30 Aralık 2013 Pazartesi

Bir Yılın Son Günleri


Bu görseli daha önce koymuştum galiba bloga, olsun.  Eskilere baktım demin, hey gidi... Alttakini de daha önce paylaşmış olabilirim. "Bir Yılın Son Günleri", sevdiğim bir Murathan Mungan şiiri, son gününe girdiğimiz yıla iyi bir veda olur gibi geldi... Babama yazdığım eski bir kartpostalda da rastlayınca, paylaşmak istedim.

Herkese sağlık, mutluluk, dostluk, sevgi ve neşe dolu bir yıl diliyorum. Umarım sevdiklerimizin değerini bildiğimiz, güzel anlar ve anılarla doldurabileceğimiz, doya doya gülebildiğimiz, sevip sevildiğimiz, kendimize ve kıymetlilerimize zaman ayırabileceğimiz, kayıpsız, kedersiz; güven, iyilik ve iyi insanlarla dolu bir yıl olur 2014. 


Kendisine dair umudumuzu kaybetmemeyi dilediğim ülkem için de temiz, aydınlık ve barış dolu günler gelir umarım. Hepimize sabır ve direnme gücü lazım. 


Kırdığım üzdüğüm herkesten af dileyerek ve beni kırıp incitenleri de affederek giriyorum yeni yıla. Biraz üzgün, çokça eksik... 2013'te büyüdüm galiba. Ama acılı oldu. Bazı şeylerde daha da hassaslaştım. Yitirdiklerim ve kazandıklarım, terazinin iki tarafında. 35'imi sürdüğüm babamsız bu ilk yılbaşında, onun ruhuna gönderiyorum tüm iyilik ve güzelliklerle o kocaman özlemimi...  

Bir Yılın Son Günleri

I.

Bir yıl daha bitiyor

İşte bu kadar duru, bu kadar yalın
Bu kadar el değmemiş
Sıradan bir gerçeği daha
kolları bağlı hayatımızın
Bu şiire nasıl dahil edilebilir bir yılın son günleri
Her sonda, her başlangıçta ve her defasında
Alır gibi başkasını karşımıza
Perdeler çekip, ışıklar söndürüp
oturup yatağın içinde bir başımıza
Sorgulamak kendimizi
Öğrenmek ikimizin anadilini, ikinci belleğimizi
Öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
Bu aynanın dehlizlerinde gezinirken görürüz
Karanlık günlerimizin kenar süslerini

Biterken yılın son günleri
Biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
Gençlik ikindilerini
Kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri.


II.

Bir yıl daha bitiyor
Düşlerim, tasalarım, yarım kalmış onca şey
Her yıl biraz daha kısalıyor bir öncekinden
Bana mı öyle geliyor
Yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman
İnsan yaşlanırken?


III.

Kırdım mı incittim mi birilerini?
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler.
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi
Dağınık yatağım, mutsuz yatağım
Çoğalttım mı eksiklerimi?
Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
Yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
Borçlarımı ödedim mi?
Doğru seçtim mi soruların fiillerini?
Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
Ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
Geri verdim mi aldıklarımı:
Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları
Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
Yokladım mı duygularımı
Hala sevebiliyor muyum insanları?
Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma
Ovmalı umutları
Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan
Hançer kıvamındaki o karamizah tadını
Şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım Yavuz'a
Sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım 
akşama
Yeni bir yıla
Ama nedense herşeyin tadı dağılıyor ağzımda
Bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
Aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta


IV.

Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar
Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler
Bırakılmış mektuplar
Ve yurdumun her karış toprağında tefrika edilen karanlık
Ey hayatıma girenler ve çıkanlar
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey

O kadar çok anlattım ki
Kendime kaldım anlatmaktan...
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan,
Ofset duyarlılıklardan
Kaç zamandır bir ermiş dinginliği havalandırıyor dizelerime
açılan pencereleri,
Durup bakıyorum akşam sularında zaman kavramlarına,
Zamanı düşünüyorum;koyuluyorum
Anlamını yitiriyor "şimdiki zaman"ın boşyüceliği,tarihin unutkan
sayfalarındaki mürekkep lekeleri
İşimin başına dönüyorum içimde ıssız bir gönül erinci

Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
"içtenliğin" ya da "dünya görüşünün" kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum.


V.

Sabahları açık penceremin soluduğu kent
Nabzında yüzyılın dağınık sancısı
Dumanı üzerinde tüten yıkıntılar
Hangi anlamı kuşanabilir şimdi yeni bir yıl
Umutsuzluk sözlüğünden karşılıklar aranırken hayata
Hangi söküğünü dikebilir bu yaralı kuşak
Hangi yüreğe öğretilebilir unutmak!


Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları
Vitrin camlarına yansıyan yüzlerde
Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar
Hala bir umut var mıdır
Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde

Murathan Mungan



Cats



















Obi ve Yoda'ya gelsin bunlar da, kara kuzucuklarımıza. Bazen onlar olmasa, hayatımız nasıl olurdu diye düşünüyorum.



(Ama lütfen sonuncusu, olabildiğince geç...)

Kaynak: Catbook

26 Aralık 2013 Perşembe

Kazazede

Ofise gelmiş, tam masama oturmuştum ki cep telefonum çaldı. Ofisten bir arkadaşım yol kenarında kan izleri fark etmiş, izleri takip edince de yaralı bir tekir görmüş. N'apalım diye beni aramış. Koşa koşa gittim; kocaman bir tekir, ağzı burnu kan içinde. Araba çarpmış muhtemelen. Titriyordu. Ofise geri gidip büyük bir mukavva kutu aldım, ama o haliyle bile kaçmaya çalıştı. Çok korkmuş. Yavaş yavaş sevdim, konuştum; biraz sakinleştikten sonra kutuya alabildim.

İnternetten baktık, Selimiye'de belediyenin veteriner kliniği varmış yakında. Bir arkadaş da arabasıyla alıp götürdü sağolsun. Yol boyunca fokurdar gibi nefes alan çocuğu oraya aldılar. Veterinerlik öğrencisi çocuklar vardı, hocalarını çağırdılar. Adam, iç kanama geçirdiği için iğne yaptı, sonra da barınağa alacaklarını söyledi; orada takipleri altında olurmuş.
  
"Ameliyat etmeyecek misiniz?" dedim. Ameliyata gerek yokmuş. Ağzı ve çenesi epeyce kötü durumdaydı, kutu da kan içinde kalmıştı; yarayı dikmelerini, en azından temizleyip dezenfekte etmelerini filan bekledim. Israr ettim, ilgileneceklerini söylediler. Kutuya geri koydular çocuğu. Arkadaşım da "Yoksa durumu kurtarılamayacak kadar kötü de, bize mi çaktırmıyor bunlar?" diye fısıldadı. Emin olamadım, içime de kurt düştü. Umarım vicdanlı ve iyi insanlardır, zorla okuyup, nefret ederek çalışıp da "Öf, nalet olsun!" diye veteriner olmaz insan değil mi? Huysuz memurlara benziyordu adam biraz, gıcık olduk.

Ümraniye Hekimhan'daymış o barınak. Gidip bakacağız sonra. Biraz kendini toparlayıp iyileşince, barınaktan salıvereceklerini üstüne basa basa tekrar söyledi adam. Umarım ilgilenir, tedavisini yapıp gerçekten iyileştirirler. Barınak deyince, canım sıkıldı biraz. Orada sokaktakinden daha güvende olur mu, bilemedim. Bu hayvancağıza çarpıp da umursamayan "insan"a ise diyecek laf bulamıyorum, umarım yeni yılı kötü geçer.

Ne derler, kliniktekilerin de günahları boynuna... Elimizden geleni yapmaya çalıştık, fena oldu içimiz sabah sabah. Ama orada o halde de bırakamazdık çocuğu. Arkadaşım kedinin akıbetini takip edelim diye fotoğrafını çekmiş, köşeye büzüşmüş hır hır nefes alan koca bir tekir. Ah ya, umarım iyileşirsin yahu.


Olan biten

Sabah ofise gelmeye çalışırken gözüme ilişen gazete manşeti kaldı aklımda: "Biz istifa ettik çok güzel, sen de etsene!" Gerçi balçık öyle bir halde ki, istifanız filan bir işe yarayacak değil. Oyuldukça oyulmuş bazı şeylerin altı, çürük diş gibi. Kirlisiniz. Bunca insanın ahı var o oraya buraya tıkıştırılan o pis paralarda. İnsanlar asabı bozulmadan, ağlamadan haber izleyemez oldu. Biz, başka bir şey konuşamaz olduk. O kadar çok ah var ki üstünüzde... Evet, yılbaşı, her taraf kırmızı, neşe filan ama ne yazık ki böyle bu ülkede hayat, öyle Ebru Gündeş gibi de ağlayamıyoruz üstüne üstlük. Barış Atay'ın da yazdıkları var, masumiyet karinesi ve büyük acı; onun için de buraya.


Donarak ölen 40 günlük bebeğin annesi


Şu yazıyı okuyunca her şeyi yeniden, en baştan hatırlıyor insan:
  
"Olan tüm kapkaç ve siyasal itibarsızlıkların açığa çıkmasında bir başka düzen kaymağı yiyen tarafın bedduası değildir sebep. İlahi bir neden aranacaksa eğer bunlar;

...Roboski'de 34 insanın katledilmesidir.

...12 yaşındaki Uğur'un bedenindeki 13 kurşunun kan
ayan yarasıdır.
...Diyarbakır'da polis aracıyla ezilen Şahin'in iftira atılan cansız elleridir.
...Diyarbakır Lice'de 14 yaşındaki havan mermisiyle öldürülen Ceylan'ın annesinin eteğindeki bedenidir.
...Diyarbakır'da okuldan eve dönerken polis kurşunuyla öldürülen 8 yaşındaki Enes'in gözleridir.
...Diyarbakır Lice'de karakol istemeyen Medeni Yıldırım'ın kurşunlanmış gençliğidir.
...Eskişehir'de polis ve düzen yandaşı katillerin döverek öldürdüğü Ali İsmal'in yaşamak isteyen sesidir.
...Ankara'da başından vurularak öldürülen Ethem'in emekçi yüreğidir.
...Ekmek almaya giderken komaya sokulan Berkin'in hastane odasında komada yatan çocukluğudur.
...Gezi direnişinde insanları yok etmeye kodlanmış katillerin aracıyla öldürülmüş Mehmet Ayvalıtaş'ın ve acısına dayanamamış annesinin bu dünyadan alacağıdır.
...Gaz fişeği ile öldürülen Abdullah Cömert'in resimlerde kalmış gülen yüzüdür.
...Kayıpları verilmeyen Cumartesi Anneleri'nin ahıdır.
...Çocuğuna bir simit parası veremeyen babanın çaresizliğidir.
...Evladının açlıktan ve soğuktan ölmesine katlanmak zorunda kalan annelerin çaresizliğidir.
...Erkek egemen zihniyetin hortlatılmasıyla cinayetlere kurban giden kadınların çığlığıdır.
...Tecavüze, tacize direnememiş ve onuru kırılmış küçücük çocukların parçalanmış hayatlarıdır.
...Binbir güçlükle ve yoksulluğa karşı dirençle okuyup bir meslek sahibi olmuş gençlerin kayırmacılığa teslim olmuş ve gerçekleşememiş
...Köyünden, toprağından edilmiş köylünün geriye bakan mahzun gözleridir.
...Sokakları mesken edinmiş, yaşamak zorunda bırakılmış çocukların üşüyen elleridir.
...Hasta mahpusların duyulmayan sesleridir.
...Karda kışta okula terlikle giden öğrencilerin soğuktan morarmış ayaklarıdır.
...Milyonlarca mazlumun çilesidir.
...Eğer ki bir ilahi adalet sebebi aranacaksa bunlardan daha insani ve geçerli bir neden olamaz"

25 Aralık 2013 Çarşamba

Biri konuşunca aydınlık oluyor

Ercan Kesal'ın yazdığı şeyler, bazen ta içimde bir yerlere kıymık batırıyor. Şu yazısını okuyordum dün akşam, sinema ile ilgili gibi görünebilir ama aslında çok basit ve üzücü bir şeyden bahsediyor. İnsan, hayata pamuk ipliğiyle bağlı. Evet evet, bunu hepimiz biliyoruz ama aklımıza getirmek istemiyoruz. Ve bazen insan kendini sınırda/arafta hissediyorsa, ondan esirgenen basit bir bakış ya da gülüş bile her şeyden vazgeçmesine neden olabiliyor.  Evet, bu kadar basit. Çok üzücü ama öyle. Yazının vurucu kısmı, ikinci paragraf.

“Mouchette” Fransız yönetmen Bresson’un başyapıtlarından biridir. Filmde, 15 yaşında bir genç kızın yoksulluk ve acılar içindeki hayatı anlatılır. Filmin final sahnesinde Mouchette intihar etmek için bir göl kenarına gider. Suya atlayarak boğulacaktır. İlk denemenin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra etrafa bakınırken, yoldan geçen bir traktör görür. Traktörü kullanan çiftçiye kırılgan bir şekilde elini kaldırarak selam verir. “Hayata tutunma isteğinin küçücük de olsa bir karşılığını bulmak istiyordur, bir merhamet ifadesi…” Çiftçi selamı gördüğü halde karşılık vermeden geçer gider. Mouchette intihar eder. 

“Mouchette, hayatımızdaki en büyük acımasızlıkları, vurdumduymazlıkları sadece “kötü” insanların değil, aynı zamanda normal hayatlarını yaşayan “iyi” insanların da yaptığının; yaptığımız ya da yapmadığımız küçücük şeylerin bir insanın hayatında yaratabileceği devasa etkileri görmek konusundaki körlüklerimizin yüzümüze vurulmasıdır.

Bu yazıyı okuyunca yüreğim sıkıştı. Sonra koltukta akşam sefası yapan Dobi van Kenobiy ve Yoda von Kanola'ya baktım; birazcık iyi geldi.

Millet Ebru Gündeş'i alkışlamış dün geceki yarışmada, eh, milletçe ne halt edeceğimizi şaşırdığımız ortada. Mağduriyet edebiyatı bu kadar kirletilebilir, ucuzlatılabilir.  Neyi alkışlıyorsunuz, kime acıyorsunuz? Üzülmeniz gereken şey bu mu, milyonlarca doları cebe indiren birinin karısının gözyaşları mı? Jetler, yalılar, elmaslar... gitti gider tabii. Yüreği kocaman Acun'muş, peh. Yazık yahu, ayıp. İnsanların bu halini görünce bazı şeylere dair umudum iyice kırılıyor.




24 Aralık 2013 Salı

Minik şeyler

Hoşuma giden şeyleri düşününce aklıma gelenlerden bazıları aşağıda. Yılbaşı zamanı, insanın neşelenmek için daha çok sebebi oluyor sanırım. Ofiste filler tepişir, çimenler ezilir krizi patladı yine. Ortasında olsam da hiç üstüme alınmadım, yöneticilerimiz uyuyor mu?  O ka söyledik ettik, uykuları açılsın biraz. Peh...

1) Obi'nin gazete okuyan birinin tepesine tünemesi. Okumaya meraklı çocuk.








2) Kokina. Evet iple bağlıyorlar, bildiğin kandırıkçılık filan ama hoşuma gidiyor. Yılbaşında her tarafta kokina olmasını seviyorum. Bizim ordaki çingene abla ince kırmızı ip bulmaya bile kasmamış, direkt kırmızı yün iplerle göstere göstere bağlamış. Kadın net yani.

Salondaki vazoya koydum, bütün çiçeklerimi kemiren Obi ve Yoda bunu da kemirmeyi denedi, fakat şimdilik dikenlerden ötürü başarabilmiş değiller. Etrafında dönüp duruyorlar. Boyunlarındaki çanlar yüzünden ne halt ettiklerini az-çok tahmin edebiliyoruz. Bir punduna getirene kadar kedi dişlerine dayanıklı diyebiliriz.




3) Santa Yoda. Bunu kafasında sadece 30 saniye tutmuştu 2 sene önce, o yüzden bu yılbaşı dener miyim bilmiyorum. 

Pek de yılbaşı havasında değilim bu sene, uğraşamayacağım sanırım. Evi süslemek filan gelmedi içimden. Hevesle yaptığım tek şey, yılbaşı kartlarını yazıp yollamak ve sevdiğim insanlara hediyelerini almak oldu. 




4) Bir de unutup sonradan eklediğim nergis. 

Çok severim, kokusuna bayılırım; anneannem de çok sever.

Ona gittiğimde bulursam nergis mutlaka alırım, hali olmasa da kalkıp hemen vazosuna güzelce yerleştirir, sevinir.

23 Aralık 2013 Pazartesi

Çok yaşa sen Jose amca!

"Kutu kutu pense, elmamı yerse" ülkesi olarak, böyle insanlar bize değişik geliyor tabii... Bazen, babamın burada olup da bu durumlar karşısında yapacağı yorumları çok merak ediyorum. Az-çok tahmin ediyorum, gazetesini katlarken "Eeee" diye başlar, gözlüğünün üstünden bakıp "Böyle olacağı belli değil miydi?" diye devam ederdi.

Aşağıda kendine çay dolduran adam gibilere pek alışık değiliz biz. Türkiye'de yaşasa, "Enayi" deyip arkasından gülerlerdi. Dünyanın en fakir cumhurbaşkanı diyorlar ona ama ne gam... Evet, karşınızda Uruguay Cumhurbaşkanı Jose Mujica:


"Ben insanların geceleri yatacak bir saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada, başkalarının 500 metrekarelik malikanelerde yaşamasını anlamıyorum. Evsizler için ev, suyu olmayanlar için su lazım, ekmek lazım. Sen böyle bir dünyada özel uçağım olsun, oraya buraya gideyim diyorsun. Eğer herkes daha fazlasını isterse, birgün kimseye birşey kalmayacak. Küresel ısınmadan bahsediyoruz ama doğaya saldırmaya ve çöp üretmeye devam ediyoruz.

Eski ruhani tanrımızı kendi ellerimizle kurban ettik ve artık market tanrının tapınağındayız. Bu yeni tanrı; ekonomimizi, politikamızı, alışkanlıklarımızı, yaşamlarımızı düzenliyor ve bizlere faiz oranları ve kredi kartları ile mutluluğun yeni adresini veriyor. Öyle anlaşılıyor ki bizler, yalnız tüketme için yaratılıyoruz ve artık tüketemediğimiz zaman derin hayal kırıklığına uğrayarak kendimizi yok ediyoruz.

Bana fakir denmesi yanlış, ben tutumlu bir insanım. Asıl fakirler sürekli yaşamdan talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlardır. Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu bana istediğim yaşamı sürdürmek için yeterli zamanı veriyor. Asıl özgürlük yaşamak için kazandığın zamandır."

21 Aralık 2013 Cumartesi

Ayasofyalı Gli

Başlık, "Truvalı Helen" gibi oldu ama idare edin. Haysev'in sayfasında gördüğüm şehla Gli ile tanıştığıma pek memnun oldum, siz de tanışın istedim. Metni aynen alıntılıyorum. Çok akıllı ve kişilikli bir tekir. Blogu bile var! Ayasofya'ya en son ne zaman gitmiştim hatırlamıyorum ama bir ara yolumu düşürüp Gli ile tanışmayı planlıyorum. Belki beni gezdirmeyi kabul eder. İnsana ömründe kaç kez şehla bir tekir turist rehberliği yapar ki?

"Şaşı kedi Gli, doğma büyüme Ayasofyalı. 2004’te, müzenin çıkış kapısındaki görevli kulübesinin altında doğdu. Annesi ve hatta anneannesi de burada doğmuş, yaşamış. Kendisi müzenin 6 kedisinden biri, en kıdemlisi. 


 Aynı zamanda akıllı da. Müze görevlisi arkeolog Defne Tekay, kış aylarında mihrabın önündeki spot ışıklarının yanında ısındığını anlatıyor. Yazın, daha serin olduğu için müze içindeki mermer küplerin üzerine taşınıyor. Gli’nin gözleri doğduğundan beri şaşı. Görevliler, bebekken tüyleri gri olduğu için adını Gri koymak istemiş, ama sonra şaşı olduğu için espri olsun diye Gri’yi Gli yapmışlar.


Turistlere çok yakın davranıyor ve objektiflere poz veriyor. Defne Tekay, Gli’nin kendini sevdirme ve sevimli davranma özelliğinin atalarından geldiğini iddia ediyor. Müze müdürü Ahmet Haluk Dursun 'Onlar Bizans Kraliyet Kedileri' diyor. 


 Gli’nin 2006 yılında bir mahalle kedisinden dişi yavrusu oldu. Karakız adı verilen yavru 29 Ekim’de bir otobüsün altında kaldı ve öldü. Tek yavrusunu da kaybeden Gli, aynı yıl kısırlaştırıldı.

 

Gli, Obama okşarken çekilen fotoğraflarından sonra hem turistlerin hem de medyanın ilgi odağı oldu. Gelen ziyaretçilerin kedi maması ve sosisle beslediği Gli çok yemekten artık yerinden kımıldayamaz hale geldi. Yoğun ilgiden dolayı agresifleşen ve kendini artık kimseye sevdirmeyen Gli için Ayasofya'da 'Şöhrete yenik düştü' yorumları yapılıyor.

Gli, şimdi kendi adına açılan http://hagiasophiacat.tumblr.com/ isimli özel bir blogla adını dünyaya duyurmaya hazırlanıyor."

20 Aralık 2013 Cuma

Balkonda otursak...

Gidenin ardından geride kalan eşyaların bu kadar acı vereceğini düşünemiyor insan. Babamın notlarını koyduğu dolabı açıp bakıyorum İzmir'e her gidişimde. Sanki içinde değişiklik, bir fark olacakmış gibi. Aynen duruyor işte. Babamın gözlüğü, anahtarlığı, tarağı, cüzdanı; cüzdanının içinde benim gülümseyen bir fotoğrafım... Güzel el yazısıyla yazdığı notları, düzenli defterleri, her şeyi derli toplu. Turlarda anlatacağı şeyleri bile hep yazmış unutmamak için. Balkondaki çalışma notları, kalemi. Sanki mola vermiş de, öğlen şekerlemesinden uyanıp gelecekmiş gibi.

Mim için sorulduğunda düşündüm en son, en sevdiğim anıları. Çoğunun içinde babam var. Her yılbaşında hepimize küçük de olsa hediyeler alışı, bayramlarda sevdiklerine kart yazıp  gönderişi, küçükken sokaktan eve gizli getirdiğim kedileri beraber besleyişimiz, yorganın altından yatağa giren sarman kedimi "Önce o beni ısırdı ama!" diye ısırışı :)

Çok sık düşünüyorum babamı. Cerenmus'un yazısı o yüzden çok etkiledi sabah sabah okuyunca. Minicik anlarda geliyor aklıma, sonra da o ıssızlık hissi geliyor peşinden. Yokluğunu birden tekrar fark ediyorum. Sanki o an öğreniyormuşum gibi çok üzülüyorum yeniden.  Yokluğu işte o anlarda balyoz gibi iniyor kafama. Sendeliyorum.

"Sevdiğimiz birini yitirdiğimizde; dünya biraz daha yalnızlaşıyor, ıssızlaşıyor, sessiz bir hal alıyor sanki" Evet, aynen öyle, ıssızlaşıyor. Sanki cır cır öterken ağustosböcekleri, birdenbire susuveriyorlar. Ve o ani, tekin sessizlik ürpertiyor insanı. Sanki dünyada tek başına kalmış gibi.

Bazen işten güçten, hayattan, siyasetten konuşurduk babamla; bazen de İzmir'in sıcak yaz günlerinde, balkonun o püfür serinliğinde sessizce otururduk. Uzaklara bakardık. O anlarda ne düşünürdü merak ederdim hep. Soramazdım da. Çoğu zaman eski fotoğrafları çıkarıp bakar; bazen keyiflenir bazen de hüzünlenirdi. O günleri özlüyordu sanki. Şeker hastası olmasına rağmen şekerden, bal, lokum vs yemekten hiç vazgeçmedi; yaramaz çocuk gibi. Çocuk gibi de küserdi bazen. Neden olduğunu bilemezdik. "Banane banane" der gibi gitti işte. Şekerleri, kuruyemişleri, süt ve yoğurt kaymaklarını gizli gizli yemeyi, çok sevdiği öğlen uykularını bırakıp.

İzmir'e gittiğimde, güneş arka taraftaysa ön balkonda otururdu. Çekirdek yiyip gazetesini okurdu satır satır. Bir daha beraber o balkonda oturup uzaklara bakamayacağız. Eski fotoğraflara bakıp gülerek "Pek cimcimeydin küçükken" de demeyecek. Bazen hatırlayabildiğim rüyalarımda onu hep balkonda, masanın başında otururken görüyorum. Dönüp omzunun üstünden bakıyor ama hiç konuşmuyor. Gülümsüyor. Onsuz hakkaten ıssız ve eksiğiz 3 aydır, farkında mı?

18 Aralık 2013 Çarşamba

Mim'i

Ho ho ho, mimim gelmiş! Severek okuduğum/dinlediğim helloradio mimlemiş. Teşekkür ederim :) Ben de anketleri severim ama asla ne yazacağıma karar veremem. Birini yazsam, diğerinin hatırı kalır. Bakalım, neler dökülecek... Evvet, gelsin madem sorular!



1. En sevdiğin renk?
Artık canlı renkleri daha çok seviyorum. Mor, yeşil, mavi, turkuaz ve hatta cam göbeği. Kış ortasında cam göbeği etek giyen bir insan oldum, utanmalı mıyım bilmiyorum.

2. En sevdiğin çiçek?
Sardunya. Zaten severdim kendisini, bir de arka  balkonumda soğuğa, rüzgara direndiği ve boy attığı için daha da saygı duyar oldum. Ortancaları da çok severim, morları kucağımı doldursun isterim. Saksı gülünü de anmadan geçmeyeyim, hayattayken bana "gülüm" diyen babamın toprağına diktim en son; o da direnip tuttu, mutlu oldum. Yılbaşı yaklaşınca da kokina, biliyorum iple bağlıyorlar; bunu öğrendiğimde çok bozulmuştum ama hoşuma gidiyor yine de. Dikenli diye bizim oğlanlar da yaklaşamıyor hem.

3. En sevdiğin yemek / sebze / içecek?
Hmm, makarna, zeytinyağlı barbunya, sarma ve bezelye. Bir de pancara ve patatese bayılıyorum; birlikte fırına pek yakışıyorlar. İzmir'e gittiğimde pazardaki her türlü ota elim gider. Pazı ve kereviz de severim. Bir de denizbörülcesinin hastasıyım. (Düşündüm de, sevmediğim sebze yok. Annem pişirdiyse hepsini yerim, bamyaya da burun kıvırmam.) İçecek olarak ayran çok içerim (ve uyurum), yanındaki şeye göre kırmızı şarap ve yaş üzüm rakısını da pek severim. Ağır amca rakısı beni bozuyor. Ama bazı likörleri seviyorum, kurabiye yanına filan.

4. En sevdiğin yerli  / yabancı şarkı?
Oy, kazık kısma geldik. Bu aralar sık dinlediklerimden ikişer tane seçip dallanıp budaklandırmadan yazayım: Fleet Foxes'tan "Tiger Mountain Peasant Song" ve Fiona Apple'dan "Across the Universe". Fikret Kızılok'tan "Bu Kalp Seni Unutur mu?". Babamı kaybettikten sonra Erol Evgin'in "Aldım Başımı Gidiyor"u da çok dokunuyor içime.

5. En sevdiğin komedyen?
Bu ara hiç ummadığım şekilde Ahmet Kural'a gülüyorum ben. Neden bilmiyorum. Mimikleri filan hoşuma gidiyor. Ya şimdilerde sinirlerim bozuk ya da gerçekten iyi komedyen, bilemedim.

6. En sevdiğin kız / erkek ismi?
Ofiste aynı anda 5 hamile olduğu için bir sürü isim uçuşuyor ortalıkta. Ama benim oğlum olsa Can, Ali filan koyardım galiba adını. Babamın anısı için kızlık soyadımı da koyabilirim oğlum olursa... Erkekte Barış ve Deniz isimlerini de severim. Kız ismi olarak da Zeynep, Ada, Defne hoşuma gider. Daha modern isimler de var malum, Derin vs. Hoş ama çocuğu da zor durumda bırakmamak lazım sanki.

7. En sevdiğin kitap?
Bir kazık soru daha :) Yabancı yazarlardan Marquez'in çoğu kitabını severim seçmesi zor ama "Aşk ve Öbür Cinler" çok hoşuma gitmişti ilk okuduğumda. Türk yazarlardan da Sabahattin Ali ve Yusuf Atılgan'ın kitapları candır. İsim vermem lazımsa illa "Kürk Mantolu Madonna" derim ve hiç de tereddüt etmem.

8. En sevdiğin yerli / yabancı oyuncu?
Hımm... Daniel Day Lewis sandalyede otursa kendini izleten oyunculardan, severim. Yenilerden Ryan Gosling geldi aklıma. Kadınlardan da Cate Blanchett ve Eva Green. Eee, Türk oyunculardan Çetin Tekindor ve Binnur Kaya. (İkincisi için bkz. Vavien)

9. En sevdiğin yerli / yabancı film?
Yine seçmesi zor, ilk aklıma geleni yazayım da hak geçmesin. "Dream with the Fishes"ı çok sevmiştim ilk izlediğimde, hala da ara ara aklıma gelir bazı sahneleri. Yerlilerden "Dedemin İnsanları" pek dokunur içime.

10. En sevdiğin yerli / yabancı dizi?
"How I Met Your Mother"ın tekrarlarını bile izlerken buluyorum kendimi, "House"un da. Bir de "Six Feet Under" çok sevdiğim bir diziydi, bitmesine çok bozulmuştum. Yerli dizilerden "Seksenler"e bakıyorum arada, eskilere gidersem "Behzat Ç"yi seviyordum hakkaten.

11. En sevdiğin yerli / yabancı şehir?
Türkiye'de galiba her şeye rağmen İstanbul, hemen peşinden baba evi İzmir. Daha görmediğim bir sürü yer var gerçi. Yurtdışı olarak da sanırım Floransa, sadece orada kaybolmadım. Daha çok yer gezince bu fikrim değişebilir elbette. Şimdilik durum bu.

12. En sevdiğin gazete / gazeteci?
Eski çalıştığım gazete olduğu için Radikal demek isterdim ama ne yazık ki diyemiyorum. Gazete okumaktan pek hoşlanmıyorum çoğu zaman. Ekşi Sözlük, Twitter ve bazı alternatif sitelerden takip ediyorum haberleri. Pınar Öğünç, Mehveş Evin ve Mehmet Tez'in yazıları hoşuma gidiyor. Mutlaka onların yazılarını okurum.

13. En sevdiğin mevsim / gün / ay?
Galiba bahar seviyorum ben, hem ilk hem son olanını. Eylül'de doğduğum için aylardan Eylül'ü severim. Ama yaza da hayır demem; deniz kenarı, çakıltaşları, hafif bir rüzgar... Günlerden de  çarşamba ve cumartesi beni mutlu eder. Çarşamba umuttur, cumartesi neşe.

14. En sevdiğin kıyafet / kıyafet tamamlayıcısı / takı?
Çizgili kazakları çok seviyorum, bir de elbise ve etekleri.  Eskiden pek giymezdim, şimdi pek hoşuma gidiyor. Camgöbeği mini kadife eteği işe bile giyiyorum severek, hiç de gocunmuyorum. Kıyafet tamamlayıcısı olarak fularlar ve renkli bereler diyebilirim, severim. Çantam olmadan çıkmam. Takıları bazen her gün değiştiririm, bazen de (ki çoğunlukla) sevdiğim ve hatırası olan kolyeyle küpelerimi hiç çıkarmam. Alyansım, eşimin ilk hediyesi olan yüzük, babamın adı olan kolye ve annemin hediyesi gümüş bileklik hep üstümdedir. Kara kedili küpelerimi seviyorum bir de, Obi-Yoda'yı kulağımda taşırım.

15. En sevdiğin makyaj malzemesi / bakım ürünü?
Bu ara pek sürmesem de renkli oje. Morlu, mavili. Dudak parlatıcısı ve narlı el kremim. (El kremini Şirince'den almıştım, teyze yerel demişti ama üretim yeri İstanbul'muş ya la) Bu son ikisi, soğuktan çatlayıp kanayan dudak ve eller nedeniyle hayati öneme sahip. Yaptığım makyaj göz kalemi-rimel ikilisinden ibaret, tembel bi insanım ben. Bir de onları çıkarma derdi var akşamları, höf.

16. En sevdiğin çizgi karakter?
Slyvester ve Garfield galiba. Kuş ve fare varsa, kediyi tutarım nedense ben. Hep ezerler çocuğu, yazık.

17. En sevdiğin anı?
Bir sürü var elbette ama, babamı kaybettikten sonra onunla olanlar daha çok yer etti kalbimde. Ona yazdığım her notu, mektubu, kartı saklaması beni çok etkilemişti. Bir de ben küçükken Fethiye'deki evimizin bahçesinde, kanadı kırılmış bir kuş bulmuştuk babamla. Ona günlerce baktık beraber, besledik, kanadını tedavi ettik; iyileşince de saldık. Onu hiç unutamam. Bir de sokaktan bulduğum minik bi tekiri annemden gizli odamda besliyordum. Sırrımı babamla paylaştım bir gün. Hayvana akşam yemeğindeki köfteleri vermiş ama su vermeyi akıl edememiştim. Babam sorunca da "Yöö" dediğimi hatırlıyorum. Sonra babam su verdi çocukcağıza, neredeyse bi kova içti. Kurumuş zavallıcık!

18. En sevdiğin özelliğin?
Hmm... Yanaklarım kızardı yahu :) Bunu benim cevaplamam ne kadar doğru bilmiyorum ama bizim beyin hep söylediği şeylerden kopya çekeyim: Sevdiğim insanlara hediyeler  (satın alınan değil, elde yapılan şeyler; onlara özel hazırladığım dergi ya da kitap gibi) vermeyi, küçük notlar/mektuplar yazarak onları mutlu etmeyi severim. Sakladıklarını ve değer verdiklerini söylediklerinde  sevinirim :)

19. En sevdiğin his?
Çok susamışken içilen suyun o ilk yudumu şahanedir. Bir de çok sıkışmışken tuvalet bulduğun o an, paha biçilmezdir. Valla bunlar geldi aklıma. Hiç romantik değil evet. Bunun dışında Yoda'nın ben uyurken göbeğime kıvrılmasını da sayabilirim. Sıcak sıcak, gur gur...

20. En sevdiğin canlı?
Kedi, daha doğrusu kedigiller. Her türlüsünün hastasıyım. Hemen ardından da köpek.

Oh bitti galiba, oldu mu ki :)

O halde hemen mimleyeyim, saadet zinciri büyüsün. Saçaklı, Cerenmus, Leylak Dalı, Ginger Joy, Hayallerim, Delorean ve Sen, Mino, Uyuşuk Hayalperest bi el verin :)


17 Aralık 2013 Salı

Firar

Akşam akşam heyecan fırtınası esti evde. Saat 7'ye geliyordu eve geldiğimde. Bey benden önce gelmiş, kapıyı o açtı. Biraz muhabbet, birkaç telefon görüşmesi, yemek vs. Epeyce bi vakit geçti. Sonra apartmandan miyavlamalar geldiğini fark ettik. Herhalde yine o gri-beyaz kedi girdi dedik. Şaşkın ve komik bir sokak kedisi. Arada üşüyünce apartmana giriyor, biz de mama filan veriyoruz. Sıkılınca da çıkamıyor, bu sefer sokağa tekrar çıkmak için ağlıyor. Geçen akşam bizim dairenin paspasında yatıyordu. Bir tane de tasmalı siyah var, o da arada gelip konuk oluyor apartmanımıza.

Miyavlamaları duyunca kapıyı araladım, seslendim seslendim gelmedi. Bir şeyle uğraşıyordum, girdim içeri. Peşinden kapı çaldı, apartman görevlisi Selahattin Abi: "Sizin kedilerden eksik var mı?" O kadar eminiz ki, kapı hiç açılmadı arada; yoo dedik. Siyah bir kedi varmış üst katta, 1 saattir bağırıyormuş; abi de çıkaramıyormuş bir türlü, saldırıyormuş. Kesin o tasmalı arap minnak geldi, şimdi de çıkamıyor. Miyavlama mavlamaya döndü, feryat ediyor hayvancık. Yoda kulak kesildi, o da başladı. Mavlarken bi yandan da çıkmaya çalışıyor.


Selahattin abi de oğlu da acayip korkuyor kediden, bizim bey hayvancağızı taşımaya yardım edeyim diye çıktı. Hayvan korkmuş, n'olur n'olmaz diye fırın eldiveni verdim yanına. Biraz sonra zil çaldı, bu sefer bey: "Ya bi baksana tamam mı bizimkiler?" Haydaa, baktım biri eksik! Obi yok! Fırlamış dışarı ben girerken. 1.5 saattir dışarıda bağıran oymuş meğer! Adam sokak kedisi sanıp bizim Obi'yi dışarı kışkışlamaya çalışıyormuş. Apartman kapısından dışarı çıkarınca, bumerang gibi gerisin geri içeri kaçıyormuş siyah kedi; can havliyle asansöre doğru gidiyormuş. Birkaç kez bu böyle tekrarlanınca, Selahattin abi huylanmış ev kedisi olmasından. Sonra bizim bey de bi bakmış, bu kulaklar ve şabalak surat tanıdık! Çıkmasına yardım ettiğini sandığı kedi, Obi!

Neyse ki içeri kaçmaya çalışmış, sokağa da kaçabilirdi; Allahtan evcimen ve tırsak bir apartman çocuğu. Baktım, beyin kucağında süklüm püklüm geldi. Korkudan kuyruk filan kabarmış tabii, gözler fincan gibi. Gıkı çıkmıyor. Suratında "Ben bi halt ettim" bakışı... Hemen daldı salona, Yoda'nın yanına sığındı. Yoda anladı en başından belki de, biz uyanamadık. Yazık, kaçak Obi'nin ödü patlamış, aldım kucağıma, sevdim öptüm... Üst kattaki deliyle aramız zaten limoni, bi de daireyi şaşırmış; gitmiş onun kapısında feryat ediyor! Ya o alsaydı içeri? Ayy...

Obi: "Ödüm patladı, evet!"

Başından beri şiddetle takmayı reddettikleri tasmaları hemen çıkardım ortalığa. Obi olayın şokuyla gıkını çıkarmadan taktı. Ama Yoda saatlerdir çıldırmış gibi koşuyor evin içinde. Yorgun düştü koşmaktan şaşkın. Koştukça tasmadaki çan daha çok çalıyor, iyice deliriyor. Bir ara işbirliği yapıp birbirlerinkini çıkarmayı bile denediler ama olmadı. Ayh, yüreğim hopladı başta ama şu an pek eğleniyorum. Yok öyle bi daha çaktırmadan dışarı fırlamak, kalacak o tasmalar. Ben girerken fırlamış demek dışarı, fark etmemişiz. Dört dönüyorlar evin içinde, ne halı kaldı ne paspas. Neyse, alışırlar elbet... Çıngıl çıngıl, koyun sürüsü var sanki evin içinde.

Yoda: "N'olur çıkarın şunu, ühü!"

Alzheimer'lı sanat

2007'de 74 yaşında Alzheimer nedeniyle hayatını kaybeden ressam William Utermohlen'in Alzheimer'a yakalanmadan önce ve sonra çizdiği otoportreleri... Resimlerde hastalığın aşamaları açıkça belli. Gün be gün geri gidiyor Utermohlen.

Alzheimer, çok korktuğum hastalıklardan biri. İnsanın fiziksel ve psikolojik anlamda böyle gerilemesi feci bir şey. "Iris" filmini izleyenler hatırlayacaktır.

En alttaki videoda, ressamın eşi Patricia Utermohlen ile yapılmış bir röportaj da yer alıyor.


16 Aralık 2013 Pazartesi

Tütü Projesi

Bob Carey, eşi Linda meme kanseri olduktan sonra onu neşelendirmek için pembe bir tütü giyip kendisinin saçma ve gülünç fotoğraflarını çektirmeye başlamış. Sırf eşi birazcık gülümsesin diye. Karısı kemoterapiye girmeden önce, her seferinde farklı bir fotoğraf göndererek ona moral vermeye çalışmış.

Kanser hastaları için moral çok önemli ve bu adam, karısı için bunu başarmış. Arkadaş çevresinden o kadar büyük destek görmüş ki, Tütü Projesi adını verdiği çekimleri devam ettirmiş. Fotoğraflar öyle hoşuma gitti ki, çok güldüm. Tamam, birazcık ağlamış da olabilirim. Fotoğrafların hemen altındaki videoda da bunu nasıl yaptığını, ne hallere girdiğini ve karısının neler söylediğini izleyebilirsiniz.

"Buradayım, çünkü insanları mutlu etmek istiyorum" Hakkaten şahane fikir, sevdim.

Siteleri için tık




Gıcık pazartesi

Öyle bir pazartesi ki, kendimi alttaki resimdeki gibi hissediyorum. Ama eşeğin mi yoksa kardanadamın mı yerindeyim, onu daha tam kestiremedim. Burnu kaptırdım, o kesin. Ama bir eşeklik de söz konusu sanki hafiften...

Kaynak: Haysev
Şahane (!) bir hafta olacağı belliydi ama, bu kadar da insafsızlık olmaz ki... Dörtken tek editöre düştük. Şöyle ki; biri çıkarıldı, biri ayrıldı, biri yurtdışı tatiline gitti. Kalanı da (bu durumda ben oluyorum) "Huni bana huni bana!" dedi.

Ayrıca öğle yemeği saatine konan ve saat 4'e kadar süren, bitmeyen toplantılardan da nefret ediyorum. Yöneticiler tercih ediyor olabilir ama serumla beslenme, sevdiğim bir yeme türü değil. Bu şekilde çalışılmaz, insaf!

Neyse, sayısalla piyangoya devam edeyim ben, böyle olmayacak bu. Eve gidebilirsem eğer, pazar gazetelerinin kalan eklerini okurum belki. Merak ettim, Ayşe Arman herrr yeni kitabı çıktığında Elif Şafak'la sayfalarrrca röportaj yapmaktan bıkmadı mı? Hayır, ben bıktım ve okumadan geçiyorum; gına geldi. Ayh! Merak eden varsa, röportajın linki şurada. Başlığı bile iç kıyıcı. Her kitap için ayrı imaj saçmalığına hiç girmeyeyim, son beyin hücrelerim lazım daha bana; zira ofiste akşam uzun.