İstanbul'da hava güneşli ve fekat ayaz mı ayaz. Ocak'ın da son günü. Yetti bu ka kış, bahar gelsin çimlere yayılalım. Sabah işe gitmek için evden çıktığımda Defne hala mışıl mışıl uyuyordu. Gece uyumak bilmediğinden... Onu görüp öyle gitmek istiyorum işe, aklım kalıyor. Ama uyanıkken de arkamdan melül melül bakması ya da "Anne gitme" demesi içime dokunuyor. Neyse, geldik dükkana....
Kitap okuyamıyordum ne zamandır, ofisçe verilen toplu idefix siparişi sayesinde beklediğim birkaç kitapla birlikte, merak ettiğim Han Kang'ın Vejetaryen'ine kavuştum. Man Booker ödüllü bir kitap, güzel işler basan April Yayıncılık'tan çıkmış. Heyecanlı gidiyor şimdilik. Sıradan hatta silik sayılabilecek bir kadının, gördüğü rüya sonrasında vejetaryen olması ve yaşadığı değişimi kocasının gözünden izliyoruz. 'Ürkütücü bir yolculuk' denmiş, bakalım.
Defne de ona aldığım kitaba bayıldı. Dün gelir gelmez kucağıma kıvrıldı, beraber okuduk. Bütün gece de elindeydi, sayfaları çevirerek kendi kendine anlatıp duruyordu. Evdekiler yetmezmiş gibi kitap da kara kedili. Ama hikaye çok sevimli. Adı Çok Yaramaz Kedi, Nar Çocuk'tan çıkmış. Ödüllü bir kitap, çizimleri çok güzel...
Kaplumbağa hızıyla takip ettiğim çelıncda daha 3. sorudayım, rezillik. Devam ediyorum.
Tezer Özlü'yü severim, sevdiğim başka yazarlar ve kitaplar da var ama "Yaşamın Ucuna Yolculuk"un yeri ayrı. Hayatımız bir yolculuk ve yıllar geçtikçe de sonuna doğru yaklaşıyoruz. Yolculuğun tadı ise yol arkadaşlarıyla çıkıyor. Yol, öyle çekilir hale geliyor. Yolda izlenen manzara da, yol da, yol arkadaşları da değişiyor zamanla. Kimi zaman trenle ağır aksak ilerliyor hayat, kimi zaman uçakla havadan bakıyoruz kendimize. Kimi zaman eksiliyor yol arkadaşları, kimi zaman beklenmedik yoldaşlar ekleniyor.
O yüzden hayatım kitap olsa adı "Yaşamın Ucuna Yolculuk" olurdu sanırım. Türü de deneme. Deneyerek yaşıyor, yanıldıkça öğreniyorum. Deneye yanıla yaşıyoruz hepimiz.
"Yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. insan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu ararken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?"
Yolumuz açık, yolculuğumuz keyifli olsun madem. Çelınclara gelesi ben, artık işe döneyim. Arada Defne ile telefonda konuştum, "Günaydın" dedikten sonra "Kolay gelsin annecik" dedi. Bugünlük gıdamı da aldım, sırtım yere gelmez. Okunacak yazılar, edit edilecek metinler, yazılacak sloganlar beni bekler. Kalın sağlıcakla.
31 Ocak 2017 Salı
23 Ocak 2017 Pazartesi
Ah kalbim, sen benden ne çektin #2
Hafta sonları mutlu ve enerjik hissetsem de, daha çok yorulduğumu fark ettim. Daha hafta sonu sevincini idrak edemeden, pazar akşamı olmuş oluyor. Klasik... Banyo, çamaşır vs. Kendimi banyoya sokma kısmı dışında asıl eforu, Defne'yi yıkamak ve delice direnmesine rağmen saçlarını taramak için harcıyorum. İşe gelerek dinleneceğimi hiç düşünmezdim.
Pazartesileri sevmiyorum, arkadaş olmaya çalışsam da olmuyor. Bugün de bi içime kapandım, gömüldüm. Hiçbir şey yapasım yok.
Neyse, sıra çelıncın 2. maddesinde. 6 gün geriden geldiğimden, fırsat bulmuşken yazdım. Kaldı 15 :)
Kalbimi kazanmanın beş yolu? İçinde ne olduğunu bilmediğim bir kavanozu kaşıklamak gibi hissettirdi bu.
1. Bana değer verildiğini hissettiren ufacık şeyler için çabalanması. Ne bileyim, kendimi en yalnız, çaresiz hissettiğim anda hiç ummadığım birinden gelen bir mektup ya da telefon, ben seviyorum diye alıp gönderilmiş bir kitap, 'günün güzel geçsin' notuyla gönderilen bir şarkı, yazmayı seviyorum diye hediye edilen (ve yazmaya kıyamayacağım) defterler, 'Hadi gel iki lafın belini kıralım' diye hiç beklemediğim anda içilen bi dost kahvesi, kargoyla gelen ya da masamda bulduğum kedili bir şeyler, gözlerim çizgi olana dek gülebildiğim insanlar. İnatçı ve detaycı halimle beni kabul edenler.
2. Gerçekten anlaşıldığımı hissetmek. Bu çook büyük bir şey. Anlaşıldığımızı sandığımız o kadar çok anda, aslında yanlış anlaşılıyoruz ki. Birinin beni 'gerçekten' anladığını bilmek, paha biçilmez bir şey. Hazine bulmak gibi, 'Öf, bugün de yağmurlu' diye dertlenirken birden bulutların aralanıp güneşin kendini göstermesi gibi. Kimse kimseyi anlamak için uğraşmıyor gibi geliyor artık.
3. Samimi ve mütevazı olmak. Kendinden çok üstün biri gibi bahsetmeyen, kendini bir ürün gibi pazarlamayan insanlara daha çok ısınıyor içim haliyle. Altında herhangi bir iğneleme/ima olmadan kurulan her türlü iletişimin hastasıyım. Zaten bulmaca çözmek için vakit harcayacak kadar uzun yaşamıyoruz. Bari olduğumuz gibi görünsek ya da göründüğümüz gibi olsak. Zor, biliyorum. Ama imkansız da değildir herhalde. Ne bileyim, şişik egolardan kusazaam.
4. İncelikler. Evet, şairin dediği gibi "Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" ama minik incelikler, küçük nezaketler kurtarıyor hayatı zaten. Onlar çekilir kılıyor. Koca koca hödüklüklerin altında kalıyor, yeterince önemsenmiyorlar ama benim için önemli. "Ben böyleyim, tamam mıaaa?!" diye bağıran insanlardan gına geldi. "Lütfen, özür dilerim" vb de lugatımızda olsun hep, rica edicem.
5. Merhametli insanların varlığı. Yol kenarında gördüğü aç yavru kediye süt bulmak için uğraşan, otobüste filan ağlayan bir kadına mendil uzatan, düşeni kaldıran... ne bileyim, herhangi bir canlı için çaba gösterebilen herkesin başımın üstünde yeri var. Alttaki çocuklar gibileri çoğalsın dilerim.
Daha da ne yazayım bilemedim...
Pazartesileri sevmiyorum, arkadaş olmaya çalışsam da olmuyor. Bugün de bi içime kapandım, gömüldüm. Hiçbir şey yapasım yok.
Yiğit Özgür |
Kalbimi kazanmanın beş yolu? İçinde ne olduğunu bilmediğim bir kavanozu kaşıklamak gibi hissettirdi bu.
1. Bana değer verildiğini hissettiren ufacık şeyler için çabalanması. Ne bileyim, kendimi en yalnız, çaresiz hissettiğim anda hiç ummadığım birinden gelen bir mektup ya da telefon, ben seviyorum diye alıp gönderilmiş bir kitap, 'günün güzel geçsin' notuyla gönderilen bir şarkı, yazmayı seviyorum diye hediye edilen (ve yazmaya kıyamayacağım) defterler, 'Hadi gel iki lafın belini kıralım' diye hiç beklemediğim anda içilen bi dost kahvesi, kargoyla gelen ya da masamda bulduğum kedili bir şeyler, gözlerim çizgi olana dek gülebildiğim insanlar. İnatçı ve detaycı halimle beni kabul edenler.
2. Gerçekten anlaşıldığımı hissetmek. Bu çook büyük bir şey. Anlaşıldığımızı sandığımız o kadar çok anda, aslında yanlış anlaşılıyoruz ki. Birinin beni 'gerçekten' anladığını bilmek, paha biçilmez bir şey. Hazine bulmak gibi, 'Öf, bugün de yağmurlu' diye dertlenirken birden bulutların aralanıp güneşin kendini göstermesi gibi. Kimse kimseyi anlamak için uğraşmıyor gibi geliyor artık.
3. Samimi ve mütevazı olmak. Kendinden çok üstün biri gibi bahsetmeyen, kendini bir ürün gibi pazarlamayan insanlara daha çok ısınıyor içim haliyle. Altında herhangi bir iğneleme/ima olmadan kurulan her türlü iletişimin hastasıyım. Zaten bulmaca çözmek için vakit harcayacak kadar uzun yaşamıyoruz. Bari olduğumuz gibi görünsek ya da göründüğümüz gibi olsak. Zor, biliyorum. Ama imkansız da değildir herhalde. Ne bileyim, şişik egolardan kusazaam.
4. İncelikler. Evet, şairin dediği gibi "Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" ama minik incelikler, küçük nezaketler kurtarıyor hayatı zaten. Onlar çekilir kılıyor. Koca koca hödüklüklerin altında kalıyor, yeterince önemsenmiyorlar ama benim için önemli. "Ben böyleyim, tamam mıaaa?!" diye bağıran insanlardan gına geldi. "Lütfen, özür dilerim" vb de lugatımızda olsun hep, rica edicem.
5. Merhametli insanların varlığı. Yol kenarında gördüğü aç yavru kediye süt bulmak için uğraşan, otobüste filan ağlayan bir kadına mendil uzatan, düşeni kaldıran... ne bileyim, herhangi bir canlı için çaba gösterebilen herkesin başımın üstünde yeri var. Alttaki çocuklar gibileri çoğalsın dilerim.
Daha da ne yazayım bilemedim...
Çelınclara gelesin #1
Pek sevgili Leylak Dalı çelınca davet eder de icabet etmemek olur mu? Olmaz. İş dışında elim bilgisayara gitmemişti ne zamandır. Çelıncın 17 Ocak'ta başlaması gerekiyordu ama, hayli rötarla geliyorum mecburen. Ofis yoğun, ev delirmeceli olunca...
Neyse, geç olsun güç olmasın diyelim. Aylardır yazmadığım, örümcek ağı bağlamış blogumu hatırlattılar, teşekkür ederim. Ne yazacağımı unutmayayım diye, SonikHanım'ın ilk davetinden notları da şuraya yapıştırayım.
Beş sözcükle kendimi anlatmaya çalışayım, hmm... Ama insanın kendini anlatması ne zormuş yahu, daha ilk sorudan zorlandım. Kim 500 Milyon İster'deki basit ilk sorulara benzemiyor bu ilk soru.
1. Kararsızım. Yani bir şey arasında seçim yapmaya çalışmak, bir şey almaya/vermeye/söylemeye/yapmaya karar vermek, direkt enseden başlayarak terlememe neden oluyor. Sonunda zar zor bir şeye karar veriyorum ama bu sefer de 'doğru mu karar verdim, ay yoksa öbürü mü daha iyiydi la' diye içim içimi yiyor. Mukadderat.
2. İnce düşünmeye çalışıyorum. Minik notlar yazmayı, minik hediyeler vermeyi seviyorum; onları aldıkları/buldukları o an insanların suratında oluşan şaşkınlık ve gülümseme çok iyi hissettiriyor. Bu, ayrıntıcı olmamın da bir sonucudur belki. Ayrıntıcı olmak -iş dışında- pek iyi değil ama, detaylarda kaybolup kafayı yemekle/yedirmekle sonuçlanabiliyor.
3. Unutkanım. Yani genelde eşyaların yerini, sözlerimi vs unutmam ama bana atılan kazıkları unutabiliyorum bazen. Israrcı olabiliyorum. Ama hayat her şeyi öğretiyor ne de olsa, unutmamayı da öğreniyorum. Listeler yapmayı seviyorum, bu unutmamı engelliyor.
4. Hayır diyemiyorum. Artık kibarlıktan mıdır, şaşkınlıktan mıdır; bunun zararını çok görsem de ayıp olacak diye herhalde, diyemiyorum.
5. Merhametli olmaya uğraşıyorum. Bunun sonucunda bir sürü şeye üzülmekle geçiyor hayat, elimizin erdiği kadar. Bir deniz yıldızı, bir deniz yıldızıdır.
Bazen kendimi tam da böyle -sağ üstteki gibi- bi şaşkın hissediyorum, yaşla filan hiç alakası yokmuş bu durumun. Yanlış anlaşılınca da böyle çaresiz hissediyorum.
Son olarak, Defne'nin 3 yıl sonra böyle şeyler dememesini diliyorum. Şimdiki çocuklar çok fena :/
Neyse, geç olsun güç olmasın diyelim. Aylardır yazmadığım, örümcek ağı bağlamış blogumu hatırlattılar, teşekkür ederim. Ne yazacağımı unutmayayım diye, SonikHanım'ın ilk davetinden notları da şuraya yapıştırayım.
Beş sözcükle kendimi anlatmaya çalışayım, hmm... Ama insanın kendini anlatması ne zormuş yahu, daha ilk sorudan zorlandım. Kim 500 Milyon İster'deki basit ilk sorulara benzemiyor bu ilk soru.
1. Kararsızım. Yani bir şey arasında seçim yapmaya çalışmak, bir şey almaya/vermeye/söylemeye/yapmaya karar vermek, direkt enseden başlayarak terlememe neden oluyor. Sonunda zar zor bir şeye karar veriyorum ama bu sefer de 'doğru mu karar verdim, ay yoksa öbürü mü daha iyiydi la' diye içim içimi yiyor. Mukadderat.
2. İnce düşünmeye çalışıyorum. Minik notlar yazmayı, minik hediyeler vermeyi seviyorum; onları aldıkları/buldukları o an insanların suratında oluşan şaşkınlık ve gülümseme çok iyi hissettiriyor. Bu, ayrıntıcı olmamın da bir sonucudur belki. Ayrıntıcı olmak -iş dışında- pek iyi değil ama, detaylarda kaybolup kafayı yemekle/yedirmekle sonuçlanabiliyor.
3. Unutkanım. Yani genelde eşyaların yerini, sözlerimi vs unutmam ama bana atılan kazıkları unutabiliyorum bazen. Israrcı olabiliyorum. Ama hayat her şeyi öğretiyor ne de olsa, unutmamayı da öğreniyorum. Listeler yapmayı seviyorum, bu unutmamı engelliyor.
4. Hayır diyemiyorum. Artık kibarlıktan mıdır, şaşkınlıktan mıdır; bunun zararını çok görsem de ayıp olacak diye herhalde, diyemiyorum.
5. Merhametli olmaya uğraşıyorum. Bunun sonucunda bir sürü şeye üzülmekle geçiyor hayat, elimizin erdiği kadar. Bir deniz yıldızı, bir deniz yıldızıdır.
Bazen kendimi tam da böyle -sağ üstteki gibi- bi şaşkın hissediyorum, yaşla filan hiç alakası yokmuş bu durumun. Yanlış anlaşılınca da böyle çaresiz hissediyorum.
Son olarak, Defne'nin 3 yıl sonra böyle şeyler dememesini diliyorum. Şimdiki çocuklar çok fena :/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)