17 Mart 2015 Salı

Aynebilim, Vicdan, Defne'li günler

Cemrelerin sonuncusu da 6 Mart'ta düştü toprağa, artık basbayağı gelebilir bahar! Di mi? Annem kontrolleri için İzmir'e gitmişti, Defne'yle 12 gün boyunca yalnızdık. Bir imtihanla karşı karşıyaymışım gibi hissettim. Kızın 3. ay sendromu, anane özlemi, yardımcı ablanın belirsiz bir süreliğine memlekete gitmesi; kızın ağlaması, uyumaması, benim sabrımı zorlamam derken... çıldırmaya az kalmıştı. 

Neyse ki anane geldi, mesuduz cümleten :)

Hafta sonu eklerini anca okuyabildim. Geçen haftalardan birinin Milliyet Pazar'ında güzel bir röportaj vardı, belki görmüşsünüzdür. Grafik tasarımcı olan ve insanlara bir şeyler verebilmek için Kamboçya'da aşevi açan biriyle ilgiliydi. Cesur bir kadın, adını vermiyor, fotoğrafının yayınlanmasını istemiyor. Aynebilim diyelim kısaca kendisine. Zaten bir sürü yerde mahlası da o :) Yaptıklarını okumak iyi geldi bana. Bu dünya bunca kötülüğe hala niye batmıyor sorusunun cevabı gibi varlığı. Kitabı da varmış, 'Karın Tokluğuna Aşk'. Merak ettim, bulursam alayım. Sevgililerine yaptığı yemeklerin tarifleri, adamların hikayeleri. Hoşmuş :)

Büyükada'da denize yakın evi, şahane bir kedisi, gezmeli tozmalı bir hayatı varmış ama o bir yazı okuyup Kamboçya'ya gitmeye ve orada bir aşevi açmaya karar vermiş. Geçici bir süreliğine gezmeye de değil, yerleşmeye gitmiş. Macera peşinde değil yani, dediği gibi hayatını bir kenara bırakıp gitmiş oralara.

Kararında, o gün kedilerine aldığı mamaların parasından daha azıyla Kamboçya'daki insanların bir değil beş ay geçindiğini öğrenmesi de etkili olmuş. Çoğumuzun yaptığı gibi UNICEF kartpostallarını yollamak, LÖSEV'e bağış yapmaktan fazlasını yapmak istemiş. Röportajdaki en hoşuma giden cevaplarından biri de, 'Kesin arkasında bir şey vardır' diyenlere arkasında ne olduğuna dair verdiği cevap: 'Popom' :) Hayali, çok para kazanıp ihtiyacı olanlara yemek pişirmekmiş. İnsanın inanası gelmiyor ama böyle insanlar var ve iyi ki varlar. Mutluluk sebebi varlıkları.



Aynebilim'in ya da kısaca Ayn'ın planları arasında aşevinin bahçesine bir kelebek parkı açmak ve uçurtmalı fotoğrafına dayanamadığı, 11 Mart'ta öldürülüşünün birinci yılında anılan Berkin'in anısına, 7-8 Mart Berkin Elvan Uçurtma Günleri düzenleyip çocuklarla uçurtma uçurmak da varmış. Umarım yapmıştır.



Ona yardım etmek için bizim de yapabileceğimiz bir şey var, sitesi olan aynsoupkitchen'a yani şuracığa tıklayıp bağış yapmak. Çorbada bizim de tuzumuz olsun. Belki o bağışlarla aşevinin bulunduğu köye bir banyo ve tuvalet yaptırabilir. İster yemek ısmarla, ister çikolata. İstersen köydeki çocukların resimlerinden oluşan kartpostalları alıp yolla. Web sitesinde, yaptıklarını da ayrıntılarıyla anlatıyor. 11 maddede neden Kamboçya'ya gittiğini mesela. Blogunu da ordan okuyabilirsiniz. Röportajın tümü ise şurada.

Defne'yle baharı beklerken, arada çıkması için gün saydığımız bir kitabın imza gününe gittik. İlban Ertem'in  illüstrasyonlarıyla çizgi romana dönüşen 'Puslu Kıtalar Atlası'nın imza günü vardı cumartesi. Kadıköy'deki çizgi roman dükkanı Büyülü Dükkan, tıklım tıklımdı. Sıra zor ilerliyordu, sağolsun 'Bi arkadaşa bakıp çıkacaktım' deyip sıradaki kankalarına eklenenler ve 10-15 kitap imzalatanlar sayesinde. Neyse ki bayılmadan imzalatabildik. Ustanın seveni, bekleyeni çok. Güler yüzüne, çizimlerine, o güzel sesine hastayız :)



İlban Ertem'in Gırgır'daki çizimlerini bilmiyordum ama yarattığı karakterlerden Vicdan'ı çok sevmiştim. Kedisever bir sürü arkadaşıma da hediye ettiğim Vicdan'ı, Defne adına imzaladı usta. 'Büyüyünce okursun' notuyla :) Kızımın ilk imzalı kitabı Vicdan oldu...



Bizim için de Puslu Kıtalar Atlası'nı imzaladı İlban Ertem, çizimler muhteşem; bir romanı olduğu gibi resimlemek hele, zor iş. İyi ki dönmüş illüstrasyona. Tamamlaması 5 yıl sürmüş, defalarca okuyup da pek sevdiği bu romanı çizgi romana çevirmeyi o teklif etmiş İhsan Oktay Anar'a. Pek de iyi etmiş :) Almadıysanız tavsiye ederim, İletişim'den çıktı; editörü de Levent Cantek.

Başka neler oluyor hayatta? Günden güne büyüyen Defne köftesi her gün bir şey keşfediyor, her gün başkalaşıp şaşırtıyor. Bir insanı adım adım keşfetmek böyle bir şey demek ki.  Dün akşam ilk kez çıngırağı eline aldı, pek hoşuna gitti çıkardığı sesler. Saatlerce çaldı çaldı, o kadar ki Obi ile Yoda çiki çiki sesinden yılıp salondan kaçtı! Kendi de yoruldu sonra, elinde çıngırakla sızdı. Artık gülüp duruyor, şarkılar söylüyor ve bir de çıngırak konseri veriyor bize.

Pek gülüyorum bazı hallerine. Mesela koluma yattığında iki yanı birbirine yapışan kulağının pıt diye açılmasına, durup dururken gençliğini hatırlamış gibi hisli hisli iç çekişine, dünyanın en lezzetli şeyiymiş ve biz onu günlerdir aç bırakıyormuşuz gibi iştahla ellerini emmesine, gözlerini açıp şaşkın bakışına ve biz gülerken sanki mevzuya aşinaymış  gibi gülmesine... Gaz sorunu azaldı, aramızda 'Noir Tozir' esprisi yapacak kadar geliştirdi kendini, ahaha!

Oturmaya mı geldik, hop hop!

Yoda: Oh, sonunda sustu yav!
Daldan dala atlarken, Facebook gruplarının bazılarının zırva insanlarca ne hale getirildiği geldi aklıma. Freecycle İstanbul'u belki duymuşsunuzdur, ihtiyacınız olmayan eşyaları ihtiyacı olanlara bedelsiz ulaştırdığınız bir platform. Bir şey verecekseniz Teklif, arıyorsanız Talep yazıyorsunuz filan. Yatağımızı değiştirdiğimizde,  eskisini mimarlık öğrencisi bir oğlana vermiştik. Biz ihtiyacı olana gitmesine, çocuk da işinin görülmesine sevinmişti. Mis! Ama geçen gün kızın biri yarısı kullanılmış deodorant ve deo roll on teklif edince pes dedim, yuh! Kardeşim çöpe atacağın şeyi başkasına nasıl teklif ediyorsun? Ayıptır! Deodorant dediğin 2-3 liralık bir şey, yarısından azı var bir de. Senin kullandığın, tenine değmiş deo roll on'u kim n'apsın, pis! Yorumların resmini çekmemişim, asıl bomba olan onlardı.


Zaten ben dahil bir sürü insan tepki gösterdi, 'yarısı içilmiş çay var soğumadan alın', 'az kullanılmış peçete, önce gelen alır' geyikleri döndü ortalıkta. Kız hala saçmalayınca, altına da iyie iğrenç yorumlar yazılınca gruptan çıktım. Sayfadan ihtiyaç sahibi insanlar faydalanabilecekken böyle zırvalıklarla uğraşmak can sıkıcı. Doğal Anneyim'den de böyle çıkmıştım. Doğal ilaç ya da gıda tarifi yerine, kaynının arsa problemini yazan insanlar vardı orda da. Moderatör de atarlı bir abla, asarım keserim havaları... Eeeh yani!

Neyse, ben yine yazarım. Hem belki bir daha yazdığımda, bahar da iyiden iyiye gelmiş olur. Çiçeklenir etraf, içimizden salıncaklar havalanır filan... Yarın ücretsiz izin almak üzere ofise gideceğim, stresi sardı şimdiden. Çocuğuma bakmak için yasal hakkımı kullanacağım, ki o yasal hak da kuş kadar zaten! İçeriye seslendim 'Kahve mi içsek dışarı çıkıp, huu!' diye, ses gelmedi. Defne de ananesi de öğle uykusundaymış meğer, ben de mutfaktaki havuçlu keki tırtıklayayım madem :)

1 Mart 2015 Pazar

Bahar gelsin, Defne büyüsün

Cüce Şubat da bitti, bahar gelebilir mi artık lütfen? Öyle iki parlak gökyüzü, azıcık güneşle kandırmasın, adamakıllı gelsin ama. Bence iyi gelecek hepimize.



Gerçi bahar gelse ne olacak? Okudukça/izledikçe insanın içi kararıyor olanlardan...

Kadın cinayetleri katlanarak artmış, artık mini etek giymek, sokakta gezmek, kırmızı ruj sürmek gibi 'suçlar'ın arasına dolmuşa binmek de eklenmiş... Üniversite öğrencisi Özgecan dolmuşa bindi diye, gazeteci Nuh kartopu oynadı diye bıçaklanarak öldürülmüş. Günlerce, haftalarca içimiz yanmış, sokaklara dökülmüşüz, yine de mevzu zat-ı muhteremin muhtar görüşmeleri kadar ajandaya girmemiş, ülkeyi açık hapishaneye çevirecek iç güvenlik yasası kavga dövüş, tokmak yumruk, tüm itirazlara rağmen meclisten geçirilmiş, CNNTurk'ü yine penguenler basmış  kalmış, Kabataş yalanının yüzsüzleri yine ortaya çıkmış, IŞID'e insanların boğazını kesmek az gelmiş, geçmişi MÖ 7. yüzyıla kadar giden dünya mirası heykelleri hınçla parçalamış... Yazarken bile içim şişti, burası gittikçe tekinsiz bir yere dönüşüyor sanki. Hakkaten 'insanların yaşadığı' yerlere göçmek mi çözüm?

Oscar filmlerini izlemedim, ama törendeki teşekkür konuşmalarından biri beni çok etkiledi. Whiplash'teki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ını alan J.K. Simmons'ın şu konuşması: "Annenizi arayın, babanızı arayın. Eğer hala hayatta olan anne babaya sahipseniz, bu kadar şanslıysanız mesaj atmayın, mail yazmayın; telefonla arayın onları ve ne kadar konuşmak isterlerse konuşun ve dinleyin." Cız etti içim.

Hep telefonun ucunda olacaklar sanıyoruz ama öyle değil işte... Bunun bile şans olduğunu fark edemiyor insan çoğu zaman. Bugün babamın arabasına son kez bindim. Yarın satılıyor, artık başka birinin olacak. Babamı kaybettikten sonra ben devralmıştım baba yadigarını. 5.5 yıl babamla beraber, 1.5 yıl da onsuz bizi bir sürü yere götürdü, çok anımız var.

Biliyorum eşyalara bağlanmak saçma ama kıyamıyor işte insan. Zaten şoför koltuğunda babam olmadıktan sonra, çok da anlamlı değildi. Ama ben araba kullanmayı o arabada öğrendim, en son babamı kaybetmeden 1 ay önce, Foça'dan dönerken direksiyona geçmiştim de bütün Foça arkamıza dizilmiş, kornalar küfürler birbirine karışmıştı. O araba babamındı işte, başkasının olmasını istememiştim. İlk kazamı da o arabayla yaptım, sanki babam görmüş de üzülmüş gibi cız etmişti içim.

Pencereden bakıp da bahçede arabasını görünce, sanki İzmir'deki evden sokağa bakıyormuşum gibi geliyordu. Araba aynı ama babam yok artık. Kıyamazdı arabasına, çok  temiz bakmış. Bir yeri tık etse hemen servise götürür, tüm bakımlarını zamanında yaptırırdı. Arabanın servis kitapçığına her şeyi not almış; neyi, ne zaman, ne kadara tamir ettirmiş, hangi parçaları değiştirmiş, ne bakımlar yapılmış, hepsi var; sonraki sahibinin epey işine yarayacak bir sürü bilgi. Bugün içindeki eşyaları boşalttık. Babamın sigarasını, tarağını, el yazısıyla tuttuğu tüm notları aldım. Duygulandım, ağladım, çıkamadım bir türlü arabanın içinden. Bugün son kez annemi havaalanına götürdük onunla. Yarın  başkasına teslim edilecek, sanki babam bir kez daha gidiyor gibi hissettim arabası da gidince. Tuhaf bir his işte.

Sevdiği yazarlardan Yaşar Kemal de göçtü. Babamın kitaplığından alıp okuduğum ilk roman İnce Memed'di. Çukurova'nın gür sesi gitti. Dolu dolu yaşanmış bir ömür sürdü, ardında bir sürü kitap bırakarak Tilda'sına kavuştu. Ne doğru laf: 'O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler, demirin tuncuna insanın piçine kadlık' Artık umutsuzluktan umut çıkarmak daha da zor.


Güzel şeyler de olmuyor değil. Kendime yeni kitaplar aldım. Almak bir şey değil, vakit bulup okuyabildim de. Onlardan birinin, 'Bize İki Çay Söyle'nin yazarı Elif Key'in imza günü vardı dün, çok istememe rağmen gidemedim. Hem de en sevdiğim kitabevinde, Robinson'daydı... Neyse, kısmet.


Bir de en sevdiğim yazarlardan İhsan Oktay Anar'ın en sevdiğim kitabı 'Puslu Kıtalar Atlası' çizgi roman olmuş. Sevdiğim bir illüstratör İlban Erdem çizmiş, 13 Mart'ta çıkıyor. 300 sayfa. Heyecanlandım, sabırsızlıkla bekliyorum. İlban Ertem'in çizdiği Vicdan'dan buralarda bir yerlerde bahsetmiştim. Ertem de sevdiğimiz bir abimizdir.



Defne kuzusu 3 aylık oldu. Gülüyor, bıcır bıcır kendince bir şeyler anlatıyor. Beraber geziyoruz, bahar gelsin, daha çok gezebileceğiz minnak kızımla. Demin banyosunu yaptırdık, sallanan anne kucağındaki maymun ve papağanla oynarken müziğin etkisiyle uyuyakalmış. Onun günden güne büyüyüp değiştiğini görmek çok acayip bir his. Bırakıp da nasıl işe döneceğim, düşündükçe içim fena oluyor. Sağolsun devletimiz vere vere 16 hafta izin veriyor. Dolu dolu 4 ay bile değil, 3 ay 3 hafta gibi bir şey. O kadar küçük bebek nasıl bırakılır? Bırakılmaz tabii... Yasal hakkım olan ücretsiz izni sonuna kadar kullanmak niyetindeyim. İş nasılsa bitmiyor, ama çocuğunuzun o ilk ayları da asla geri gelmiyor.


 

Geçen gün eski kitapları defterleri düzeltirken, YKY'de çalıştığım günlerden bir defter geçti elime. İlk sayfasında kurşunkalemle çizilmiş bir illüstrasyon vardı. Hatırladım, Piyale Madra yayınevine uğradığı bir gün sohbet etmiştik. Ayaküstü portremi çizmişti, tam 12 yıl öncesi... Sağolsun, dudakları dolgun çizmiş :) Görünce gülümseyiverdim, güzel bir anı. Mutlu etti. Eskiden daha eğlenceli yerlerde çalışıyormuşum ben yahu?