31 Ekim 2013 Perşembe

Marble Sounds

 Sevdim. Anneannemin sevdiği yemekler için söylediği gibi: "İçime iyi geldi..."

 

Tiger mountain peasant song

Bu da sevdiğim Fleet Foxes şarkılarından. Videodaki yerlerden birinde olmak; bir kaya tepesine ya da ağaca tüneyip manzaraya bakarak dinlemek isterdim bu şarkıyı.

İşe zerrece konsantre olamazken güzel gidiyor. Dağları ve ormanları seven herkese gelsin madem... 

He doesn't know why

Bu şarkıyı çok seviyorum, nuh nebiden kalma ipod'umda döndüre döndüre dinliyorum. Öyle böyle dinlemek değil yani. Elim sürekli reply tuşunda. 

Yumuşak şekerleme gibi bir şarkı. Klipteki keçilere de ayrıca bayılıyorum. Siz de dinleyin diye yavaşça bırakıp gidiyorum.

Schloe's Wonderland

Değişik şeylerden bahsetmek istedim biraz. İki önceki yazıda görselini kullandığım Christian Schloe, işlerini sevdiğim bir dijital sanatçı. Yaptıklarıyla, dostum E. sayesinde tanıştım. Dijital sanat almış başını gitmiş. Hoşuma gitti... Tilkiler, kuşlar, kediler, Jane Austen romanından fırlamış romantik giysili kadınlar... Masalsı.



29 Ekim 2013 Salı

40 gün...

Babam gideli 40 gün oldu bugün... Dün de dedemi kaybetmemizin yıldönümüydü. Hepsi huzurla, ışıklarla uyusun...

Babam Belgrad Ormanı'nda (Tam da burası, Atlas'ın Kasım 2013 kapağında)

İki rahmetli kıymetlim babamla dedem, bir yılbaşı sofrasında

27 Ekim 2013 Pazar

Geç kal

''Yine aramamışsın beni.
Biraz daha geç kal ki,
Bir şey daha öğreneyim...
Bir gerçek daha."

...
- Umay Umay

Umay Umay, pek sevdiğim daha doğrusu takip ettiğim bir isim değildi. Ama bu yazdıkları, içimde bir yere dokundu nedense. İliştirip gideyim, uzatmayayım...

by Christian Schloe
 

24 Ekim 2013 Perşembe

Obi tesellisi

Obi ile kırmızı koltuk terapisi. Akşamları rutin halimiz bu, televizyon izlerken gelip koluma kıvrılması. Benim şefkatli kollarıma mı geliyor, yoksa polar sabahlığın yumuşaklığına mı bilmiyorum ama pek makbule geçiyor bu akşam mayışmaları...







23 Ekim 2013 Çarşamba

Fountain

Helloradio sayesinde keşfettiğim biri oldu Devics'in vokalisti Sara Lov. Pek de memnun oldum tanıştığımıza. Azıcık bakınınca kimdir nedir diye, hakkında ekşi sözlük'te yazılmış şu satırları okudum:

"Altı yaşında, büyüyünce şarkıcı olacağını fısıldayan bir çocukmuş Lov. Artık Devics gibi fevkalade bir grubun vokalistliğini üstleniyor. Oldukça ilginç ve dokunaklı bir geçmişi de var sesinin efkarına yansımış sanıyorum. Los Angeleslı bu çocuk, ebeveynleri boşandıktan sonra annesiyle yaşarken, 4 yaşında babası tarafindan kaçırılmış ve İsrail'de birtakım kanun kaçaklarıyla büyümüş. Sonra bir şekilde birilerinin yardımıyla Amerika'ya getirilmiş, sonra işte ünlü olmuş, bize şarkılar söylemiş." (Doğruysa eğer, film gibiymiş hakkaten)



Kendisine de (Sara'ya değil, Helloradio'ya) yazdığım gibi
"Eğer güzel sesli insanlarla en derindeki bazı yaralarımız iyileşebilseydi, bu abla da o listede olurdu bence." Hepimizin yaralarını bir şekilde iyileştirmeye ihtiyacı var ne de olsa...

Hastası oldum, takip edeceğim diyenler için:


Tilkilerle kargalar

"Hayat kaldığı yerden devam ediyor. Ama ben kaldığım yerden devam edemiyorum. Kaldığım yerde kalıyorum. Bir heykel gibi. Bir ağaç gibi demek isterdim aslında."

Haftalardır kafamda dönüp duran, ama toparlayamadığım cümle buydu. Uyuşuk Hayalperest yazmış, aynen katılıyorum.

Arada bakınırken rastladığım, Saint Petersburglu illüstratör ve grafik tasarımcı Alice Macarova'nın çizimlerine bayıldım. Güzel çizim yeteneği, kesinlikle imrenilesi bir şey. Kendisi de hoş bir insanmış.

Via



21 Ekim 2013 Pazartesi

Eski fotoğraflar

İstanbul'a döndüm. İşe vaktinde gitmek için sabah kaçta uyanmam gerektiğini bile unutmuşum, "Gitmek istemiyorum, ühü" diye yastığa gömülsem de, bey kalkmam için nazikçe dürttü diyebilirim. Normal hayata (ne demekse o) dönmem lazım yavaş yavaş. Ofise geldim, anca e-postaları temizledim. Onun dışında, oturuyorum saksı gibi.

Bayramda İzmir'deydik, annemle abimin yanında. Beraber olmak iyi geldi... Gelen giden, arayan-soran oldu. Ama cep telefonundan bayram kutlaması için babamı arayanlara kötü haberi vermek zorunda kalmam, fenaydı. Babamı kaybettiğimizden haberi olmayan bir sürü insan varmış hala... Gerçi bazen bana da öyle değilmiş gibi geldiği oluyor.

Babamla bizim eski fotoğraflarımıza baktım yine. Aynı fotoğrafları defalarca inceledim, bıkmadan usanmadan. O günleri düşündüm. Güzel günlermiş... Genç, neşeli, gamsız zamanlar. Hoşuma gitti. İnsan annesiyle babasını anne-baba olarak görüyor ya ister istemez, onların çocukluk ve gençliklerinde nasıl insanlar olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor benim. Kendi çocukluk fotoğraflarıma da aynı keyif ve özlemle bakıyorum. Eski fotoğrafları seviyorum. Hele de siyah beyazsa.

Babamın; benim ona yazdığım notları, mektupları, kartları neredeyse 30 yıldır sakladığını yazmıştım sanırım. Abimdeymiş onlar, tasnif ediyormuş. Bir dahaki gidişimde bakacağım. Bakınca ağlarım ama olsun, benim için çok kıymetli bir hazine onlar. 

Babam için de fotoğraflar çok değerliydi; çekmeyi de, özenle tasnif edip saklamayı da severdi. Ben de öyle.

Aşağıdakiler, sevdiğim fotoğraflardan bazıları. Babamla, annemle, abimle ve ormanda kozalaklarla...

     

 
     

16 Ekim 2013 Çarşamba

The Funeral...

Sevdiğim bir gruptur. Bu şarkıları da hoşuma gitti. Şuracığa iliştirip kaçayım...

13 Ekim 2013 Pazar

Bayram olsa

Babamsız ilk bayram... Cuma  günü yakın bir arkadaşım da babasını kaybetmiş. Bana "Canım, ben de babamı kaybettim dün. Senin babanı söylediğimde çok üzülmüştü, hayat işte" yazmış. İnanamadım... Babacığı nurlarda yatsın onun da. Bu yaprak dökümü, bu peşpeşe gidişler çok can yakıcı.

Hepimiz için güzel şeyler olsun artık.

Bu bayram; sevdiklerinize sarılın, yanınızda olmayanları arayın,  göçmüşleri güzel anılarla yad edin, geçmişe boşverip umutlu olun, gülümseyin, kitap okuyun, çiçek alın, çikolata yiyin, sizi ne mutlu ediyorsa onu yapın...
Güzel an'lar biriktirin, elinizdekilerin/yanınızdakilerin kıymetini bilin.
Sağlıklı ve mutlu bayramlar, iyi tatiller herkese...


11 Ekim 2013 Cuma

42

Bugün annemle babamın 42. evlilik yıldönümü. 11 Ekim 1971'den öteye...

"Beni hayatta tutuyorsun"
"Yaşadığım her şeyi bir karınca gibi yuvarlaya yuvarlaya ona taşımayı düşünüyordum hâlâ, kış için, o bitmek bilmez kış için ve önümüzdeki kışlar için, turşu kurmadan, reçel yapmadan, masal anlatmadan çıkaramayacağımız kışlar için..." 

Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Barış Bıçakçı

"Sen benim aslında ne düşündüğümü, ben senin aslında ne düşündüğünü..."
Asla bilemeyeceğiz. Via

9 Ekim 2013 Çarşamba

Günler günlerin ardından

İstanbul-İzmir hattında geçiyor hayatım bu ara… Şikayetçi değilim. Hafta içi 5 gün İstanbul’da çalışıp eşimle ve kedilerimle olmaya, hafta sonları da İzmir’e gidip annemle abimin yanında kalmaya çalışıyorum. Onları yalnız bırakmak istemiyorum. Yoda-Obi ve kocam beni, ben abimle annemi teselli etmeye çalışıyoruz. Yoda sürekli kucağıma gelip göğsüme yatıyor ve bir karış mesafeden gözlerime bakıyor. Daha önce gözyaşlarımı yalamışlığı da var. Hisli çocuk. Gır gırlarken o, sıcacık oluyor. Sarılıyorum ben de.

İş ve işteki her şey saçma ve boş geliyor bazen. Monitöre boş boş bakıyorum, bazen de iş yapıyorum. Kelimeler, sağımdan solumdan vızıldayarak geçiyor. İnsanlar, çevremde görünmez bir daire varmış gibi davranıyor sanki. Hüzünle gülümsüyorlar. Sanırım ne diyeceklerini, nasıl teselli edeceklerini bilememekten ötürü şaşkınlar. Normal. Haklılar. Bazen gülüp bazen ağlıyorum çünkü, kendi haline bırakmak en iyisidir diye düşünüyorlardır belki. Kelimelerin içi boşalıyor bazı durumlarda. Bir bakış, omza hafifçe dokunup göz kırpmak daha anlamlı geliyor bazen. Yazmak da öyle. Her yere yazmak istiyorum, yazıyorum da. Belki birazcık iyi gelir diye. Sanki babam da okuyor. Kim bilir....

İzmir ise ayrı bir gezegen sanki. Her köşesi acıtıyor. Gittiğimde, evden pek çıkmıyoruz. Babam olsa sıkılır, her gittiğimde dediği gibi “E hadi, nereye götüreyim sizi gülüm?” derdi. Foça? Urla? Hangisini istersek... Bu hafta sonu gittiğimde, sabahın erken bir saatinde indim şehre. Evdekileri uyandırmamak için sabahın köründe mezarlığa gittim. Güneşliydi hava; ben, bir de birkaç yavru köpek vardı; o kadar. Ağladım, konuştum, dua ettim. Bir şeyler karalayıp bıraktım toprağına. İlkokuldayken harçlığıma zam istediğim minik notları bile sakladığı geldi sonra aklıma. Yazdığım her şeye kıymet verirmiş meğer.

Çiçeklerini suladım, ben geldiğimde kapalı olan çiçekçi açtı sonra; ordan aldığım mor papatyayı diktim ayak ucuna. Minik pet şişeyle sulamaya çalıştığımı gören oradaki işçiler (yeni mezarları kazıp aradaki kaldırımları yapıyorlar) koşa koşa gelip, çeşmeden doldurdukları bidonu verdi. Papatyayı aldığım çiçekçi de çapasını ödünç verdi sağolsun. İyi insanlar. Umarım çiçek tutar… Bahçıvanlıkta pek becerikli değilim ne yazık ki.
Eve başsağlığına gelenler oluyor, o yüzden akşamları evdeyiz. Babamın bana verdiği eski fotoğraflara bakıyorum. Hala sesi kulağımda. Kuş cıvıltısıyla çalan cep telefonunu arasam, o açacakmış gibi geliyor. Beyin, kabullenmemekte direniyor sanırım. Ki babam cep telefonuyla konuşmayı da pek sevmezdi, memur telefonunu saat 17 gibi kapatırdı. Çünkü o saatte evde olduğundan, arayan evden arar diye düşünürdü. Hem şarj bitmesin :) 

Geçen bayram Foça'ya yüzmeye gitmiştik ikimiz. Gerçi tüm ısrarıma rağmen babam su soğuk diye girmemişti :) O, Sait Faik'in "Lüzumsuz Adam"ını okumuştu, ben de Cemal Süreya'nın "Onüç Günün Mektupları"nı. Çabucak bitmişti ikisi de. "Peri Gazozu"nu önerecektim ona ama olmadı. Okusa severdi bence.

Emekli orman mühendisiydi babam. Ama evde oturacak emeklilerden olmadığı için, tur rehberliği yapıyordu. GAP, Karadeniz, Çanakkale, Bozcaada... en sevdiği rotalardı. Ama en çok da Karadeniz; ne de olsa yeşil, orman... Üzerinde çalıştığı gezi notları hala balkon masasında duruyor, tozlandılar ama kıpırdatmadık. Bayramda gideceği rota üzerine çalışıyormuş. 


Yoğurdun kaymağını kimse yemiyor, annemden gizli sıyırıp sokak kedilerine veriyorum bazen. Bazen de bir kaseye koyup dolaba kaldırıyorum, sanki gelip yiyecekmiş gibi. Safranbolu lokumlarını yiyen olmadığı gibi, televizyonun sesini de kimse açmıyor. Babam televizyonu da pek izlemezdi; uzuun diyaloglu, uzuun bakışmalı o dizilerden sıkılırdı. Kaplanlı aslanlı belgesel izledim İzmir'deyken. O da bunları izlemeyi severdi, diye düşünerek. Ki ben de severim. Birçok şeyimle ona benzediğimi fark ediyorum çoğu zaman. Yazı-kartpostal-mektup-tatlı-kedi sevgisi ve daha birçok şey... Ofisteki fotoğrafını görenler "Aynısınız!" diyor şaşkınlıkla.
Takvime baktım; babamın 40’ı 29 Ekim’e, 52’si 10 Kasım’a denk geliyor. Şaşırdım, bir daha hesapladım; doğruydu. Gülümsedim, niyeyse. Evdeki sığınağım fotoğraflar... Babamın gençlik fotoğraflarının arkasındaki notlara gülüyorum, lakabı 'Somya Ayhan'mış :) Uyumayı sevdiğinden herhalde.

Annem fotoğraflara henüz pek bakamıyor, evden dışarı da pek çıkmıyor; abim deniz kıyısına hava almaya götürdü hafta sonu. İyi geldi hepimize. Hava güzeldi. Denize baktık uzun uzun, elimizdeki bayat ekmek ve poğaçaları verecek martı bekledik. Bir tane bile yoktu, balıklara verdik biz de. 

Yanlarında oluşum, annemle abime iyi geliyordur umarım. Yaralarına ne kadar merhem olabilirim, bilmiyorum. Bir şekilde hayata karışacağız yavaş yavaş. Ne yapacağımı bilemesem de, yanlarında olmak istiyorum. Güzel anılardan konuşmak istiyorum. Evet, hayat devam ediyor biliyorum ama ateş düştüğü yeri yakıyor... Ve evet, babamı özledim.