana baktım ve düşündüm: "Ne zaman bitecek?"
Hayatın hepimize dair planları var ve biz bunları bilmiyoruz. Böylesi daha iyi belki. Ama artık güzel şeyler olmasını diliyorum. Sağlık her şeyin başı. Onu artık çok iyi biliyorum. Ve sağlıklı, huzurlu, neşeli günler diliyorum hepimize. Güzel günler görelim hep birlikte.
Temmuz
geldi, heyecanlıyım nedense. İncir yemeye daha çok yaklaştığım için mi, denize
girme ihtimalim arttığı için mi bilmem :) Ama güneşten yanma ihtimali, benim gibi bir peynir için can sıkıcı. O yüzden kremlere bulanıp küççük hanfendi şapkaları takmam icap ediyor. Dondurma yiyebiliyorum hem. (Bostancı'daki Yaşar Usta'nın mor eriklisini, Şaşkınbakkal'daki Bitez'in Bodrum mandalinalı dondurmasını tavsiye ederim naçizane) Neyse... Bayan Silvia Yağmurlu Gün Mimi'nde mimlemiş, geç gördüm; affola. Havalar, deli yağmurlardan cehennem sıcağına döndü. Kasap havası olmasa da İzmir marşıyla cevaplamaya başlıyorum efenim...
1) Telefonun nerede?
Hemen sağımda, yamacımda. LG'nin en dandik modelini kabukları dökülene, içindeki numaralar silinene dek azimli bir teyze gibi kullandım. Acınası haldeydi. O gerzek telefondan sonra beyin hediyesi olan şimdiki şahane ve de akıllı şeyi seviyorum.
2) Partnerin?
Kuzum, kocam, esteban. İyi ki hayatımda. Ekşi sözlük sayesinde hayatımı paylaşacağım insanla tanışacağım hiç aklıma gelmezdi, 7 seneden sonra saadet :)
3) Saçların?
Yaz sıcağında enseme değmelerine bile tahammül edemediğimden kestirdim. Açık kumral ve kısa. Şöyle:
4) Annen?
Kıymetini bilmek için elimden geleni yaptığım, hep yanımda olsun istediğim... 60 olup da hiiç göstermeyen, yoga ve pilatese merak saran, hiçbir şeye üşenmeyen, herkesin yardımına koşan, becerikli ve güzel kadın. Günde 2-3 kez konuşmadan rahat etmediğim, 7/24 telefonun ucundaki yemek tarifçim. Bana ergenken söylediği ve delik deşik kulaklarımın ardına attığım her şeyi, sağlıkla kucağıma almayı umduğum cimcime için hatırlamaya çalışıyorum. Gerçi ne dense boş, ergen bildiğini okur. Annem zaten pek eğleniyor bu ara: - Ho ho, bakalım senin gibi saçını yeşile boyayacak mı?
*Aman anne yaa, bi tutamdı o, hem de maviydi.
- Belki yeşil oje sürüp yırtık kot giyer, ehi!
*Ne güzel işte, efil efil.
5) Baban?
Canım, çok özlediğim... Okumayı, yazmayı, hayvanları sevmemi ona borçluyum. Çok erken bıraktı bizi. Ve ben eksikliğini her geçen gün daha çok hissediyorum. İçimde kocaman bir sızı babam. Yakma tablolar yapardı, fotoğraf çekerdi, sergi açardı, kitap yazardı, çok okurdu, tur rehberliği yaparak bir sürü dost biriktirdi... Gezmeyi, doğayı hep çok sevdi. Hep "genç"ti ve öyle kaldı benim için, hiç yaşlanmadı. Pıt diye de gitti. Huzur içinde yatsın, ışıklarla olsun.
6) En sevdiğin eşya?
Salondaki kırmızı koltuğum ve kitaplığım. Bir de defterlerimle kalem kutum.
7) En son gördüğün rüya?
Bitmeyen bir denizde yüzdüğüm rüya. Sudan hiç çıkmak istemiyordum ve kafamda Meksikalıların giydiği koca bir şapka vardı. Mayoyu filan hatırlamıyorum ama şapka net.
8) Hayalindeki araba? Dünyayı gezmek için böyle bir şey iyi olur diye düşündüydük beyle. Ama benzini hüüp diye içtiğinden, bir de benzin istasyonu ya da Arap şeyhi lazım.
Ama ben İtalya'nın şahane yerlerinde (misal Portofino, Amalfi) dolanan, küçük, şirin Fiat 500'lere ve New Beetle'lara da bayılıyorum. Cabrio olacak ama.
9) İçinde bulunduğun oda?
Ofis odası. Ama eski açık ofise göre daha ferah, yanımda açılabilen bir pencere var. Bahçeye, ağaçlara ve avuç içi kadar, fışkiyeli bir havuza bakıyor. Bir de etrafımda 5 editör daha oturuyor. Sevdiğim birkaç resim, babamla annemin doğum günümde yolladığı çiçek, kedili sürahi ve yaşamasını umduğum bir kaktüs var bir de; iyi hissettiriyor.
10) Korkun?
Bir takım iğrenç böcekler, aklımı yitirmek, polis, sevdiklerime kötü bir şey olması.
11) On sene içinde ne olmak istiyorsun?
Daha mutlu, huzurlu ve keyfe keder yaşayan biri olmak istiyorum. Bahçesi, bahçesinde meyve ağaçları, köpekler, kediler olan ahşap bir kulübemiz olsun; arka tarafta da domates biber patlıcan... Huzurlu ve sakin bir hayat yaşayalım. Cimcime bahçedeki kedi köpekle oynasın, ağaçtan meyve filan toplasın... Şu klipteki gibi bir hayat hiç fena olmazdı:
12) Sen ne değilsin?
Vicdansız, vurdumduymaz ve vefasız değilim. 3V.
13) En son yaptığın şey?
Her sabah yemem gereken haşlanmış yumurtayı yedim demin. Üstüne de ceviz yiyorum ayıptır yazması.
14) Üzerinde ne var?
Efil efil mavi bir elbise, rahat. Göbeciğin sıkışmaması mühim, o yüzden yazın elbise candır.
15) Senin hayatın?
Bu ara, bilmediğim bir döneme girmenin heyecanıyla dolu. "Acaba nasıl biri olacak, hayatımız çok değişecek mi, onu iyi biri olarak yetiştirebilecek miyiz?" gibi sorular var. Ama genel olarak fena değil; rahat ve keyifli.
16) Moralin?
Fena değil. Gündemden ne ka çok haberdar olursam, o ka bozuluyor lakin.
17) Şu an ne düşünüyorsun?
Bir ara evi toplamayı, hemen peşinden de tatile nereye gidebileceğimizi...
18) Senin bilgisayarın?
Gitti. Evdeki sizlere ömür, yenisini almak lazım. Ama beğendiğim macbook air, çok pahalı yahu! Verilmez o kadar para.
19) Bira?
(Bu ara) Alkolsüzse ve güzel bir manzaraya karşı içiliyorsa neden olmasın, Amstel misal...
20) Aşk?
İyi ki var. Akabinde kafamda şu dönmeye başladı, çaktırmadan masa altından dans edesim geldi.