30 Kasım 2010 Salı

Due Date

Bu lodos başımı matkapla oysa da, seviyorum kendisini. Lodos balığı, alığı umrumda değil. Sevmiyorum kapalı kasvetli hava. O kadder!

İşe deri ceketle gittiğimde, bıkmadan usanmadan "Motorun nerde, ehe" esprisi yapanları Chopper'ım ya da Vespa'm olmadığından, pizzacıdan gaspedeceğim mobiletle ezeyim diyorum. Böyle motorum olsa, tekerini kana bulamaya kıyamazdım helbet.


Bu arada, geçen günkü fırtınada dedemin mezarı çökmüş, neyse adamlar düzeltmiş filan, bakmaya gittik. Bütün sülalem nerdeyse aynı mezarlıkta. Büyük büyük dedelerin isimlerini de torunlara, onların çocuklarına filan verdiklerinden, hayattaki büyük kuzenlerle dayımın adlarını mezartaşlarında görmek tuhaf geldi. Bir günlükken göçmüş bebek mezarı vardı, beşik kadar. Gömülmek ürküttü bir an. Biliyorum, saçma. Diyorum ki, organları aldıktan sonra yakıp çok sevdiğim bir kurabiye ya da çikolata kutusuna koysalar, Büyükada açıklarından denize serpseler? Bkz. "The Big Lebowski".


Sevdiğim bazı filmleri izledikten sonra çekildikleri yerlere gitmek istiyorum delice. Misal "The Fall"dan sonra küçük bir dünya turu, "Braveheart"tan sonra İskoçya, "Shadows in the Sun"dan sonra Toskana, "The Talented Mr. Ripley"den sonra Güney İtalya,  "Eight Below"dan sonra Antarktika, "Casino Royale"den sonra Prag ve Venedik, "Good Fellas"tan sonra New York, "The Godfather"dan sonra Sicilya vs vs... Uu, böyle gider bu.

Salon'da neler oluyor? Gidelim görelim... Bu arada bu filmi sinemada izleyesim var. Robert Downey Jr'ı zati severim ezelden, Zach Galifianakis ise "Hangover"dan adamım.



Kahve içsem? Üşendim. Eh.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Doluca hafta sonu

Haftasonum, İzmir'den beni ziyarete gelen misafirlerimle yani ailemle daha bol vakit geçirerek geçti. Pek de güzeldi. Özlemişim. Cumartesi, Hababam Sınıfı'nın çekildiği, 50 küsur yıl önce de küçük  bir çocuk olan babamın hastanesinde yattığı Adile Sultan Öğretmen Evi'ne gittik. Burayı çok severim. Bazılarının çıkasıca gözlerini diktiği geniş bir arazi üzerine kurulu. İçinde lokantası, kafesi, hastanesi, huzurevi var.

Daha önce sülale yemeklerini orada yapmışlığımız, içini epeyce gezmişliğim vardı. Bu kez 24 Kasım'da restore edilmiş halini görmek, hem de babamın anılarının peşinden gitmek için düşürdük yolumuzu. Yemeğimizi yedik, sonra benim daha önce görmediğim koca bir orman olan bahçesine çıktık. Yürü yürü bitmiyor, bir sürü ağaç, nefis bir manzara... Sanki İstanbul içinde bir cennet.

Bina zaten çok güzel. Ama yürüyüş parkuru olarak da ilgi gören ve eskiden izcilerin kamp yaptığı bu koskoca, sessiz ormana bayıldım. Kesin Hababam Sınıfı'nın izci kamplı bölümlerini burada çekmişlerdir. İçinde İzci Müzesi var, eski avcı köşkü. Ordan çıktık, yine babamın çocukken mezarlıktan kemikleri çalıp okul duvarına dizdiği, mezarlara girip mevtaların dişleriyle bilye gibi oynadığı ilkokuluna bir baktık. Değişik bir cami gördüm, Şakirin Camii. Dantelle kaplı gibi . Şakir ailesi yaptırmış, Zeynep Fadıllıoğlu tasarlamış. İlginç.

Ordan çıkıp bana gittik. Hayat Bilgisi kitaplarındaki aile fotoğrafları gibiydi. Ortalıkta oyuncaklarıyla oynayan kediler, sohbet eden anne-baba, misafirliğe gelen dayı-yenge ve ocakta pişen kestaneler... Bir sobamız eksikti. Kaç gündür anneannemde yemek, dayımlarda yemek, kuzenlerde 5 çayı... Az biraz diyet edeyim. Tıkınıp durdum.

Pazar ise Salacak'ta öğleden sonraya dek uzayan sülale kahvaltısı vardı. 50 kişi... Garsonlar birbirine "Hangi aşiret acep?" diye soruyordu. Ne aşireti ayol? Sohbet-muhabbet, hatır sorma-gönül alma, kaç kuşaktan kaç kişi gördük birbirimizi, hasbıhal ettik. Ben yine Cevat Kelle gibi bir masadan öbürüne... Herkesten haber aldık. Çocukken bebek arabasıyla gezdirdiğim velet bebek bekliyormuş; bir tuhaf oldum, duygulandım. Yaşlılık belirtileri...

E hava nefis. Ordan çıkıp Kız Kulesi'ne gitmek üzere örgütledim kalanları. Dibine kadar gelmişiz nasılsa. Bunca yıldır İstabul'da olup da gitmemekten utandığım Kız Kulesi'ne çıktım sonunda. Sevdim, güzeldi. Manzara zaten enfes. Yine gidesim geldi. Fotoğraflar? Az sonra...

Bu haftasonu beni üzen 3 şey oldu. Arkadaşımın babasının ani vefat haberi (daha 61 yaşındaymış Kenan Amca ve öyle ciddi rahatsızlığı da yokmuş, nur içinde yatsın, çok büyük acı), sadece TV'den tanısam da genç gidişine "Çok yazık" dediğim Onur Bayraktar'ın ölümü (rahat uyusun) ve çok sevdiğim Haydarpaşa Garı'ndaki yangın... Yazık.

Ve sonra geldik işte tükkana. Eh...

Haydarpaşa Gafı

Haydarpaşa Garı'nın çatısı yandı. Kaçak onarım işgüzarlığı ve ihmallerin başlattığı, aymazlık aleviyle büyüyen "şüpheli" yangın, bakmaya doyamadığım bir güzelliği daha yuttu. Cayır cayır hem de.

İlk bakışta İstanbul demek, Haydarpaşa Garı demekti. Şehre gelenleri karşılayan yüzdü. "Seni yeneceğim İstanbul!" nidalarına, "Oy, ne büyük şeermiş bu!" şaşırmalarına maruz kaldı duvarları. İzlerken televizyonda, gözlerim doldu. Yazıktır...

Bu nasıl geri döndürülemez bir ziyandır, nasıl bir acımasızlıktır. Canım yandı be!  Yazıklar olsun!

27 Kasım 2010 Cumartesi

Asil velet

Obi ile Yoda, Bombay meleziymiş. "Amaan, kara kedi işte" cevabından tatmin olmayan ve "Cinsleri ne, asıl cinsleri ne sor veterinere!" deyip duran dedeleri, bu asilzadelik karşısında pek memnun oldu. Bir mavi kan merakıdır gidiyor yareppim.

Obi simsiyah ve pek uslu. Yoda'nın ise karnında melezlik işareti olan beyaz leke var. Demek garibim Yoda soyunun karışıklığına, safkan olmayışına isyandan lavaboya işiyor, tülleri yırtıyormuş. Şimdi anladım çocuğu...


Yirim!

26 Kasım 2010 Cuma

Mıymırella


Uyuyamamak, uyanamamak... İşte bütün mesele bu! İşe gidesim yok. İş yapasım hiç yok. Uyuyasım, uyuyasım, uyuyasım var... Nutella enerji vermek yerine, olanı da mı emiyor ne! Bilemedim...

Politik değilmişim. Bunun için masa altından suçlanıyor olmak enteresan bir durum. Siyasetle ilgilenmek değil elbette kastedilen. Ofis Türkçesi'nde bu, yanar dönerliğe tekabül ediyor. Daha önce de müşteri yalakası olmadığım söylenmişti bir dellenme anında. Ona da "esneklik" kılıfı takılmıştı, Nadia Komanachi misali. E değilim. Olamam, olmam da. İşinize gelirse canlarım... Helanın önünü kapamayayım ben, takılın siz politik politik.

Oy, sabah  kalktım, akabinde kedilerle mayıştığım kanepeden zor söktüm bünyeyi. Enerji? Ben onu yedim, üstüne de su içtim. Gaz yaptı.

Yazasım var ama yok gibi... Neyse, bugün cuma enseyi kapa.

23 Kasım 2010 Salı

Yaş almak

İnsanlar yaşlanınca neye benzeyeceklerini merak eder, bense o zaman geldiğinde yanımda kimler olacağını... Şimdiden, bugünden kimler kalacak acaba sütlaca döndüğümde de yanımda? Eskiden bu soru için sayacağım liste hayli başkaydı ama, onun farkındayım... İnsanlar dönüşür, değişir, eskir, eksilir. Beşer şaşar...

Deep Purple'dan gelsin bir ara tam da buraya: Perfect strangers...

Mok-verimlilik korelasyonu

 - Ofisteki mok kokusu verimliliği artırıyormuş Hayri Abi?

* He ya, ben de duydum. Ne ka mok, o ka başarı... Öyle.

18 Kasım 2010 Perşembe

İzmirovski

Pasaport kedisi
Alsancak gecesi
Bir kadeh de senin için
Ve Bostanlı'ya dönüş

17 Kasım 2010 Çarşamba

İzmirella

Pasaport
Alsancak/Kordon
Pasaport İskelesi'nde Bostanlı motoru
Alsancak
Pasaport İskelesi
Bostanlı

Bostanlı'da gün batımı


Gün batımına kadeh kaldıran şarapçılar

Yarısı yenmiş elma gibiydik
Meseleye parmak basmak
"Düşünüyorum öyleyse taşım"

Uç uç...





 

11 Kasım 2010 Perşembe

KSK...



Home sweet home...
Şehr-i İzmir'e, eve gitme, aileyle hasret giderme,
en eski dostla eski günlerin şerefine Kordon'da bi bira hüpletme zamanı...

10 Kasım 2010 Çarşamba

"Hayatının öznesi ol"

Hayatının öznesi ol...

Rahmetli hocamız Ünsal Oskay'ın sözüydü bu. Laforizmalarından biri daha. Bilmiyorum, insanın hayatının öznesi olabilmesi ne kadar mümkün... Zira bazen nesneye, hatta suda sürüklenen çöp misali bir nesneye dönüşüyor bünye. Öyle bitkin, yorgun, güçsüz gibi hissediyor.

Böyle, kasabaya yeni bir film gelmiş de, sen de açıkhava sinemasının duvarından izliyormuşsun gibi. Hatta bazen ellerini göbeğinde kavuşturmak, çekirdek çitlemek istediğin anlar bile oluyor, itiraf et. O derece "dışarıdan" hissediyor bünye. Müdahale edici ya da yönlendirici değil, izleyici konumuna düşüyor. Sonra bir gayret geliyor, tırmala da tırmala... Ama ara sıra dinlenmek iyidir. Her zaman koşturmakla, tırmalamakla ele bir şey geçmiyor. Ko dibine, rahvan gitsin...


Bir dahaki programımızda hocamızın "Aşk hariç yaşadığımız herşey kollektiftir" sözünü irdeleyeceğiz, şimdilik dağılabilirsiniz. Hadi bakim...

"Dağılın!" denesiceler

Bazı olaylara/insanlara katlanabilmek için birçok şeye kulak tıkamak, onları yok sayarak görmezden/bilmezden gelmek gerekiyor. Zira çoğunun ayarı kaçmış, okkalanıp pohpohlanmaları ayrı bir iş kolu olmuş. Ama benim derdim değil. İtinayla çıkarıyorum hayatımdan, çekiyorum gözümün önünden. Az ama öz...

Gereksiz insanların kaprislerine, önyargılara, kadir kıymet bilmeyenlere, her daim (!) meşgullere, gönül bulandıran mıymıntılara, kötü niyetlilere, mutluysanız eğer buna pençe atmak için uğraşanlara, sizi değersiz hissettiren kıymetsizlere, fesatlara katlanmanın başka bir yolu yok zira. Kıymıkların ayıklanması elzem.

Zerre umrumda değilsiniz, ammavelakin çevremde olmanız sizin talihsizliğiniz olacak bundan sonra...

9 Kasım 2010 Salı

Zaytung dergileri

Dergiciliği özlüyor muyum? Genelde evet. Röportaj yapmayı, her sayıda değişik yazılar yazmayı, "Önümüzdeki sayı ne yapsak?" diye heyecanla düşünmeyi özledim. Yazdığım şeyleri somut olarak görmeyi, matbaadan gelen gıcır derginin sayfalarını karıştırmayı da özledim.

Zaytung. Ofis eğlencelerinizden sadece biri. Dergilere de girişmiş. Böyle eğlenceli dergiler olsa da yapsak :) Yaşlılarla fazla dalga geçseler de bazı yerlerde, mizah böyle bir şey. Eleştiriye açık. Taşlama.

Gelin, anne baba, stil, gezi, sağlık, üniversite dergileri de var. İşte yaşlılar için hazırladıkları.






8 Kasım 2010 Pazartesi

Pazar tesisi... kanepe

Hareketli ve güzel bir hafta sonundan sonra mayış pazartesisi... Pazar tesisi, hmm... Kanepe oluyor bu tesis. Kediler ortalığı karıştırıp duruyor, demin üstümde uyudular, enerji depoladı tabii zıpalar. Bense mor pijama ve peluş sabahlıkla "Geleceğe Dönüş 2" izliyorum. Nedense burnuma, çocukluğumda soba üstünde çıtırdayan mandalina kabuklarının kokusu geldi. Kestane kebap olsa da yesem. Yine.

Ben kanepede, laptop kucağımda, kedilerden biri klavyenin ucuna yatıp ekranda koşuşan harfleri izliyor, öbürü de patisiyle onun kafasına basıp ekrana bir kat yukarıdan bakıyor. Onlar dublex, bir de ben; triplex haldeyiz. Arka fonda gırıltıları... Komikler.

Uyusam mı uyumasam mı diye düşünüyorum bir taraftan. Üşengeçlik diz boyu. Filmi izlerken düşündüm de, gelecekteki halimi şimdiden görsem ben de Marty gibi tırsardım eminim. Teknoloji delice ilerlemiş filan, bense sütlaca dönmüş bir halde... Uyy! Jetgiller misali bir yaşam formu, tuhaf. Hani böyle bir saniyeliğine, acık ucundan görsek filan, yok, bu da iyi bir fikir değil. Bilmemek nefis, ignorance is bliss hesabı.

Gelecek, her zaman hayal edilen gibi olmuyor galiba. En iyisi hayal etmemek belki de. Sal gitsin. Oluruna bırak. Geleni güzel karşıla...