26 Temmuz 2013 Cuma

Postcards from Italy


Mutlu yıllar abii!

Bugün abimin doğum günü... Geçen sene şöyle duygusal bir yazı yazmışım kendisiyle ilgili. Okuyunca yine duygulandım, ehm... Evet, hayatımda önemli bir insandır abim. Kıymetlimdir. Küçükken babamın deyimiyle kedi köpek gibi tepişsek de; iyi ki doğmuş, iyi ki abim olmuş...

En asil duyguların kedisi Grumpy mutlu yıllar diler!


25 Temmuz 2013 Perşembe

2012'nin en iyi kitap kapakları

Bu kitapların içeriklerini bilemem ama kapaklarını pek beğendim. Bir kitapçıda  görsem, elim mutlaka şöyle bir gider karıştırırdı...




Via

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Bitse de gitsek


Poyraz bitti, kavurucu sıcak geri döndü İstanbul'a. Oysa rüzgarla gayet de mutluydum. Yaz bitiyor, yorulduğumu ve sıkıldığımı müdürüm bile fark etmiş. Şaşırdım. Geçen gün "Tatile ihtiyacın var senin" dedi. Millet üçüncü iznine çıkarken beni düşünüp halime üzüldüğü için mi söyledi yoksa "Artık iki satırı bile bir araya getirip bir şey yazamaz oldun" mu demek istedi, bilemedim... Eh, sözünü dinleyip tatil sezonunu açayım.

Sıcaktan mı, heyecandan mı; bu ara uykuyla aram yok. Kafam sürekli bir şeylerde, gidiyor geliyor aklıma gelen bir şeyi bavula tıkıştırıyorum. Saçaklı'nın yolladığı ayılı bavul etiketini pek sevdim. Bavulu satın aldığımın ertesi günü postayla gelmesi hoş bir tesadüf oldu; akşam eve gidince taktım hemen :) Bu sabah da uyku tutmadı, döne döne debelenirken sabah ezanı okunmaya başladı. O ka erkenmiş meğer saat. Kalktım, bavula birkaç bir şey daha tıkıştırdım. Gideceğimizi hissetmiş gibi (ki bir dostum "Hissederler" dedi)  3 gündür bana yapışan, bumerang gibi atınca geri gelen Yoda ve Obi'ye ilgi gösterdim. Mıyk mıyk, tüylü duygusallar.

Biletix'e bakındım; konser programlarına pek alaka göstermiyormuşum ne zamandır. Roger Waters, Rock'n Coke, Placebo filan; heyecanlı şeyler oluyormuş meğer. Bey, eski ve ünlü o kocaman grupların artık işi şova döktüğünü söyleyip burun kıvırsa da, denk getirdiklerimize biletleri aldım bile... "Roger Waters konserinde millet yıksın diye duvar öreceklermiş" dedi bir arkadaşım yemekte, kocaman kocaman açtım gözlerimi; valla?! Daha önceki gelişinde Kuruçeşme Arena'da izlemiştim kendisini, leziz bir konserdi evet. Ama artık Kuruçeşme Arena da yok, benim stadyumda konser izleyesim de...

Sonrasında vaktim olmayacak diye bayram kartpostallarını bugün postaya verdim. Babamın yıllarca her bayram ve yılbaşı öncesi, özenle kartları yazıp zarflara yerleştirişi geldi gözümün önüne. Yapılacak-alınacak listelerim gibi, kartpostal-mektup düşkünlüğüm de ona çekmiş galiba... Postanede komik bir memure vardı. Ağzı ısrarla yapışmayan bir zarfla epeyce mücadele etti. Sıvı yapıştırıcı sıktı, sonra o iğrenç şey her yere aktığı gibi zarfı da yapıştırmadı. Yan bankodan aldığı başka bir yapışkanı denedi, o da foşurt diye fazla akınca zarfın içine doldu sanırım bir miktar. Akıbeti ne olacak o zavallı zarfın, bilmiyorum. Koskoca postanede istediğim sayıda pul olmadığını duyunca bozuldum, beni neşelendirmek için makineden geçirip "Bakın, böyle de güzel oluyor" deyince sırıtmadan edemedim. Uğraştı yani kadıncağız el yapımı kartpostallarım için...

Böyleyken böyle... Yukarıdaki görseli de nerede gördüm hatırlamıyorum ama hoşuma gitti. Sonra bir yerlerde de şu cümle çıktı karşıma, kafamı salladım:

"İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur, ama onlara neler hissettirdiğinizi asla unutmaz."
Maya Angelou

23 Temmuz 2013 Salı

Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk


via Alternatif Fotoğraf Topluluğu

Bir misafirliğe gitsem...

Her daim yazı, kaçıp gitmeyi, huzuru hatırlatan şiir. Pek sevdiğim...

"Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam...
 
Kalktığımda yatağım hala lavanta koksa
Kekikli zeytinli bi kahvaltı hazırlasalar
Nerde olduğumu hatırlamasam
Hatta adımı bile unutsam..."

Melih Cevdet Anday



19 Temmuz 2013 Cuma

Bir mektup, bir davetiye

Günümü şenlendiren, beni gülümseten şahane bir mektup ve nefis bir davetiye var aşağıda... Tasarımları, şekilleri vs değil mevzubahis olan; içerikleri.


Yukarıdaki mektubu yazan Helin ve 5A sınıfındaki arkadaşları, Greenpeace'in "Kuzey Kutbu'nu Kurtar" kampanyasına destek vermek istemiş. Kutup ayıları ölmesin diye imza toplamışlar sınıflarında. Tam 35 tane. Sınıfça kutup ayılarını kurtarmak istiyorlarmış. Oy dedim, kıyamam size...

Alttaki ise Gezi Parkı eylemlerinde tanışıp yarın Gezi Parkı'nda evlenecek olan bir çiftin, Nuray ve Özgür'ün nikah davetiyesi. 

 Şu kısmına bayıldım:

"Her sabah aldığı 2 ekmek ve 12 yumurtayla parka gelip, ekmeğin birini, yumurtanın altısını parka bıraktıktan sonra 'Ne olur yiyin çocuklar' diyen seksenlik teyzenin gelmesi gerek bu düğüne, gölgesinde aşık oldukları ağaçların, kurtarabildikleri kuşların nikah şahidi olmadığı düğün, düğün sayılmaz ki. 'Ben on üç yaşındayım yanınıza gelemiyorum' diyerek yanından ayırmadığı uğurlu oyuncağını ta Amerika'dan parka yollayan çocuğun uğuru o var o parkta.

Çocukların kartpostallarla, mektuplarla yollanmış iyi dilekleri parkın her köşesine sinmişken bu parkta evlenmek istemenin neresi yanlış? Çarşı Grubu bu çiçeği burnunda aşıkları meşaleleriyle karşılamazsa eksikliğini hissetmeyecek mi kimse? Düğün Ethem, Mehmet, Abdullah, Ali olmadan olur mu? Nuray ve Özgür onlara yetişemediyse de ruhları Nuray ve Özgür’e hep yardım etmedi mi? Şimdi Gezi Parkı'nda dolaşan ruhlarına düğünü uzaktan seyrettirmek yakışır mı bize? Divan Oteli’nde Nuray’ın tıbbi olarak yapabileceği hiçbir şey kalmamışken, sloganlarla hayata döndürdüğü direnişçinin hatırına, Divan Otel’in pencerelerine karşı yapmak bu düğünü boynumuzun borcudur. Hem bütün çapulcuların davetli olduğu bu düğün hangi düğün salonuna sığar sorarım sizlere?"

Ne güzel insanlarsınız siz, iyi ki varsınız! İnsana umut veriyor, insanı kocaman kocaman gülümsetiyor yaptıklarınız... Duygulandım yahu! Helin, Nuray, Özgür dilerim hep çook mutlu olursunuz :)  Hikayelerinin ayrıntıları için.

Son dakika editi: Polis parkı kapatmış, çocukların düğüne izin vermiyormuş. Bi kere şaşırtsaydınız bizi!




Yaz geçer

by Eugeni Forcano
Başlıkta adı geçen kitabı severim, ama konumuz bu değil. Çocuklar okusun temalı fotoğrafı da pek beğendim. Konumuz tam olarak o da değil. Çocuklar okusun, yaşasın; ölmesin istiyorum... İyi haberler okumak/duymak istediğim zamanlardayım. Haziran içimizi kıydı geçti, Temmuz'un da ortasını geçtik. Yaz bitiyor paniği... Suya girmediğim bir yaz yaz değildir, o yüzden denizlere atmak istiyorum kendimi. Belki biraz da, içim azıcık soğusun istediğimden.

Güzel şeyler olsun, gazetelerde korkunç şeyler okumayalım istiyorum (gazeteler gerçekleri saklamasın/çarpıtmasın da istiyorum), ağzından nefret zırvaları saçan bademler sussun istiyorum, balkonumuzdaki domatesler olsun istiyorum, arada bize kök söktüren bedenimizle ruhumuz sağlıklı olsun istiyorum... Ailem ve dostlarımla vakit geçirebilmek istiyorum... Çok şey istemiyorum bence. Yollara düşmeye az kala, bunlardır naçizane dileklerim.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Hep aynı şeyler

Çevremde gördüğüm şeyler üstüne aklımdan geçenlere, bir kitabın satırlarında ya da bir filmin repliklerinde rastladığımda çok şaşırıyorum hala. Sanki onu ilk kez ben düşünebilirmişim gibi bir yanılgı, komik... Yine öyle oldu.  

 
- Biliyor musun?
* Neyi?
- İnsanlar hiçbir şey hakkında konuşmuyorlar.
* Muhakkak bir şeyler konuşuyorlardır.
- Hayır, hiçbir şeyden söz etmiyorlar. Sadece giyimden, arabadan söz ediyorlar. Konuşulan şeyler hemen hemen hep aynı, değişik hiçbir şey yok. Hiç müzeye gittin mi? Amcam bir zamanlar durumun çok değişik olduğunu söylüyor. Çok zamanlar önce resimlerin bile anlamı varmış.


(Ray Bradbury / Fahrenheit 451)

Oysa eminim, alttaki evlerde yaşayan insanların konuşacak daha farklı şeyleri vardır...

 

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Yaşıyorum demek...

Geçenlerde bir arkadaşım hatırlattı alttaki şiiri. Yakın zamanda ölüm yıldönümüyle andığımız Aziz Nesin'e ait. Küçükken babamın kitaplığından alıp okuduğum ilk kitaplardı Aziz Nesin'in kitapları. Severdim. "Hoptirinam", "Memleketin Birinde", "Toros Canavarı"...

Alttaki şiiri okuyunca düşündüm de, bazı şiirler merhem gibidir, iyi gelir insanın yaralarına. Defalarca okursun, bütün gün kafanda döner dizeleri. Bu aralar kolu kanadı kalkmayan, içi burkularak yaşayan herkese gelsin...
  
Yaşıyorum demek

"Çok merak ediyorum kendimi 
Başıma birşey mi geldi 
Öldüm mü kaldım mı 
Hiçbir haber yok kendimden
Bu sabah kapımı çaldım 
Kapıyı açan kendim 
Bir süre kendime baktım 
Bu güleç yüz bendim 
Oh ne güzel bir sabah 
Bugün de yaşıyorum demek 
Benden başka yok kimsem 
Beni merak edecek." 

Aziz Nesin

11 Temmuz 2013 Perşembe

Ali, ah be çocuk...

19 yaşındaydı Ali İsmail Korkmaz. 2 Haziran'da Eskişehir'deki Gezi Parkı eylemlerine katıldı. Polisten kaçarken girdiği ara sokakta, eli sopalı kişilerle vahşice dövüldü. Yere yıkılsa da, tekmelerle acımasızca dövmeye devam ettiler. Zorla da olsa hastaneye gitti, bir şeyin yok denildi; tedavisi geciktirildi, günlerce komada kaldıktan sonra da hayatını kaybetti.

Yürek dağlayan ayrıntıları, o yoğun bakımdayken babasıyla yapılmış röportajdan okuyabilirsiniz. Günlerdir bu çocuğun yüzünü gördüğümde içim kıyılıyor, ağlıyorum. Demiş miydim, daha 19 yaşındaydı. Ondokuz. Gülümsediği fotoğraflarını gördüm, sonra Facebook sayfasında yazdıklarını... 

Kaykaylı fotoğrafında, benim de sevdiğim bir grubun tişörtü vardı üstünde. Neşeli, muzip, iyi yürekli bir çocuk olduğunu düşündüm. Ailesinin "Eskişehir'e giderken köpeğini bile öpüp gitti. Öyle bir çocuktu." dediği içi sevgi dolu Ali... Bir şeylere isyan eden, tepki veren; Ethem gibi, Abdullah gibi, Mehmet gibi gencecik bir çocuk... Acımasızca hayattan koparıldı.


Ve bugün toprağa verildi Ali, memleketi Hatay'da. Annesinin "Ali, niye direnmedin? Niye bizi bırakıp gittin?" feryatlarıyla... Abisinin, babasının gözyaşlarıyla...

Evet, onlar aslında bizdi. Biz onlardık.
Alttaki videoyu arkadaşları Ali için hazırlamış. "Rahat uyu" diyeceğim ama ona bile utanıyorum, içim kaldırmıyor... Huzur içinde uyu çocuk, katillerin bulunsun ve en ağır şekilde cezalandırılsın. Tek dileğim bu.


11 Temmuz 1995, Srebrenica

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da blog sayfasını, yıllar önce izlediğim belgeseldeki kadın için yazdığım bir yazıyla Srebrenica acısına bırakıyorum. Beni darmadağın etmişti o belgesel. O kadının hali günlerce rüyalarıma girmişti.

18 yıl geçmiş aradan. Dünyanın gözü önünde katledilen, aralarında can dostum Dzeneta'nın babasının da olduğu binlerce insanın anısına... O korkunç utanca... 



"Televizyonda bir kadın ağlıyor... İki gözü iki çeşme, göğsü körük gibi inip kalkıyor... Ama yine de anlatıyor. 19 yaşındaki oğlunu vurmuşlar önce. Sonra küçük oğlunun, 16 yaşındaki evladının kurşuna dizilerek öldürülüşünü haberlerde izlemiş. Bilmeden... Sırp askerlerce ormanlık yere götürülen oğlu, önündekilerin kurşuna dizilişini izlemiş önce.Y ardım ister gibi sağına bakarken onu da vurmuşlar. Elleri arkadan bağlı... Düşüyor yere.

Defalarca aynı görüntü ekranda. Diğerleri kurşuna dizerken, biri de bunları kaydetmiş! İnsanın kanı donuyor. Bu izlediğimiz bir film değil, 'stop' denip yeniden çekilecek bir sahne yok! Sırtındaki deliklerden kan fışkıran çocuk, ayağa kalkmayacak bir daha. Öldüğünden emin olmak istedikleri için, yerde cansız yatarken kafasına kurşun sıkılan çocuk artık öldü. Diğer binlercesi gibi... Bu ne vahşet! Ne kin! Ne acımasızlık! O da Avrupa'nın göbeğindeki soykırımın kurbanı oldu, hiç suçu yoktu ki... Onu kimse korumadı, koruyamadı. Annesi bile... Kimse yönetmen gibi 'stop' demedi, durdurmadı. Katliamı izledi. İzledik. Film gibi. Sorumluları firarda, bulunmadı, cezalandırılmadı. Gözyaşları 13 yıldır dinmedi.

Annesi anlatıyor, "Onu rüyamda görüyorum, pencereden bakıyor, yardım ister gibi. 'Oğlum neden geri geldin?' diyorum. 'Seni öpmeyi unuttum' diyor"... İnsan 13 yıldır ağlar mı? Bu kadın ağlıyor... Mavi kelebekler toplu mezarlarda açan çiçeklere konuyor, insanlardan arta kalanlar 13 yıl sonra teşhis edilip toprağa veriliyor. Ne büyük acı, ne bitmez utanç... Ne büyük acizlik... İnsanlar mavi kelebeğin izinde; artık tek istedikleri, sadece başında dua edip ağlayacakları bir mezar... Çok mu?"



* Alta sonradan eklediğim de, Dzeneta'nın paylaştığı. Bunu bilmiyordum, bilmediğimiz daha neler var kim bilir...

"Bu sene modern Avrupa tarihinde yaşanan en büyük insanlık trajedisinde, Srebrenica Soykırımı'nda kaybettiğimiz en küçük şehidimiz de defnedilecek. Doğduktan sadece birkaç saat sonra öldü denilen bebeğin cesedi toplu mezarlardan birinden çıkarıldı. Annesinin isteği üzerine, mezar taşında Fatima ismi yazılacak. 

Bugün Srebrenica Soykırımı'nda hayatını kaybeden ve kimlikleri tespit edilen 409 kişinin daha cenazesi kılınacak, toprağa verilecekler. Huzur bulacaklar... Unutmayalım, unutturmayalım. ‪#‎DontforgetSrebrenicaGenocide‬"

Fatima da huzur içinde uyusun...

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Yeryüzü sofrası

Yer: İstiklal Caddesi, Beyoğlu  
Zaman:  9 Temmuz 2013 (Ramazanın ilk günü)

Dün akşam, bu fotoğrafı gördüğümde şaşırdım. Ama sevinçten... Böyle bir şeyin Türkiye'de olabilmesi mutlu etti. Ayrıştırma, bölüştürme, ötekileştirme çabalarından ve oradan oraya çekiştirmelerden sonra insanların paylaşmanın, hep birlikte kocaman bir sofraya oturmanın keyfine varmasıydı güzel olan.

Ramazanda yapılmaya çalışılan kutuplaştırmaya aldırmadan, herkesi kucaklayan bir iftar sofrası kuruldu. Ve kutsal kabul edilen bir ayda, inanan-inanmayan, oruç tutan-tutmayan diye ayrışmadan iftar sofrasına oturuldu. Yer sofrasıydı, o yüzden "yeryüzü sofrası" oldu adı. Yemek yemek, bir lokmayı paylaşmak birleştirici bir şey. İnsanların anlatmak istediği de bu. Vurmadan, püskürtmeden, kışkırtmadan...

Sofra dediğin, böyle kocaman ve kalabalıkken güzel değil mi? İşte bu kocaman sofra insanları bir araya getirdi, zorla/parayla toplanmadığı belli o neşeli kalabalık İstiklal Caddesi'ni baştan uca geçen bir sofraya birlikte diz çöktü. 

Gezi Parkı'nda olanlar zaman içinde hepimizi şaşırttı, dönüştürdü; şaşırtıp dönüştürmeye de devam ediyor. Kendi adıma bu şekilde şaşırmaktan/dönüşmekten mutluyum... İnsanların empati ve tahammül eşikleri yükseldi. Umutluyum, her şeye rağmen güzel ve aydınlık günler gelecek.

*Daha fazla ve ayrıntılı fotoğraf için buraya  ve şuraya bakabilirsiniz.


Neyse ki TOMA bozamamış iftarı, dibine kadar gelip durmakla yetinmiş.

Mevzuyu özetleyen şu fotoğrafı da eklemeden edemedim.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Le Petit Chapule

"Küçük Prens" kitabını pek severim. Asla çocuk kitabı olduğunu düşünmedim. Bunca yıl sonra bile. Ortaokuldayken neredeyse dayakla (abartı değil, edebiyat hocamız sağolsun) okumuştuk bu kitabı. Blogda da bahsetmiştim galiba, hah evet, tam da burada. 

Benim için çok anısı olan bir kitap. Bugün bile ne zaman açıp okusam, gözlerim dolar; hala naif ve acıklı bulurum. Alttaki çapulcu halini de pek beğendim. O zaman yine aynı satırlarla bitireyim:

“Aslında ben sana bir sürü yıldız değil de, kahkaha atabilen bir sürü zil vermiş gibi oldum.”

Kahkahalar eksik olmasın hayattan...

 


5 Temmuz 2013 Cuma

Yaşarken yazılan tarih

NTV Tarih, sevdiğimiz, evimize giren bir dergiydi. İçeriğini merak eder, okuduklarımdan keyif alır, değişik şeyler öğrenirdim. Bu şekilde (Gezi Parkı direnişiyle ilgili içeriği nedeniyle Doğuş Grubu’nun Temmuz sayısını yayımlamaması ve dergiyi kapatma kararı alması) yayın hayatına son verilmesi, zaten utanç içinde olan Türk basını için gerçekten büyük kayıp. Bu kadar tahammülsüzlük, korku ve kraldan fazla kralcılık, fena bir şey. Siyasetin her şeye bu kadar sirayet etmesi de öyle. Otokontrolse de eğer, durum daha da vahim.

Ama internetin en güzel yanı da şu, bir şeyin basımını durdurabilirsiniz ama yayınlanmasını engelleyemezsiniz. İsteniyorsa yayılır. İnsanlar sevdikleri şeylere sahip çıkar. Onca kişinin emek verdiği, matbaa aşamasına gelmiş bir dergiye bunu yapmak... yazık, ayıp. Sevindim o yüzden bu haberi okuduğuma. Yazılı basın uzun süredir can çekişiyor ama artık akıllı telefonlardan, tabletlerden, bilgisayarlardan gazete-dergi okunabiliyorken; insanları bunlarla korkutmak pek mümkün değil.

Eskiden gazetede çalışmak çok güzel bir şey gibi gelirdi kulağa, benim gibi iletişim mezunlarının hayaliydi. Bir süre gazetede, dergide çalışarak yaptığım bu meslek, bana eskisi kadar şahane gelmiyor artık ve bu benim suçum da sayılmaz. Çünkü istediğiniz yayın organında çalışsanız bile istediğiniz şeyi yazamıyorsunuz. Annemin 90'lık halası hala soruyor köşe yazılarımı ne zaman okuyacağını ama, bu artık biraz da kadıncağızın hafızasının gidip gelmesi yüzünden...

Gezi Parkı'ndaki sanatçılar bildiri okurken şuna değinmişti: "Burada bir sürü basın mensubu günlerdir çalıştı, sabahtan akşama kadar yanımızdaydı ama çektikleri, yazdıkları yayınlanmadı." diye. Bu durumda suçlu, oradaki basın emekçisi insan değil; o kocca medya karteli. Böyle bir ortamda basından, hele ki özgür olanından nasıl söz edilebilir? Bir zamanlar reklam yazarı olarak çalıştığım ajansın patronunu hatırlattı. Adam beyaz eşya mağazası açmak yerine reklam ajansı açmıştı. (Bize"Siz okudunuz da n'oldu, patron benim ha ha!" da demiş bi insandır kendisi) Fabrika açacağına gazete almak... Ne farkı var? Ticaret.

Uzun lafın kısası, takip etmek isterseniz NTV Tarih artık Yaşarken Yazılan Tarih olarak Facebook'ta ve kendi sitesinde. Aşağıda ilüstrasyonlardan birkaçını (Taha Alkan'ın işleri fevkaledenin fevkinde), yayımlanmayan son sayının kapağını ve editör yazısını bulabilirsiniz.