29 Haziran 2018 Cuma

Hayaller hayaller ve kitap kasabası

Blogu unutmuşum. Yazacak bir şey bulamadığımdan mı artık, yazasım mı kalmadı bilmiyorum... Takip eden var mı acep hala, onu da bilemiyorum. Umut bağladığımız bir sürü şey de elde patlayınca (ki en büyük hayal kırıklığı son seçimdi galiba) yüreğim sıkıştı. İçim daraldı. 

Yaz desen, o da adabıyla gelmek bilmiyor. Haziran bitiyor, yağmur-şimşek gırla... Halıyı kilimi ormana-çayıra yayacakken, arabasına serer oldu millet. Hoş, yaz gelse sanki hemen tatil beldelerine koşacakmışım gibi bir hal bendeki de. En sakin ay ne zaman, Eylül; eh yine o zaman düşeriz yollara cepte para varsa. Ufak tefek, samimi aile işletmelerine gideriz belki yine. Annelerin kabak çiçeklerini sabahtan ayıklayıp dolmasını öğlene pişirdiği, oğulların servis yapıp babaların balık tuttuğu yerler işte... Ben bunları yazıp böyle minnak hayaller kurarken, yan masa komşum ailece yurtdışı tatil planı yapıyor misal. Hayat adil mi? Değil. Yuroyla dolar herkese eşit yükselmiyor demek.

Neyse. Kendimce tasarruf tedbirim ya da tüketmeme şiarım nedir, yeni bir kıyafet/ayakkabı vs almıyorum uzun süredir. Giymediklerimi/ay dursun ya da zayıflarsam giyerim dediklerimi de çeşitli yerlere bağışlıyor veya bazı sitelerde satıyorum. Bu satma işine yeni başladım. Memnunum valla. Değiş-tokuş mantıklı. Olduğundan ucuza gidiyor ama elden çıkıyor sonuçta. Kendim de oralardan alıyorum. Çünkü dolap dolusu kıyafeti, kutular dolusu ayakkabısı olup da hep aynı şeyleri giyiyorsa insan, e kilosu da umduğu gibi azalmıyorsa saklamanın/biriktirmenin alemi yok. Dolap ferahlasın. 

Bu satmaya/bağışlamaya kızımın küçülen ayakkabıları/kıyafetleri, oynamadığı oyuncakları da dahil... Misal topuklu ayakkabı giyen insan değilim, düğün dernek olur diye özenip almışım. Öylece duruyor. E topuklu ayakkabı da ihtiyaç sahibine bağışlanacak bir şey olmadığından, sat gitsin. Çocuk durmayıp büyüdüğünden, arada ona kıyafet alıyorum mecbur. 

Başka? Ne zamandır kitap okuyamıyordum, ona da az-çok vakit ayırabiliyorum şükür. Ayda 3-5 kitap bitirebilir hale geldim yeniden. Başucumda, çantamda durunca uyumadan önce ya da metroda gidip gelirken filan okuyabiliyorum. Metroda kitap okumama kızan insansılara rağmen... (Pardon biz sığamıyoruz, siz bir de kitap okuyorsunuz?!!! Canım benim, elimdeki kitapla senin göbeğinin/totonun kapladığı alanın korelasyonu sıfır, inan.)




Kızımla her gün 3-5 kitap okuduğumdan, çocuk edebiyatına daha hakimim bu aralar. Çocuk kitabı okuyan arkadaşlarımla da değiş tokuş yapıyoruz, iyi oluyor. Takas candır.

Birçok insan yurtdışına göç etme, buralardan kaçma planı yaparken benim uzaklaşabileceğim en uç nokta belli. En fazla İzmir'e geri dönebilirim gibime geliyor. Sahil kasabasına yerleşme şu an ütopik gibi. Hayali güzel ama. Annem torununa bakmak için bizimle kaç yıldır... Evini unuttu kadın. İzmir'de hem o kendi evinde olur, hem kızımı yine ona emanet edebilirim. Abim orada yaşıyor, babam oranın toprağında... Yine bir çekirdek aile ortamı. Arkadaşlarımız var İzmir'de, havası-suyu güzel. İnsanı medeni. Daha yaşanabilir geliyor. Buluruz kirası saçma yüksek olmayan düzgün bir ev... Bakalım.

İstanbul'dan yıldım. Metro-metrobüs dolusu suratsız insandan, pahalılığından, sağlı sollu dümdüz edilip kentsel dönüşen toz toprak içindeki sokaklarından, seçimi kazandılar diye ortalığı mermiye boğan manyaklardan, hafta sonu trafik ya da park yeri yokluğu yüzünden deniz kenarına bile gidememekten, meşguliyet yüzünden arkadaşlarını görememe saçmalığından bıktım. Kızımı İzmir'de büyütmeyi isterim. Okul çağı gelmeden çözebilsek iş mevzularını. İstanbul'da bırakmaktan üzüntü duyacağım pek de bir şey gelmiyor şu an aklıma. Acı. Ama gerçek. İki çay içip az lakırdı edecek vakti bulamadıktan sonra arkadaşlarınla, nedir yani?




Şöyle (şu üstteki) bir kasaba varmış, iltica edemesek de bir benzerini kurabilsek keşke... Fındık içi kadar yer ama çoğu ikinci el olmak üzere, 40'tan fazla kitapçısı varmış. Adı da Hay-on-Wye'miş. Galler’in İngiltere sınırında, Wye nehri kıyısındaki iki bin nüfuslu küçük bir pazar kasabası ve topluluğuymuş.




Biz böyle bir kitap kasabası kursak, kitaplık raflarının yakacak odun olarak görülüp sökülmesi, kitapların da çalınması kaç gün (hatta saat?) sürer acaba, bilemedim. Salman Rushdie'nin katıldığı "Hay Edebiyat ve Sanat Festivali" olsa hele, önce adını "Hay senin kitabını..." diye değiştirir, akabinde kitaplarla beraber konukları da yakarlar. 

Hele başında satıcı olmayan kitaplıktan kitabı alıp parasını posta kutusuna atmak filan, düşününce bi gülme geldi bak. "Aa, yok yok, bizim insanımız yapmaz öyle şey" demeyin, ben diyemiyorum artık. Diyebilen iyimserlere de en kalbi selamlarımı gönderiyorum buradan. Bizim insanımız kim, biz kimiz, ondan hiç emin değilim uzun süredir. Twitter'da takip ettiklerimizden, Instagram'da beğendiklerimizden ibaret değil bu ülke. Bu gerçek, her seçim dönemi yüzümüze yüzümüze vurulmasa iyiydi. Benden şimdilik bu ka, görüşürüz ki yine. Yani umarım. 

İyi şeyler olsun, ferah şeyler... Dondurma yiyelim, denize bakalım, çimlere oturalım, ağaçlara filan sarılalım.