30 Eylül 2011 Cuma

Yağmur, Adele ve Paris

Sabah deli yağan yağmurla uyandım. Oğlanlarla beyi camdan uğurladıktan sonra istemeye istemeye işe gitmek üzere çıktım. Yağmurluk, şemsiye, kulakta The Veils... Metrobüse ulaştığımda, paçalarım sırılsıklam olmuştu bile. Metrobüs çıkışında bir taksiye, gasp etmek usulüyle bindim. Adam tam başka bir yolcuyu indirip hareket etmişti ki, hoplayıverdim arabaya. Şaşırdı.

Gideceğim yöne değil de, başka yere gittiğini söyledi ama zerre umursamadım, zira yağmur fena bastırmıştı. Bir süre kapı kapanmadı, şemsiyem dışarıda gittim, adam taksimetreyi açmadı filan ama yılmadım. Ofise vardığımda şemsiyeye rağmen sıçana dönmüştüm zaten. Ofisteki kokoş kızların çekmecesi ilk kez işe yaradı, saç kurutma makinesi çıktı bir yerden, paçalara tuttum sıcak sıcak, oh. Bir arkadaşa da ayının biri arabayla geçerken su sıçratmış, söylene söylene geldi o da. Arabaya kıçını koyan, dışarıdakinin halinden anlamıyor. Cık, ayıp.

Tam bu havaya uygun bir şarkı gelsin madem. Hafifmuzik.org sunmuş, ben de müsaadenizlen aparttım. (Siyah beyaz olunca, duble hüzünlü olmuş ama yani.)

29 Eylül 2011 Perşembe

Ye, gez, kam al dünyadan

Akşamları Nat Geo Adventure’daki yemek blogger’ları ile yemek gezginlerinin programlarını ağzımızın suyu akarak izlemekteyiz kocaylan. “Dünya Mutfakları” idi sanırsam adı. Bir tane de “Damak Tadı” olan var. Geçenlerde Meksikalı teyzelerin binlerce yıllık tarifleri uygulayıp biber ve çikolata içeren bir içeceği saatlerce uğraşıp hazırlayışını hipnotize olmuş gibi izledik.

Yemek ve seyahat, nefis şekilde kesişiyor. Dream team. İnsan kıskanıyor haliyle. Dün akşam Fas’taydı bizim Fransız adam (Fred Chesneau). Çok sempatik, becerikli biri kendisi. Herkese kendini sevdirmeyi de beceriyor. Çocuklara bisküvili, çikolatalı tartlar yapıyor, onları da işin içine katıp eğlendiriyor. Hindistan’daki düğün mutfağında bazı sakarlıklar yapsa da, Fas’ta gayet başarılıydı. Kadınlar dinlensin diye attı kendini mutfağa. Teyzeler pek mutlu oldu.


Fred balıkları hazırlarken

Bakınız sevimli insan Fred
Nefis Tajin’ler pişirdi, şahane soslara buladığı balıkları birbirine kürdanla tutturdu…


Fas mutfağının simgesi tajin, bildiğin güveç

Yetmedi, kiraladığı Defender ile çölleri aştı filan. Çöldeki göçebelere takıldı sonra. Çölde mutlu mesut yaşıyor adamlar, suları bittikçe de 5 saat mesafedeki kuyuya gidiyorlar. Onun dışında “Hava temiz, yıldızlar nefis” diyorlar. Kabiledeki bilge amca şöyle söyledi Fred’e, kent mahkumları olarak tezahüratlarla hak verdik: “Senin saate ihtiyacın olabilir, benim zamanım bol.” Aldın mı cevabını? 

Bu arada, çok sevdiğimiz Nostoni'nin kapanmasına da pek gıcık olduk. Nefis Karadeniz yemekleri yapan çok hoş bir yerdi, Caddebostan'daydı, Vedat Milor bile beğenmişti... Birkaç kez gitmiş, çok beğenmiştik. Dün akşam da kaygana, hamsi tava, karalahana çorbası ve hamsili ekmek hayaliyle gittik, kapanmış! Kendimizi Ramiz Köfte'ye attık, zira açlıktan gözüm dönüyordu. Oranın da irmik helvası pek şahaneydi. Ehm. Acıktım.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Ikea ve hayatın gerçekleri

İşe başlamış olmak, “Sen tatilden geldin, dinlenmişsindir!” nidalarıyla emilmek istenen enerjini korumaya çalışmak pek eğlenceli olmadı. Kaş’a ışınlanmak istiyorum yer yer. Gözlerimi kapatıyorum, hop, Limanağzı’nın ılık sularında kulaç atıyorum. Güneş gözüme giriyor, suda sırtüstü yatınca denizin sesinden başka bir şey duyulmuyor… (Seneye rotayı Meis’e doğru genişletmeli.) Sonra gözümü açıyorum, hop, ofisteyim :(

Ehm, neyse, geldik işte tükkana. Çalışıyoruz. Hayat böyle bir şey. Çalışmak gerekiyor filan. Güz aktivitelerinden Lamb konseri bizim beye bayık ve elektronik geldiğinden, arkadaşlarımızın ön grup olacağı Dredg konserinde karar kıldık. Maslak Venue’ye ne zamandır gitmemiştim. Eğlenceli Manu Chao'yu izlemiştim bir zamanlar orada. Hey gidi.



Halimiz olursa Tasarım Haftası’na da bir bakasımız var. Lakin hafta sonu İstanbul'da şiddetli yağış bekleniyormuş, evde DVD izlemek de hoş olabilir. Yeni evlilerin en çok gezdiği yerin Ikea ve Bauhaus olduğunu arkadaşlarımızdan müşahede etmiştik gerçi. Kendimiz de onayladık.

Seviyorum ben ama Ikea'yı dolanmayı. Oradaki gibi durmasa da evde, sorun değil. İnsana kendini iyi hissettiriyor. Dolanmak, hayal kurmak, sırıtmak... Pazar günleri çok kalabalık ve itiş kakış olduğundan, tercih sebebi değil. Yurdum insanı İsveç köftesi yemese, bilmemne şurubu içmese ölecekmiş meğer. 500 Days of Summer'daki Ikea sahnesiyle bitireyim bari yazıyı.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Loutallica

Lou Reed ve Metallica flörtünün ilk meyvesi internete düşmüş. Bence güzel olmuş, hoşuma gitti. Lulu'nun devamı, merakımızı cezbetti hemen.

Mehmet Tez'in deyimiyle Loutallica'dan geliyor, The View:

Güz ve bilimum sanat aktiviteleri

Sonbaharda doğduğum halde, güzü pek sevmezdim. Ama artık ısınıyorum kendisine galiba,  eğlenceli şeyler  de olmuyor değil hani. Nedir mesela? Filmekimi başlıyor. Başka? İstanbul Tasarım Haftası. Eski Galata Köprüsü’nde. E bir de Bienal’di, konserlerdi, kıldı yündü.... Pek de züğürt tesellisi sayılmaz hani. Soğuyan havanın, artan trafiğin, kısalan günlerin bir karşılığı olmalı değil mi?   
 
Konserler içinde ilgi çekenler İKSV Salon’daki Lamb ve Brett Anderson, bir de Maslak Venue Refresh’teki Dredg... Ne yazık ki Akbank Caz Festivali kapsamındaki Zaz konserinin biletleri, 1-2 gün içinde bitmiş. Hep bu öncelikli satış avantajına sahip Lale Kart’lılar yüzünden (kıskanıyorum kendilerini). Gerçi Zaz, memleketi Fransa’dan daha popüler burada.    
Filmekimi’nde de “Yeni Başlangıçlar”, “A Dangerous Mind”, “Ruh Eşim” fena görünmüyor. Gerisi de incelemeye değer. O halde güz hoş gelsin, sefa gelsin… 
 
Ama sabahları enerji emen trafiğe, zırva insanlara bir çare bulmalı. Hele ilk durakta metrobüsün ön kapısına kene gibi yapışıp milletin binmesini engelleyenlere deli oluyorum. Sanırsın ta Adana’ya gidecek, kıçını bi koltuğa yapıştırmazsa ölecek! Bu sabah birinden geçmek için izin istedim, çekilmeyince de koşarak ön kapıdan bindim. Çarptığım şapşal da kenara savruldu. Şöyle bir diyalog geçti aramızda:
Şapşal: Yuh!
Ben: Kapıya kene gibi yapışmazsın bi daha
Ş: Hayret bi şeeey!
B: Hadi bakiim
Ayağımın altına yapışması bir yana, metrobüsün altında ezilecek salak. Sabahları uyku açmak için süper yöntem. Metrobüs güreşi. Tırnaklar dışarı çıkıyor. Ama ben ipod’u takıp kulağa, umursamamayı tercih ediyorum.

25 Eylül 2011 Pazar

Biten pazar, dağılan R.E.M. filan

Bir hafta sonunu daha bitirmenin üzüntüsünü yaşıyorum sayın seyirciler. Kocamın başı ağrıyor, yemek yiyip ağrı kesici içtikten sonra uyumaya gitti. İlaç etkisini gösterir umarım, hali içimi burktu. Yoda da TV koltuğunu sahiplendiydi ne zamandır, orada uslu uslu uyuyor. Obi ise kablo kemirip koluma yatmaya çalıştıktan sonra, kocamın yokluğunu hissettirmemek için epeyce uğraştı, sarıldı etti ama yok, o da uykuya çekildi. Ben de Emmy ödül törenini izledim. Charlie Sheen'in "Two and a Half Men"den şutlandıktan sonra komedi dalındaki erkek oyuncu adaylarını sunması manalı olmuş. Ama centilmence davranarak 8 yıl geçirdiği ekip arkadaşlarına teşekkür etmesi ve yine ödül almalarını dilemesi, hoştu.

Dün bir koşturmacayla geçti. Nikah fotoğraflarının kalanını almak üzere nikah dairesine uğradık. Yüzlerce fotonun içinden küçük bir kısım seçmeye çalışmaktan sıkılıp hepsini aldık, sonra da kahvaltıya gittik. Akabinde küçük beylerin veteriner ziyareti, Kadıköy'ün cumartesi rutinine dönüşen miting ve yolların kapatılması yüzünden eziyete dönüştü. Giderken epeyce mızırdanmışlardı yolda, miv mav kanon yaparak. Dönüşte aşıdan herhalde, gıkları çıkmadı. 

Akşam ise nikah videosunu izleyip halimize güldükten ve nikah memuresine yine sinir olduktan sonra Maria'nın Bahçesi'nde arkadaşlarla "geç olsun güç olmasın nikah ve doğum günü kutlaması" yaptık. Güzel mekan, hoş  yemekler, leziz muhabbet. Eğlendik.

Bugünkü hedefimiz ise favorilerimiz arasına giren Decathlon mağazasıydı. Sporla ilgili envai çeşit malzemeyi (çadırdan mayoya, zıpkından polara her şey) çok ucuza alabileceğiniz bir yer. Kamp için 3-4 polar, kocaya dağcı botu, bana sağlam bir mont alıp, tümüne normalde sadece bota vereceğimiz parayı ödeyip çıktık. Adrenalin'ciler kusura bakmasın ama 500 TL'lik bot 300'e satılabiliyorsa, bundan sonra adresimiz Decathlon'dur.

Sinema TV'de bir film var, adı "Renklerin Hikayesi"ymiş, tüm oyuncular siyahi. Cosby Ailesi'nde anneyi oynayan kadın, Janet Jackson, Thandie Newton, Whopi Goldberg filan var. 20-30 dakikadır izliyorum, bu süre içerisinde karısının arkadaşına tecavüz eden bir adam (sonra bu herif başka bir kadına tecavüz etti, kadın da onu bıçakladı, önceki kurban kadın ise morgda ölü tecavüzcüyü tokatladı, oha) sevgilisiyle kavga edip çocuklarını camdan sarkıtan ve sonra da onları 5. kattan aşağı atan başka bir adam gördüm; sinirim bozuldu. Öldürülen küçük çocukların annesi ise günler sonra kaldırımdan çocuklarının kanını silmeye çalışıyor şimdi, of Allahım.

R.E.M. dağılmış. Şaşırdım. Mehmet Tez'in Milliyet Cumartesi'nde yazdığı gibi, insan hem üzülüyor hem seviniyor. Yılların grubu, severiz ederiz. Ama  albümlerini almaya devam ediyor muyuz? Hayır. Eskisi kadar iyi değillerdi, evet. Karar vermeleri lazımdı: Tamam mı devam mı? Tamam demişler.

Mehmet Tez'in yazısının tamamı için tıklayınız. 

U2 gibi para basma derdine düşmeyip efendice bırakmaları güzel bir şey. Tez'in dediği gibi bazı grupları neden sevdiğimizi bilmiyoruz. Alışkanlık? Anılar? Hepsi? Eskiden sevdiğimiz grupları sevmiyoruz artık. Yorulduk, yavaşladık; üşengeçleştik, erken yatıp kalkar olduk. Aynı grupları beğenmiyoruz, onlar gibi biz de değişiyoruz çünkü. Düşerek unutulmaktansa, tadında bırakabilmek önemli. R.E.M. bunu seçti. O halde onlardan gelsin: Everybody hurts.

Obi de yer yokmuş gibi Yoda'nın yanına kıvrıldı. Kara oğlanlarım benim, iyi ki almışız sizi yahu. Seviyorum bıyığınızdan kuyruğunuza kadar. E ben de yatayım yavaştan... Beylerin hepsi uykuda, katılayım onlara.


23 Eylül 2011 Cuma

Kedili güz

Eh, güz geldi galiba. (Gerçi bugün güneşli) Hava, artık akşamları omuzlardan ısırmaya başladı. Yağmur desen, yağdı sonra vazgeçti. Ama devamı bulutta asılı. Evde oturup film izleme, sütlü kahve-kurabiye ikilisine gömülme vakti gelmiş. Dün ilk misafirleri ağırladık evde. Çay misafirleri...

Onlar gelene kadar, müdürümün gizlice masama bıraktığı nazik hediyesi “Natiaonal Geographic Kedi Portreleri” kitabına bakıp eğlendik epeyce. Nefis kedi fotoğrafları ve hikayeleri… O sırada oğlanlar da “Neye gülüyor la bunlar?” diye tepemize geldi, ikisi kuyruklu dört bünye dikkatlice baktık dünyanın dört bir yanında çekilmiş kedi fotoğraflarına. Kitabın DVD’si de var, ama henüz ona bakamadık. Kapaktaki nefis yavrunun balerinin bacaklarına hayretle bakışı ise harika. 
Beni en çok, dişi goril Koko’nun “Canlı kedi isterim ben, getirin çabuk, sevicem” isteğini anlatan fotoğraf güldürdü. İnsanlarla iletişim kurabilen Koko, bir kedi istediğini elleriyle kendine bıyık işareti yaparak belirtmiş ve "Amaan oyalansın çocuk" diye eline oyuncak kedi verilince de küsmüş. Vermişler buna bir yavru kedi, sonra da kucağında severken nefis bir fotoğrafını çekmişler. Leonardo Da Vinci haklı: “En küçük kedi bile bir başyapıttır.”


21 Eylül 2011 Çarşamba

Eylül patlaması


Ofis meseleleri her zamanki gibi... “Yeni gelin” esprilerine maruz kalmak dışında pek bir değişiklik yok. İşler yine yoğun, herkes yine delirmiş filan. Ya, var aslında. Kısa bir süre öncesine kadar ofisteki hamile sayısı 3’tü. İkisi doğurdu rahatladı, kaldı bir. Sürekli bir hastane ziyaretleri, ortalıkta dolanan bebek şekerleri…
Bir de yeni bir hamile haberi duyduk, ki o bomba oldu. Çünkü hala çok gizli ve sürpriz bir haber bu. Zira bir süre önce aynı arkadaşın doktorayı kazandığı haberini almıştık yine gizlice (Allahım her şey top secret, kedi bokunu örter misali gizli), şimdi kendisi bu sürpriz hamilelikle şaşkın ve (yine) biri hamile olan iki kadın yöneticiye bunu nasıl söyleyeceğini düşünüyor! Zira işler çok yoğun ve kendisi de bunu şirkete yapılmış bir saldırı gibi düşünüp tırsmaya başladı. Hepsinin göbeği birbirine çarpıyor yahu! Evli bir kadın, sözleşmesinde “Şu kadar yıl doğurmayacağıma, şerefim ve rahmim üstüne yemin ederim” demediğine göre, kim ne karışır efendim! Hem doktora, hem doktora! Akademik ve domestik kariyer bir arada. 
Bu resmi koydum ama bereketi pek anlatmadı sanırım, neyse.
Bu doğum telaşlarından önce de iki nikahın telaşı sarmıştı ofisi. Hem de aynı gündü bu nikahlar, üstelik de aynı nikah dairesinde! Biri bizimki, 3 saat öncesinde de bir başka arkadaşınki. Onun dışında Eylül ayındaki 7-8 doğum günü de cabası, ofiste bir kutlama curcunası! Ne bereketli aymış şu Eylül! Evlenen, doğan, doğuran! Benimkiler dahil, soğuk Aralık günlerinde kimsenin annesi babası (ve aslında kendisi de) boş durmamış demek. (Ehm, bu cümleyi kurmasam olmazdı ama yani.)
Kadınlarla dolu işyerlerinde de böyle şeyler oluyor işte. Di mi efendim? Cık cık… Yöneticiler de kadınken ve onlardan biri de hamileyken, bu arkadaşın hamile olduğunu söylemekten kaçınması gereksiz. (Hamile olmayan yönetici ile editörlere ise ekstra iş patlayacağından, biz korkabiliriz sanırım.) 
Çocuk kariyer planına göre mi yapılmalı mirim? Ama plansız olmuş, kız n'apsın şimdi? Karar versin: Ya kariyer ya ikinci çocuk! Uuu, her köşe başında fıs fıs dönen dedikodulardan biri bu. Ya diğerleri? Bilmem. Umurumda da değil. Bana söylenmedikçe öğrenmeye kasmıyorum zira. Ne ka dedikodu, o ka baş ağrısı.

20 Eylül 2011 Salı

Just married :)



Evet, tatlı telaş bitti... Şimdi suratımızda sırıtan bir sakinlik ve tatilin tenimizde kalan rehaveti var. İşe gelince ilk lafımız "Neden geldik İstanbul'a?" olacak nasılsa, günü güzel geçirmeye devam etmeli. Güneş, deniz, nefis manzaralar ve bolca huzur birikti tatilde. Birkaç da çakıltaşı... Birbirimize bakıp sırıtarak "Aa, evlendik di mi biz?" dedik arada. Adı balayı ama aslında bal haftası yahu! Kısa geliyor insana. Ama evimizi ve kedilerimizi de özlemiştik.

Evlendik. Mutlu muyuz? Evet. Sevdiğin, hayatı geçirmek istediğin biriyle evleniyorsan, güzel bir şey bu. Davetiyeydi, nikah şekeriydi, şarkıydı, fotoğraftı derken nikah vakti geldi çattı. Sanırım içimize sindi hepsi. Aman aman bir aksilik yaşanmadı. Sakindik, mutluyduk. Sevdiklerimizin çoğu yanımızdaydı. Ailelerimiz, arkadaşlarımız, dostlarımız, akrabalarımız... İnsan o telaşede fark edemiyor gerçi kim vardı ya da yoktu. Fotoğraflar anlatıyor.

Yine de bünye heyecanlanıyormuş. Nikah dairesindeki görevli adam "Şurdan gireceksiniz, şöyle oturacaksınız" diye anlatsa da, n'apacağını şaşıracakmış gibi geliyor insana. Onun dışında neredeyse herrrkes ama herkes de bahşiş istiyormuş! Aksiyon filmlerindeki gibi arabanın üstüne yapışan çocuklar ise vakayı adiye'denmiş meğer. Neyse, dakikaları sayarken nikah masasına çıkan asansörün kapısı açıldı, evet, herkes bize bakıyor! Ehm oturalım, gülümseyelim, kendini espri yapmak zorunda hisseden memurenin sorularına doğru cevaplar verelim...

Dostumu dinledim, nikah memuresi ısrarla "E ayağına bassaydınız!" dediğinde "Biz birbirimizin ayağına basmayı değil, elini tutmayı tercih ediyoruz" deyip gülümsedim. Nikah cüzdanını da ikimiz aldık. Ne gerek var illa bir tarafı öne çıkarmaya? Yapmacık hallere? Hele o gelini alnından öpmeler, hele hele geline el öptüren damatlar, Kutsi ve Ebru Gündeş eşliğinde ilan-ı aşk etmeler filan, amanın!

Eee, peki değişen ne oldu? Başımız göğe mi erdi? Aslında pek bir şey değişmedi. Gelinlik, damatlık giydik, herkesin önünde söz verip "Evet" dedik filan... Başka? Koca bir bordo cüzdanımız, benimse iki soyadım oldu. Yüzük sağdan sola geçti, aileler kaynaştı, akrabalar tanıştı. "Kuzuum" hitabı yerine araya "Kocacuum, karucuum" serpiştirildi, o kadar :) 


Nikah, aile yemeği ve renkli bir düğün pastasından sonra Kaş'a doğru yola çıktık. Oradakilerin "Ne kadar oldu evleneli?" sorularına, kikirdeyerek "Ee, şu kadar günlük evliyiz" demek eğlenceliydi :) Kaş'a ise bir kez daha bayıldım; muhteşem denizine, nefis koylarına, çakıltaşlarına, kedilerine... Çok sevdik, yine gidecek biz :) 

Tavsiye ederiz! Aşık olun, evlenin, Kaş'a gidin.

8 Eylül 2011 Perşembe

Kalbinin sesini dinlemek


"Çok kısa bir süre sonra, prenses elbisesi giyeceksin; prensin yanına oturacaksın.
'Ayağına bas' diye seslenecekler her ikinize de.
İkiniz de sakın basmayın, olur mu? 
Birbirinizin elini tutun bunun yerine. 
Hayat, beraber yürüyen insanların, zaman zaman birbirinin ayaklarına bastığı bir yol zaten. 
Birbirinizin elini tutarsanız, düşmezsiniz.
Senden güzel bir kızın, 
Prensinden yakışıklı bir oğlun olsun. 
Hepsinden önemlisi, mutlu, huzurlu bir hayatın olsun."
 
Bir dosttan...
    

5 Eylül 2011 Pazartesi

Geçer mi, geçer

"Bu hafta nasıl geçer?" diyenlere, sevdiğim bir şarkı gelsin. Sevdiğim bir film, Garden State soundtrack'inden "New Slang". The Shins seslendiriyor efenim...

3 Eylül 2011 Cumartesi

Laf aramızda tatil bitti

İki haftalık tatil yarın bitiyor. Yani yarın akşam bitiyor. Nasıl biter yav, anlamadım ki ben nasıl geçtiğini... İtirazım var. Akabinde isyanım da... 

Pazartesi nasıl işe gideceğim, gün nasıl bitecek; hiçbir fikrim yok. Neyse ki 4 günlük mesai, he he. Annemle babam geldi, yeni evimizde ağırladık kendilerini. Balkonu da akşam yemeği kullanımına açtık. Onlar gelince dank etti, evleniyorduk di mi biz, pek acayip geldi bir an. Ev yerleştirme işine dalınca asıl mevzuyu unuttuk mu yoksa? Çubuklu pijamamın düğmelerini kemiren Obi, kendine getirdi bünyeyi. Gidip bir gülllaç yiyeyim de şişeyim... Anne güllacı kutsaldır, yenmelidir.  Ta İzmir'den geldi be. Öh, öğlen epey dolansak da gebeş cumartesi gecesi...

2 Eylül 2011 Cuma

Adele ve JayMay

Adele nasıl biridir bilmem, karşılıklı otursak nelerden bahsederdik; onu da bilmiyorum. Ama sesindeki kırılganlıkla hüzün içimi buruyor ve şarkılarını seviyorum. Sevgili içeride HappyThankYouMorePlease soundtrack indirirken, ben Adele'e daldım.

Kendisiyle beni tanıştıran arkadaşımın acısını da buradan paylaşıyorum. Kedisini kaybedişi, Şubatta bizi darmadağın eden güzel hanımefendiyi anımsattı, içim cız etti yine. Koltuğun tepesinden omzumu dürten Yoda da hislerimi  paylaşıyor sanırım. Hisli Arap...

Ne diyordum... Neyse, ben bir şey demeyeyim, içim bir tuhaf oldu; Adele desin. 




Araya bir de JayMay sıkıştırayım...



Palamut-rakı-Kristal Gün

Bir evi benimsemek için orada keyfin alasını yapmak lazım. Kim demiş? Ben dedim. 


Dün bir arkadaşımızla Kabataş'ta buluştuk. Kahve-sufle, epeyce muhabbetten sonra Karaköy'e yürüdük konuşa konuşa, av yasağı bitince şenlenen balıkçı tezgahlarına baktık. Hop, palamutları attık torbamıza. Yanına da marulla roka. Bindik vapura, Kadıköy'e bir geldik ki ortalık Kristal Gece'ye dönmüş. Bütün otobüs duraklarının camları inmiş, her yer kırık cam. Dünya Barış Günü'nü pek güzel kutlamışlar yani, anlamak mümkün değil...


Neyse, mahallemize geldik. Bakkalımızdan da yeşil bi 35'likle yeşil zeytin aldık. Taşınma aşamasında temizlik malzemesi ve içecek almaya başlayarak kaynaştığımız bakkal gülümseyerek "Ev hediyemiz olsun" deyip, güzelinden bir çift de rakı bardağı hediye etmez mi! Uu, değmeyin keyfimize!


Attım arkadaşları ızgaraya, koydum göbeklerine defne yapraklarını... Kırmızı soğanla domates bir tabakta zeytinyağıyla muhabbet ederken, yan kayıkta marullar, komşusu roka ile kaynatırken tokuşturduk kadehleri. Yanında da Türk Sanat Müziği. Dedik, en kötü günümüz böyle olsun. Bayram bitmiş kime ne, bizimkisi yeni başlıyor :)

1 Eylül 2011 Perşembe

Tatlı ye-film izle-yay

Günler kaldı sayın seyirciler, geri sayım başladı :) Heyecan var mı, ee hem tatlı bir heyecan hem de tuhaf bir rahatlık var bünyede; çözemedim henüz. Mutluyum lakin.


"Evi yerleştirmeye devam et,  bayram ziyareti yapıp tatlı hüplet ama arada film de izle" düsturunu benimsedik efenim bu bayram. "The Darjeeling Limited", tavsiye üzerine hallendiğimiz bir eser oldu. Her şeyden önce renklerini sevdim. Sarı ve mavi bir film bu. En sevdiğim mavi ve turkuaz tonlarıyla bezenmiş. Trende ve Hindistan'da geçiyor. Birbirinden kopuk üç tırlak kardeşin, ekibi yeniden topluyoruz hesabı çıktıkları manevi yolculuğu anlatıyor. Baba ölmüş, anne ıssızlığa kaçmış. Hayatla hesaplaşmak, aramak ama azıcık bulmak, ucundan aydınlanmak üzerine bir film... İzledik, sevdik. Sevmeyen olursa da sorumluluk kabul etmem.



İkinci filmimiz de "HappyThankYouMorePlease". "How I Met Your Mother"ın Ted Mosby'si Josh Radnor yazmış, yönetmiş, oynamış. İyi de yapmış. İlk filmin renklerine, bunun da müziklerine bayıldım. Böyle "Garden State" tadında, güzel, yumuşak, gülümseten ve iyi hissettiren bir film. Arkadaşlık, ilişkiler filan ana eksende. Bir de New York tabii.



Adamımız genç bir yazar, kısa öyküler yazıyor. New York'ta yaşayan 20'lerinin sonundaki bu elemanla arkadaşlarının hayatına sokuyoruz burnumuzu. Filmde hep yanlış adamlara aşık olduğunu düşünen kadınlar, aşık çiftler ve süper resim yapan bir oğlan çocuğu da var. Özetle diyor ki, "Birilerinin seni sevmesine izin ver. Bak valla, buna değiyor ha!"

İzleyin, seversiniz. Sevmezseniz de, siz bilirsiniz. Şimdilik bu kadar hasbıhal yeter, ben sevgilimle kendime kahvaltı hazırlamaya gidiyorum :)