hayaller etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayaller etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2016 Salı

Yeni yıl; güzel gel, huzur ver...

Yeni yıl kararları almaktan, listeler yapmaktan hep çekindim. Hayat genelde sana 'karar alma seçeneği' bırakmıyor. Elinde listeyle kalakalıyorsun...

Ben o kararları gerçekleştiremeyeceğimden ve sonra listeye bakıp da, 'hiçbir şey' yapamamış olduğumu fark etmekten korkuyorum belki de. Bir bakıyorsun, boşa geçmiş koskoca bir yıl. Gerçi neye göre, kime göre bomboş, bilemezsin. Bazen 'hayatta kalmak',  hayattan koparıldıysan da 'toprağa verilmek' bile mühim bir şey bu ülkede. 

Bu sene farklı bir şey yapıp dileklerimi/hayallerimi/hedeflerimi kağıda dökmeyi denesem mi diye düşündüm. Belki gerçekleşmeleri için biraz daha çabalamama yardımcı olur bu. Güç verir. Motive eder, ne bileyim. Ne de olsa yeni yılın ilk günleri kimi için karar alma, kimi için de aldıklarını yavaşça yerine bırakma zamanı...

Ben böyle 'eğlenilmesi zorunlu' günlerde ailemle gerilmesem yeter. Kocamla ve annemle yılbaşı akşamı tartışmayı başardık, içim ezildi sonra üzüntüden. Kavga üstü hediye de, kadayıf üstü kaymak gibi güzel olmuyor hem. Neyse yine de ferah kahveleri, neşeli rakıları olsun. Eyvallah, bilmukabele. Yemişim böyle yeni yıl ruhunu. Neyse ki Defne konuşamıyor da, onunla tartışmaya başlamadık henüz. Of, sinirim bozuldu.


Hayallerimden iki tanesi imkansız, biliyorum ama yine de yazıyorum. Elimde değil.

İlki, babamı kaybetmemiş olmayı dilerdim. Çok erken göçtü babam. 70'ine bile varamadı. Evet, hiçbirimiz sonsuza kadar yaşamayacağız ama, keşke bu kadar erken gitmeseydi. Keşke Defne'yi görebilseydi, onunla vakit geçirip oynayabilseydi. Onu öyle özlüyorum ki... Yüz yüze olan son konuşmamızın 'son' olduğunu bilseydim eğer, çok daha başka şeyler söylerdim babama. Ailevi meseleleri tartışmak yerine, onu çok sevdiğimi söylerdim mesela. Ona sarf ettiğim bazı sert sözler için çok pişman olduğumu, aklıma geldikçe vicdan azabından geceleri uyuyamadığımı... İçime dert, içime yara oldu o sözler. Hiç iyileşmeyecek, biliyorum.

İkincisi, kızımın kistik fibrozis hastası olmamasını dilerdim. O kadar süre hastanede yatmamasını, daha minicikken canının o kadar yanmamış olmasını... Doktora korkmadan, delice ağlamadan  muayene olabilmesini. Sağlıklı, mutlu ve iyi kalpli biri olması en büyük dileğim. 

Bazen o kadar şaşırıyorum ki bir çocuğum olduğuna. Defne, bir arkadaşımın kızıymış gibi geliyor bazen. İnanamıyorum. Sabahları kalkmamın bir sebebi varmış gibi geliyor. Kalk kalk, Defne acıkmıştır, uyanır şimdi; mamasını, ilacını hazırla. Ona mama yedirmek, gülüşünü görmek, onunla birazcık oynayıp işe öyle gidebilmek. Sabah rutinim bu. Sayısal yine bana çıkmadı, piyangoda ise sadece iki amorti; o yüzden çalışmaya devam. 

Şaşırıyorum evet, onun karnımda büyümesini izledik. Aylarca gelmesini heyecanla bekledik, kime benzeyecek, nasıl biri olacak acaba diye diye... Sonra doğum vakti geldi, acayip bir şeymiş; artık karnımda değil kucağımdaydı. Emzirdim, uyuttum, gazıydı tuzuydu derken 13 aylık oldu bile kuzu. Dilerim uzun, sağlıklı bir ömrü olur. 

Nasıl bir anneyim bilmiyorum ama beni sevmesini, annesi ben olduğum için mutlu olmasını istiyorum için için. Çünkü ben, kızım o olduğu için çok mutluyum. Hayat ona güzel şeyler yaşatsın; şansı açık olsun, iyi insan olsun; iyi insanlarla karşılaşsın hep.


Deli bir yağmur var bugün. Gökyüzü içini boşaltıyor. Yıkanıyor her yer. Keşke memleket de biraz olsun temizlense. Ofis arkadaşlarım internetten bağır çağır pudra-fondöten-ruj seçerken, kulağımda 'City of Angels' soundtrack'i, bunları yazıyorum. Hayat acayip, kimine düğün bayram, kimine gam keder... Kahkahaları kulaklığı delip geçiyor, ben de müziğin sesini yükselttikçe yükseltiyorum. Bazen iş hayatı gerçekten katlanılmaz oluyor.

Onlar 2016 tatillerini, alacakları izinleri hesaplayıp akabinde "Bi kahve mi içsek?", "Ay sen gereksiz bir şekilde fazla mı çalışıyorsun" diye akıllarınca benimle dalga geçerken 'An Angel Falls' çalıyor, galiba filmde Meg Ryan'ın bilmeden kamyona doğru yaklaştığı ve bisiklette kollarını kaldırarak gökyüzüne baktığı, ormanın muhteşem gün ışığıyla parladığı sahnede çalıyordu bu.

Gereksiz mevzularla vızıltılar yerine böyle şeyleri dinlemem normal bence. Şair "İyi niyletle gülümsüyorum hepinize" demiş ya hani, ben hepsine gülümsemiyorum valla. Her zaman iyi niyetle de gülümsemiyorum üstelik, kinaye ve müstehzi bir ifadeyle gülümsediklerim de var. Yalan yok, durum bu.

İllüstrasyon: Gürbüz Doğan Ekşioğlu
Dün gece yakın bir arkadaşımın babasının ölüm haberini aldım. Obi ile Yoda'yı aldığım, kara oğullarımın ananesi dostum, babasını kaybetmiş. Beyin kanamasından. Babam gibi. Küt diye. Aniden. Defne'ye yemek yedirmeye, sonra da onu uyutmaya çalışırken telefona bakamadım. Bir ara elime aldım, kısacık bir mesaj ekranda: "Babamı kaybettik canlar"

Off! İçim cız etti. Aradım hemen, açılmadı telefon. O an konuşmak zor, boğazına takılıyor sözcükler. Ben her arayana ağlamıştım galiba. Kendimi hatırladım sonra, babamı kaybettiğimizde hissettiklerimi. O an kimsenin canının acısını geçiremeyeceğini, ne söyleseler içinin kavrulmaya, yanmaya devam edeceğini... Yaşayan bilir derler ya, öyleymiş. Bugün ikindide babasının cenazesi var, yanında olup arkadaşıma sımsıkı sarılmaktan başka bir şey gelmeyecek elimden. Bazı acıların telafisi yok. Hayat...



Üzgünüm ama bir acı haber daha... Blogunu bildiğim ama çok da yakından tanımadığım Serrose (Sergül), minik kuzusu Efsun'u ne yazık ki kaybetmiş. Haberi aldığımdan beri durup durup ağlıyorum, evlat acısını düşünmek bile korkunç. Sabır ve dayanma gücü diliyorum Sergül'le eşine. Şimdi kızlarını bir ormanda yaşatmak için çabalıyorlar.


Facebook ve Instagram hesabımda paylaştım, ne kadar kişiye ulaşır bilmiyorum ama buradan da paylaşmak istedim. Melek olmuş Efsun'u doğada yaşatmak için desteğiniz lazım. TEMA'nın Efsun'un adını ağaçlarda yeşertebilmesi ve adına kocaman bir orman oluşturabilmesi için 2000 fidan gerekiyor. Yeri belli, Balıkesir Bayat. 1 fidan 6 TL. 

Eğer sadece birkaç dakikanızı ve en az 6, en çok gönlünüzden kopan kadar lirayı ayırıp TEMA'ya Efsun adına bağışta bulunursanız, minik kuzunun bir ormanı olacak. Ruhu ağaçlarda, o ağaçlarda yaşayan kuşlarda, böceklerde, sincaplarda hayat bulacak. 

Yeni yıla bir iyilikle başlamak istemez misiniz? Elinizden ne gelirse... Nefes aldıran, umut veren, minik bir meleğin kocaman ormanında katkınız olsun. Bağış yaptım ve Sergül'le eşinin minik kelebeklerini hissedeceği bir orman olması fikri, içimi biraz olsun huzurla doldurdu.

Bağışların 1-31 Ocak tarihleri arasında, TEMA'nın İş Bankası Levent Şubesi'ndeki TR56 0006 4000 0011 0351 2077 74 IBAN no'lu hesabına yatırılması gerekiyor.

Açıklama kısmına 'Efsun Ryouka Kato' yazmalısınız.


TEMA'nın başka hesaplarına yatırılmış bağışlar ne yazık ki
geçerli sayılmıyor.

Not: Saat 17:00 itibariyle iyi şeyler olmaya başlamış mı ne...


Hepimiz için yaşanılası, gülümseten, iyilik dolu bir yıl olsun. Biliyorum, torba gibi bütün iyi niyetler bir yıla sığmaz ama dileğim aydınlık, umut ve barış dolu; eksilmediğimiz, içimizin üzüntüden çürümediği, sağlıklı ve mutlu bir yıl... 

Hayat dolu bir yıl. Olabildiğince işte.


9 Ocak 2013 Çarşamba

Bibury

Cotswolds, İngiltere'deki bu şahane evlere Bibury Kulübeleri deniyormuş. Pek güzeller. Cameron Diaz'la Kate Winslet'ın filmindeki gibi bavulları alıp gitsek bir süreliğine? Çıtır çıtır soba ya da şömine yanıyordur  içeride. Kuzineli mutfak da sıcak çikolata ya da sahlep kokuyordur. 

Belki fırında da çikolatalı kek ya da tarçınlı kurabiye vardır, hı? Bir yere kıvrılmış kedi(ler) de vardır kesin. Penceredeki güzel çiçeklerden içeride de olmalı. Belki sebze yetiştirilen küçük arka bahçede de. Tavan arasında rahat bir sallanan koltuk, şirin bir de kitaplık  vardır illa. Hele kapının önüne de en alttaki gibi bir kardan kedi yaptım mı... Oyh!

Kaynak: Fascinating Places

 

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Zanzibar

Temizlik bitti ama ben de bittim. Silinecek cam filan varsa, uygun fiyata gelirim yardıma. Yemek yapacak hal kalmayınca, pizza söyledik.  Sadece yatıp Jeff Bridges'in eski bir Country şarkıcısını canlandırdığı "Crazy Heart"ı izleyecek kadar enerjim kaldışu an.

Yemek demişken, Zanzibar'ın doğu kıyısında, yürüyerek ya da botla ulaşılan şu alttaki gibi bir restoran açarım belki ileride.  Balık-salata, mis.

1 Şubat 2011 Salı

Lapa lapa

Kaynak: http://www.trekearth.com/gallery/Middle_East/Turkey/Black_Sea/Rize/Ardesen/photo1045315.htm

Böyle bir yerde olalım misal. 
Dışarıda lapa lapa kar yağsın...
Biz içeride, yanan ateşin başında oturalım.
Yeterli yiyecek olsun kilerde, odunlukta da bolca odun...
Ateşin dibinde ise gırıldayan kediler...

Pencereden görünen manzaramız da böyle olsun:

Kaynak: http://www.trekearth.com/gallery/Middle_East/Turkey/Black_Sea/Rize/Ardesen/photo1041615.htm
Kestane kebap, sahlep içmesi sevap...
Sonra?
Sonrası iyilik güzellik...

Kaynak: http://www.trekearth.com/gallery/Middle_East/Turkey/Black_Sea/Rize/Ardesen/photo1034581.htm

28 Ocak 2011 Cuma

Tavan arasında Marlon

Otobiyografi okumayı çok severim. Başkalarının kendi hayatlarını bu derece dürüst, yalın, samimi, kendine torpil geçip eğip bükmeden, kendine dışarıdan bir yabancı gibi bakarak anlatabilmesine hep hayret ettim. En son Patti Smith'in kitabını okumuş ve bu günlere gelişi, rock camiasına girişi, Andy Warhol'lu, Chelsea Otel'li New York günleri, şiire tutkunluğu ve Robert ile yaşadıklarını abartmadan, olduğu gibi kaleme almasına hayran kalmıştım.

Sıradaki kitap, dostumun tavsiyesine bakarsam Marlon Brando'nun otobiyografisi olacak. Zira kendisi cool kelimesinin sözlükteki karşılığı. Kitabın ismi bile nefis: "Annemin Öğrettiği Şarkılar". Aşağıdaki bayıldığım fotoğrafı, bu romanı yazarken mi çekilmiştir acaba?



Veranda da durduk yere, çok sevdiğim tavan aralarını anımsattı. Tavan aralarına düşkünlüğümün kaynağı hakkında hiçbir fikrim yok. Düşününce tozlu, pis, karanlık bile gelebilir bazılarına. Ama benim merakımı gıdıklıyor işte. Hatta şöyle yazmışım bir yerlere tavan arası hakkında:

"Yıllar sonra, çok ileride, (olursa) torunlarımın bir gün merakla çıkıp kutularla dolu tozlu ve karmaşık (aslında kendince düzenli) bu yerde; bir sürü defter, ajanda, hikaye, yazı, kitap, fotoğraf; yaşanmışlık ve hayal edilmişlik arasında büyükannelerini keşfetmesini istediğim oda çeşidi.

Evet, tozlu ve karışık olur bu odalar, havasız ama gizemlidirler. Neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Tonton ve huysuz olarak bildiğiniz büyükanne/büyükbabanızın aslında sandığınızdan ne kadar başka biri olduğunu anlatan ipuçlarıyla doludurlar. Sizi çağırırlar hep. Onun da çocuk olduğunu kenarı köşesi kırılmış, rengi solmuş eski-püskü oyuncaklardan; aşık ol(un)duğunu ona gelen soluk mürekkepli sararmış kağıtlı mektuplardan; yazmayı sevdiğini doldurduğu kutular dolusu defterden; okumayı sevdiğini, kitaplarla birçok şeyi keşfettiğini özenle sakladığı sandıklar dolusu kitaptan öğrenmek az keşif olmasa gerek...

Ya o eski fotoğraflar; kiminde mutlulukla poz vermiş, deniz kıyısında bir eğlencede... Kiminde adada bir yerdeki mükellef içki sofrasında. Peki ya bu? Bu resimdekilerin hiçbirini tanımıyorsun, belki ailesi... Bir yakınlık hissediyor, ama bir türlü çıkaramıyorsun. Kim bilir ne zaman çekilmiş, büyükannen/büyükbaban biraz hüzünle bakmış sanki objektife, dalgın... Hele bir de o sandıklardan bir günlük çıkarsa, gerçek bir hazine... Okumaya doyulmaz.

Kim bilir, bu devirde esamisi bile okunmayan bir teknolojiye ait birkaç CD'den o zamanlar ne tür müzik dinlendiğini öğrenebilir bu meraklı torunlar. Şanslarına DVD kalmışsa, izlenen filmleri de... İşte bunlarla, çoktan toprak olmuş bile olsa, o kişiyle aranızdaki kan bağını anlar, onu daha yakından tanıdığınızı, aranızda kaybolan zamanın ve çağların bir anda birbirine yakınlaştığını hissedersiniz. Kendi görüntüsünün, kanlı canlı halinin olduğu birkaç video kaset, CD çıkarsa hele, karşınızda sanırsınız onu, yıllar yıllar önceki taze, kendini hiç yaşlanmayacak sanan haliyle...


Söylenmemiş ne çok söz vardır, anlatılmamış ne çok anı vardır. Ama biraz olsun söz ettiyse de 'Keşke o tatlı tatlı anlatırken biraz olsun dinleyip aklımda tutsaydım dediklerini' dersiniz, bilemezdiniz ki gideceğini... Artık tavan aralarına kalmıştır merakınızın kırıntıları... Tabii böyle bir odası olan ev varsa, kalmışsa..."

3 Eylül 2010 Cuma

James Joyce der ki...

Ofisteki panomda duruyor bu resim. Aklım başıma gelir de silkelenirim belki diye bakıyorum. Gerçi silkelenince ne olacaksa, Nobel alması kuvvetle muhtemel kitabımın yazımı yarım kaldı sanır duyan da. Ha ha! Sonra diyorum ki kendime: "Yaz yaz" diyorlar da n'oluyor? Ne yazıyorsun? N'apıyorsun? Yolculuk nereye, alooo?


7 Mayıs 2010 Cuma

Kitap yazmak mı?

"Kendini bulmak için her şeyini kaybetmek..." TNT'deki bir filmin tanıtımında bu cümleyi duydum demin. Vay be, diye düşündüm. Afili lafmış. Sıfırladıktan sonra yeniden doğuş, dibe vurduktan sonra yeniden yükselme gibi bir şey olsa gerek. Öze ulaşmak için dışındaki tüm kabuklardan sıyrılmak, her şeyi kaybetmek fazla ağır bir bedel değil mi?



Bugün Radikal Kitap'ta yazımı gören genel yayın yönetmenim "Sen kitap yazsana, neden yazmıyorsun?" dedi. Beni ne kadardır tanıyor? Neredeyse 10 yıldır. Daha önce de bunu diyenler oldu ama ben bunu hep abartılı bir iltifat gibi değerlendirip "Yok canım, daha neler!" diye düşünürdüm. Bugünse nasıl olduysa "Neden saçlarını kestirmiyorsun?" sorusu gibi algıladım. Yani sanki olabilirmiş gibi. (Ki saçımı kestirmeye de kolay kolay yanaşmam, Robinson gibi gezerim bazen) 

Yorgunluktan olsa gerek, o an algım düşmüştü. Ama nedense yine de gururum okşandı doğrusu. "Nasıl yapmalı, ne etmeli, olur mu ki be, hı?" diye düşünüverdim kısaca. Kısacık bir an. Ne yazacaktım ki? Türü, konusu... Bunu da uykuda düşüneyim. Provence'ta şarabımı yudumlarken kitap okumam da kitap yazarım belki esteban? Yine de üstümü örteyim ben...

25 Nisan 2010 Pazar

Detoks sohbetleri


NTV'yi açınca sabahları, Osman Müftüoğlu çıkıyor karşıma. Kendisiyle şöyle hayali bir diyalog yaşasak misal canlı yayında, nasıl olur acaba?

Sunucu: Hatta bir izleyicimiz var, merhaba...

Ben: Merhaba, Osman Bey'e bazı sorularım olacaktı.

Osman Bey: Merhaba, buyrun efenim.

B: Osman Bey, ben sabah kahvaltısını danışacaktım size. Ben acıbadem kurabiyesiyle başlıyorum.

O: Ee, pek tavsiye etmiyoruz aslında, peynir domates detoks açısından...

B: Onları da üstüne yiyorum. Hele İzmir tulumuysa kibrit değil, sigara kutusu kadar yiyorum. Kızarttığım ekmekleri de kekikli zeytinyağına banıyorum. Üstüne reçel. Arada yeşil elma yerim ama çok değil, günde 5-6 tane.

O: Hmm, olmadı bu... Peki öğün aralarında, kuru kayısı, ceviz?

B: Evet, alıyorum kuruyemiş kavanozumu yanıma, Antep, Kaju, tuzlu... artk ne fıstık varsa şansıma. Bir bakıyorum, aa bitmiş!

O: Detoks açısından, bunlar çok yağlı...

B: Genelde Toblerone, Damak ve Milka yiyorum, bir kutu bitiyor film izlerken... Bir de Beypazarı kurusu ve ayran, çok yakışıyor valla.

O: Ooo, fena. Egzersiz?

B: Kanepe egzersizlerim var. Bütün hsonunu onunla geçiriyorum, seviyoruz birbirimizi.

O: Hmm, ee, ıı... O zaman bir obezite sorunuyla karşı karşıyayız.

B: Yoo, sadece popom biraz büyük. Ne demişler yemeğin salçalısı, kadının kalçalısı...

S: Eee, küçük bir reklam aramız var.

17 Mart 2010 Çarşamba

Bahar gelsin dilek'çesi



Cemrelerin düşmesini, baharın gelmesini, güneşin yüzünü göstermesini bekliyorum.

Üşümeden sahilde yürümeyi, sokaklarda aylaklık edebilmeyi, denizde taş sektirmeyi bekliyorum.

Çiçekler açsın, bulutların arasından güneş görünsün, rüzgâr saçımı havalandırsın ama üşütmesin; sonra yıldızlar parlasın, dolunay çıksın istiyorum...

Çok şey mi istiyorum esteban?