29 Haziran 2010 Salı

Big Four in Istanbul

Dolu dolu 3 gün... Gençliğimin gruplarını peşpeşe günlerde aynı sahnede izledim. "Uf yorulurum, aman ne gerek var şimdi, bir sürü ergen gelecek, kalabalık, hık mık" derken, iyi ki de gitmişim. Gitmeseymişim gerçekten çok pişman olurmuşum. Zira İstanbul seyircisi olarak biraz şımarık olduk galiba. Bir sürü müzisyen şehr-i İstanbul'a konser vermeye geliyor, biz dudak büküyoruz, ıyk mıyk ediyoruz. Valla bu kadar şımarıklık yapanı Allah çarpar :) 

Megadeth, Metallica, Alice in Chains, Manowar, Anthrax, (pek dinlemesem de) Slayer gelecek; yanlarında da Accept, Volbeat olacak da sen burun kıvıracaksın. Hem de hepsi için saha içi 175 TL. Ayıptır! Ben saha içinden memnundum açıkçası, Meksika dalgası olayı da ayrıca güzeldi. Bütün gruplar süperdi, Metallica enfesti, gözlerim doldu heyecandan; tek üzüldüğüm Megadeth'te (ki en çok beklediğimdi) ses sisteminin rezil gibi olması, Dave'in sürekli sesçileri uyarması ve sahnede kısa kalmalarıydı. Sarmanıma doyamadım ezcümle. 

Bir de ortalıkta dolanan veletlerin şanslı olduğunu düşünmeden edemedim. Ben 15 yaşlarındayken yurdumda böyle festival hadiseleri yoktu. İlk stat konseri olduğunda ortalık yıkılmıştı. Misal Guns'n Roses'ı canlı dinlemediğime pişmanım. H2000'le başladık, Rock'n Coke, Efes One Love filan derken Sonisphere'e geldik. Yaşlanmadan yetiştik galiba. Darısı Grunge Festivali'nin başına. Sonisphere'deki Alice in Chains'e pek doyamadık. Şöyle Pearl Jam, Stone Temple Pilots, Audioslave vs gelse de ortalık şenlense...

26 Haziran 2010 Cumartesi

Sonisphere nedeniyle 3 gün kapalıyız

Not: Sonisphere'e gittim geleceğim, anahtar paspasın altında.

Willkommen in der Dunkelheit... (Rammstein-Wiener Blut)


 Rooster-Alice in Chains (William Duvall)


Angry Chair- Alice in Chains


Vee benim gözümden Sonisphere'in 3 günü:

Sırayla Alice in Chains, Rammstein, Manowar,  Accept, Metallica, Megadeth, Anthrax...

22 Haziran 2010 Salı

Kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar! Oyunu verme anne, oyuna gelme anne!

Sallanan salı

Sıkıntı, yorgunluk, durgunluk... 
Arada minik renkler... 
Patlayan şekerler... 
Korkular, endişeler...
Bir tuhaf haller...
Şarap, peynir, güzellik... 
Uyku... 

Hayatın ne kadar içinde?
Ya kimin hayatının içinde?
Sanki her şeyden, herkesten çok uzakta...

Yalnızlık? Kim bilir...






21 Haziran 2010 Pazartesi

Evdeyim ama değilim

Çok acayip... Görmeyi çok istediğimi sandığım kişiyi aslında görmek istemediğimi demin fark ettim. Yani en azından "şu an" görmek istemediğimi. Bu şey gibi bir şey, aramasını çok istediğin biri aradığında ne diyeceğini bilemediğin için telefonu açmamak gibi... Yok açmamazlık etmedim canım, duymamışım sadece. Böyle kızsal şeylerle cosmogirl stratejilerine oldum olası sinir olmuşumdur. Bir şeylerin taktik oyunu haline getirilmesine...

Yalan söylemeyi de hiç sevmem. Ama bir anda kendi dağınıklığımın ortasında yorgun ve uykusuzken, tatsız ve keyifsizken, üstelik de eve deli gibi iş getirmek zorunda kalmışken kaçıverdi ağzımdan işte. Beni görmek istediğini söylediğinde "Ben evde değilim ki" deyiverdim. Evde pijamamla oturuyorum halbuki. Hiç de keyfim yok. Pişman mıyım? Aslında biraz. Ama çok da değil. Çünkü  şu an gerçekten onun haleti ruhiyesinde değilim. Ve fark ettim ki, insanlar kendileri ne istiyorlarsa onu yapıyorlar. Başkaları için kibarlık etmekten, aslında istemediğim şeyleri başkaları kırılmasın diye yapmaktan yoruldum. Ve üzgünüm, bunu ilk sende tatbik ettim.

Demişler ki



the smiths- i know it's over
oh mother, i can feel the soil falling over my head
and as i climb into an empty bed
oh well. enough said.
i know it's over - still i cling
i don't know where else i can go
oh...
oh mother, i can feel the soil falling over my head
see, the sea wants to take me
the knife wants to slit me
do you think you can help me?
sad veiled bride, please be happy
handsome groom, give her room
loud, loutish lover, treat her kindly
(though she needs you
more than she loves you)
and i know it's over - still i cling
i don't know where else i can go
over and over and over and over
over and over, la ...
i know it's over
and it never really began
but in my heart
it was so real
and you even spoke to me, and said:
"if you're so funny
then why are you on your own tonight?
and if you're so clever
then why are you on your own tonight?
if you're so very entertaining
then why are you on your own tonight?
if you're so very good-looking
why do you sleep alone tonight?"
i know ...
'cause tonight is just like any other night
that's why you're on your own tonight
with your triumphs and your charms
while they're in each other's arms...
it's so easy to laugh
it's so easy to hate
it takes strength to be gentle and kind
over, over, over, over
it's so easy to laugh
it's so easy to hate
it takes guts to be gentle and kind
over, over
love is natural and real
but not for you, my love
not tonight, my love
love is natural and real
but not for such as you and i, my love
oh mother, i can feel the soil falling over my head
oh mother, i can feel the soil falling over my head
oh mother, i can feel the soil falling over my head
oh mother, i can feel the soil falling over my...
oh mother, i can feel the soil falling over my head
oh mother, i can even feel the soil falling over my head
oh mother, i can feel the soil falling over my head
oh mother, i can feel the soil falling over my...



bury me softly in this womb
i give this part of me for you
sand rains down and here i sit
holding rare flowers
in a tomb.. in bloom

down in a hole and i don’t know if i can be saved
see my heart i decorate it like a grave
you don’t understand who they
thought i was supposed to be
look at me now: a man
who won’t let himself be

down in a hole, feeling so small
down in a hole, losing my soul
i’d like to fly,
but my wings have been so denied

down in a hole and they’ve put all
the stones in their place
i’ve eaten the sun so my tongue
has been burned of the taste
i have been guilty
of kicking myself in the teeth
i will speak no more
of my feelings beneath

down in a hole, feeling so small
down in a hole, losing my soul
i’d like to fly but my
wings have been so denied

bury me softly in this womb
oh i want to be inside of you
i give this part of me for you
oh i want to be inside of you
sand rains down and here i sit
holding rare flowers (oh i want to be inside of you)
in a tomb...in bloom
oh i want to be inside...

down in a hole, feeling so small
down in a hole, losing my soul
down in a hole, feeling so small
down in a hole, outta control
i’d like to fly but my
wings have been so denied

18 Haziran 2010 Cuma

Denize doğru giiiit

Hak ettim. Rüyalarda yüzmektense, kızgın sulardan serin sulara atlama zamanı. 
Gidiyorum. 
Denize doğru...

13 Haziran 2010 Pazar

Tübi-Tak

TÜBİTAK Başkanı Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş’e Açık Mektup
Ali Nesin
İstanbul, 7 Haziran 2010


Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

Sorumlusu olduğunuz TÜBİTAK’tan şikâyetçiyim. Sadece ben değil, matematikçi ya da değil, tanıdığım herkes şikâyetçi. Ben kendi dertlerimi size anlatmak istiyorum. Eğer isterseniz diğerlerinin dertlerini kendilerine sorup dinlersiniz.


Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

Basından mutlaka takip etmişsinizdir: 2007 yılında Şirince’de dağ başında, Nesin Vakfı bünyesinde bir “Matematik Köyü” kurduk. Kereste, taş, çamur ve samandan yapılmış geleneksel tarzda evleriyle, taş kaplanmış avluları ve daracık serin sokaklarıyla, çardakları, amfitiyatrosu, sadeliği ve içtenliğiyle, herkesin ilk bakışta âşık olduğu dünya güzeli yemyeşil bir köy oldu.

Halkımızın maddi katkısı ve emeğiyle kurduk bu köyü. Çoluk çocuk ve gönüllüler çalıştı inşaatında. Tam bir imece ürünü. Başka türlüsü de olamazdı zaten, biz günü gününe yaşayan mütevazı bir vakıfız.

Hiçbir maddi çıkar gütmeden bireysel çabalarımla 1998’ten beri her yaz düzenlediğim matematik yazokullarını artık Matematik Köyü’nde yapıyorum. Her yaz 500 dolayında liseli ve üniversiteli genç Matematik Köyü’nde dünya çapında matematikçilerle ve olağanüstü bir matematikle tanışıyor. Söylemeye gerek var mı? Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu dar gelirli ya da yoksul.

Dünyanın her yerinde böyle bir girişim devlet tarafından desteklenir. Biz de projelerimizi desteklemesi için doğal olarak TÜBİTAK’a başvuruyoruz. Bu yıl da 11 yazokulu projemizin 7’sine maddi destek vermesi için TÜBİTAK’a başvurduk. Tüm projelerimizi desteklemeyeceğini deneyimle bildiğimizden, sunduğumuz projelerin iki ya da üçünü desteklerse, bu destekle diğer projelerimizi de yürütebileceğimizi düşündük.

TÜBİTAK, 7 projemizin 7’sini de reddetti!



Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

İzin verirseniz devam etmeden önce TÜBİTAK’la ilgili bir anımı aktarmak istiyorum.

Bundan bir iki yıl önceydi. Matematik Köyü’nde liseliler için bir proje tasarlayıp TÜBİTAK’a sunmuştuk.

Bir zaman sonra bir yazı geldi TÜBİTAK’tan. Ankara’ya gelip projeyi panelistler, yani hakemler önünde anlatmamı istiyorlardı.

“Herhalde bu herkese yollanan bir yazı, panelistler proje sunan, ama tanımadıkları, güvenmedikleri lise öğretmenlerini yakından tanımak için böyle yapıyorlar, herhalde bu davet bana yönelik değildir,” diye geçirdim içimden.

Gene de emin olamayıp TÜBİTAK’a telefonla sordum. Benim de projemi panel önünde anlatmam gerekiyormuş... Projede her şey anlaşılmazmış...

Oysa projemizde her şey yazıyordu, ne eksik olabilirdi ki, nesi anlaşılmayabilirdi ki?

Randevu verilen gün ve saatte bir işimin olup olmadığı da sorulmamıştı. Gitmek zorundaydım. Yol parasını da ödemiyorlardı. İşimi gücümü bırakıp İstanbul’dan Ankara’ya, TÜBİTAK’a gittim. Bekleme odasında bir süre bekledikten sonra panelin önüne çıktım.

Başkan ortayaşlı bir hanımdı. İkinci başkan, ya da panelin ikinci etkili ismi Darwin skandalında da adı geçen Sayın Çiğdem Atakuman’dı. Diğer beş panelist 20’li yaşlarda gencecik insanlardı. Elli yaşında bir profesörü İstanbul’dan Ankara’ya getirterek huzurlarına çağırmakta hiçbir beis görmemişlerdi.

Başkan sözü aldı:

- Ali Bey, dedi, ben projeleri önceden okumam. Bana projenizi anlatır mısınız?

Biliyorum inanılır gibi değil ama aynen böyle söyledi. Sayın Çiğdem Atakuman o günü anımsar sanıyorum, kendisine de sorabilirsiniz. Dayanamayıp bunun nedenini sordum.

- Çünkü projelerden habersiz geldiğimde çok ilginç sorular soruyorum, başkalarının hiç dikkatini çekmeyen şeyleri görüyorum... Öyle değil mi arkadaşlar? diye sorup etrafındaki gençlere baktı onay bekleyerek.

Diğerleri, nerdeyse tek bir ağızdan,

- Evet efendim, öyle efendim, dediler, çok ilginç sorular soruyorsunuz...

Neden çağrıldığımı anlamıştım. Bu saygısızlık karşısında bana sadece susmak düşüyordu.

Projeyi anlatmam istendi. Anlattım. Başkan,

- Ali Bey, dedi, derslerinizde soracağınız sorulardan birkaçını rica edebilir miyim?

En ilginç bulduğum birkaç soruyu söyledim. Kısa bir sessizlik oldu. Başkan etrafına bakındı. Herhalde kendisinden soruların yanıtlarını beklediğimi sanmış olmalı ki, sinirli sinirli gülümseyerek,

- Eskiden olsaydı bunların hepsine şıp diye cevap verirdim, dedi, ama unuttum bu konuları şimdi...

Oysa sorularımın hepsi değme matematikçiyi zorlayacak sorulardı. Kendim uydurduğum bu soruların bazılarının yanıtını bulmak için günlerce düşünmüştüm. Bazılarınınkini de hiç bulamamıştım... Ben sadece “ne kadar güzel sorular değil mi, güzel olduklarını teyit edin, heyecanımı paylaşın” anlamına bakmıştım panelistlerin yüzüne. Oysa onlar soruları bile anlamamışlardı.

Başkan devam etti konuşmasına:

- Ali Bey, dedi, biz sizi araştırmacı olarak çok iyi biliyoruz, tanınmış bir araştırmacısınız ve konunuzda belli ki çok iyisiniz, ama eğitimci olarak biz sizi hiç tanımıyoruz. İyi bir araştırmacı olmak demek illa iyi bir eğitimci olmak anlamına gelmez... Bu projede başarılı olacağınızı nasıl bilebiliriz ki?..

Bu aşamada projemi reddetmeye niyetli olduklarını anlamıştım. Son bir umutla kendimi savundum:

- Ama ben 5 yıldır liselilere yönelik Matematik Dünyası diye bir dergi çıkarıyorum... Derginin her sayısı on bin satıyor...

Etrafına bakınıp,

- Öyle mi? Bilmiyordum... dedi.

Diğerleri “evet öyle” anlamına baş salladılar.

- Ayrıca, diye ekledim, 20 küsur yıldır onlarca kez basılmış 5-6 tane popüler matematik kitabım var...

Gene etrafına sorgulayıcı bakışlar attı.

Diğer panelistler gene “evet öyle” anlamına başlarını salladılar.

- Ayrıca haftada en az bir kez bir ilkokula, bir liseye konuşma vermeye giderim...

Başkan konuyu değiştirdi:

- Ali Bey, dedi, bizim konseptimiz daha çok eğlence ve oyun içeren projeler...

- Olabilir... Benim konseptim de böyle... Farklılık güzel şeydir...

- Ama biz bu tür projelere destek vermiyoruz, bizim konseptimize uymuyor...

- Afedersiniz ama burası sizin konseptinizi destekleme derneği değil. Sizin konseptiniz yazmıyor şartnamede.

- Üzgünüz...

Ayağa kalktım, kapıya doğru yönelirken,

- Destekleseniz de desteklemeseniz de bu proje gerçekleşecek, dedim sinirli sinirli. Bu projeyi desteklemek sizin için ancak bir onur olabilir...



Projem desteklenmedi elbet. Ama hiç olmazsa bu vesileyle bir panelist grubunuzla tanışma fırsatım oldu.

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da TÜBİTAK’a sunduğumuz tüm lise ve lisans yazokulu projelerimiz reddedildi.

Geçen yıl hiçbir red gerekçesi gösterilmemişti. Bu yıl ısrarlarımız ve konunun basına yansıması karşısında red gerekçeleri sunuldu.

Gerekçelerin bir kısmı yersiz, bir kısmı dayanaktan yoksun, bir başka deyişle her biri aslında bir bahane.

Örneğin gerekçelerden biri, derslerin günün hangi saatinde yapılacağının belirtilmemesi. Alay gibi! Şartnamede olsaydı onu da yazardık ama yazmıyordu. Aklımıza da gelmedi doğrusu.

Bir başkası, ve bana en ağır geleni, Matematik Köyü’nü benim kurmuş olmam ve yönetmem ve orada yapılacak ve benim de yer aldığım bir projenin desteklenmesinin etik olmadığı!



Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

Projelerimizin desteklenmesi için, Matematik Köyü’nde matematik öğretmemem gerekiyormuş!

Hayatımın iki yılını ve varım yoğum her şeyimi verdim bu Köy’ü kurmak için. Başıma gelmedik bela da kalmadı. TÜBİTAK bu çabalarımdan dolayı beni kutlamak yerine, Köy’de yapılacak olan ve benim de yer aldığım projelere destek vermenin etik olmadığını söylüyor...

Hayatını matematiğe ve matematik eğitimine adamış biri Matematik Köyü yerine tatil köyü ya da dersane mi kurmalıydı? Panelistler Türkiye’de nasıl para kazanılacağını bilmiyorlar mı?



Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

Kurumunuzun reddettiği projelerin her biri birer mücevher değerindedir. Sadece Türkiye’de değil, dünyada bu projelere eşdeğer bir proje kolay kolay bulunamaz. Özür dileyerek söylüyorum, ama gerçek bu: Bu projeleri haklı ya da haksız gerekçelerle reddetmek kimsenin haddi değildir. TÜBİTAK’ın bu projeleri öpüp başına koyması, destekleyecek bütçesi yoksa, başbakana, cumhurbaşkanına çıkıp örtülü ödenekten yalvar yakar para istemesi gerekir!

Reddedilen projelerimizin değerini anlayacak kadar matematik bilmiyorsunuzdur muhtemelen, zaten bilmek zorunda da değilsiniz. Herkesin konusu ayrı. Bana inanmayın ve lütfen bir bilene, bir anlayana sorun. Konuyla hiçbir ilgisi olmayan ya da yönlendirilmiş panelistlerinize değil ama.

Son olarak Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş, tüm içtenliğimle şunu söylemek istiyorum: TÜBİTAK’tan destek almamamıza değil, TÜBİTAK’ın destek vermemesine üzülüyorum!

Saygılarımla,

Ali Nesin

Simple Man



simple man

mama told me when i was young
come sit beside me, my only son
and listen closely to what i say.
and if you do this
it will help you some sunny day.
take your time... don't live too fast,
troubles will come and they will pass.
go find a woman and you'll find love,
and don't forget son,
there is someone up above.

and be a simple kind of man.
be something you love and understand.
be a simple kind of man.
won't you do this for me son,
if you can?

forget your lust for the rich man's gold
all that you need is in your soul,
and you can do this if you try.
all that i want for you my son,
is to be satisfied.

boy, don't you worry... you'll find yourself.
follow you heart and nothing else.
and you can do this if you try.
all i want for you my son,
is to be satisfied.

Zavallı insanlar diyarı

Bir yazı okudum ve kan beynime sıçradı. Yorgundum, sinirliydim, ofisten eve gecenin yarımında gelmiştim. Artık komşular ne iş yaptığımı düşünüyor, merak ediyorum. Ha bir de, akşam akşam sözlükte beni delirten bir ruh hastasının ağzının payını verdikten sonra, sözlüğe bakayım biraz dedim. Arıza da ne arızaydı ama, bildiğin tükürük saçan kuduz sözlükte yazar olmuş! Bir de kaba, bir de ezik ki sorma gitsin. Aman bilmem hangi okulu dereceyle bitirmiş de, 2 dil biliyormuş da, CV'sini sorduk sanki eziğe. Konuşmalar filan bildiğin mahalle ağzı, sanırsın kaldırım biti'rimi! Başka bir halt edememiş hayatta, belli! Ya da az anne sütü almış, bilemedim. Ama var devrelerde bir bozukluk.

Uyardılar, "Manyaktır, bulaşma" dediler. E yok öyle yağma, madem kaşındı, baytarın lafına da mazhar olsun. Yedi lafı oturdu, sonra da ağlak mesajlar atmaya, nick'imin altında kin kusmaya devam etti zavallı ezik. Bir de tehdit etti ki, evlere şenlik! Senden korkan senin gibi olsun zavallım, git kuduz aşını ol da öyle gel! Dedim madem taşı attın kuyuya, gir de al! Diktiğim 2 entari de hediyem olsun, güzel durdu üstünde, zengin gösterdi.

İşte kimi iyi bir okuldan kazara mezun diye, kimi de parası var diye kendini adam sanıyor. Ben size bilmemnereden mezun olamazsınız, para kazanamazsınız demedim ki canlarım, adam olamazsınız dedim. İnsanlık zor zanaat, her bünyeye olmuyor. Nitekim olamamışsınız, ham ve çiğsiniz. Hepsinden beteri eziksiniz! Kemerimi süsleyecek kafanız olmadığından, mallar listemi süslüyorsunuz!

Neyse, haftaların fazla mesai yorgunluğu, gerginlik, yorgunluk vs, sonunda evimdeyim. Gecenin kaçı, lakin uykum yok. Baktım, sözlükteki başlıklar içinde Sibel Arna. Kendisi gazeteci unvanlı biri, ama bence bisikletle evlere gazete dağıtan çocuk bile daha fazla hak ediyor "gazeteci" sıfatını. Yazdıkları da incir çekirdeğini doldurmayan, bir yaraya merhem olmayan tırişkalar.
Görgüsüzlük, sonradan görmelik kokan, budaklı odun kullanımını özlettiren yazısı da bu. Resmen delirdim okurken. Bildiğin, kırmızı görmüş boğaya döndüm (ki nefret ettiğim bir manzara), midem kalktı! Sen kendini ne zannediyorsun da bir insanı böyle aşağılama hakkını kendinde buluyorsun? Hadi o şımarık zengin kadınları gibi davrandığın eski Türk filmlerindeki gibi söyleyeyim de tam olsun: BU NE CÜRET? BU NASIL BİR KÜSTAHLIK? Kadının ismini filan da yazmış utanmadan. Bilmemkaç metrelik, bilmemkaç KAMERALI teknen de, bikinin de yerin dibine batsın! Bu ne görgüsüzlük? Bu ne izansızlık? 

Madem o kadar kıymetli çocuğun, kolaysa sen bak! Evini temizledi, çocuğuna baktı diye kölen mi o insanlar? Hakaretlerine, yazındaki aşağılamalara katlanmaya mecbur mu? Böyle bir şeyi nasıl yazarsın gazete köşene? Anlamıyorum bu çiğliği ben arkadaş! Parayla herkesi satın alacağını sanan, hayatını para karşılığı kolaylaştıranlara köle muamelesi yapan zavallılara mı yanayım, bunların "gazeteci" sanılmasına mı, bilemedim. Çıktı sinirim tepeme!

Benzer bir saçmalığı da Efes One Love Festivali organizatörleri yapmış. O da ayrı bir rezalet.  Sonradan çark etmişler tabii. Hayati bir zırva!  Madem festivale gidiyorsun, bira ve yemek kuyruğuna da, çiş kuyruğuna da gireceksin! Yağmur yağarsa şemsiyeni Hayati tutacak, yere oturmamak için minderini o taşıyacak, arkalarda kaldıysan Hayati seni omzuna alacak. Yok yaa! Konseri omuzda izlemek zaten evelahir gıcık olduğum bir hadise. Her şeyi pembe olan o kokoş kızlar kadar salakça. Tanımadığın birinin, yani köle/parya gibi konumlanan bir kişinin omzuna oturacak ve konser izleyeceksin ha? Bunu yapabileceksin yani! Bunu kim düşündüyse bravo, az düşünen yerlerinden öpüyorum kendisini!

9 Haziran 2010 Çarşamba

Kanepemin filmi

Enteresan bir hafta sonunun öncesi ve sonrasındaki deli yoğunluk. Günlerdir ofisten geceyarısı çıkıyorum, eve gelip direkt yatıyorum, lakin uyuyamıyorum. Seller akarken, o karanlıkta ve şakırtıda uyumak ne mümkün; haliyle uyanamıyorum da. Yorgunum. Kanepeme hasret kaldım. Aslında galiba hafta sonuma hasretim. Güzeldi. Patlayan şeker gibi sürprizliydi.  

HBBA'da rastlayıp beğendiğim videoyu buraya konuk ettim. İçimden yüzüne karşı "Valla çalmadım, ödünç aldım" diyorum kendisine. Akabinde "şukela" diye ekliyorum. Affola.

Skhizein from echo on Vimeo.

6 Haziran 2010 Pazar

İradeye geeel!

Kafası karışık, kararsız ama kendince "hızlı" adamlar bazı insanları (hadi açalım insanı, kadınları) şaşırtıyor. Hatta biraz da sinirlendiriyor. Net değiller, kafaları bulanık. Karşısındakinin de kafasını bulandırıyorlar. Şehirlerarası ilişkiden delice korkuyorlar, aslında gerçek ya da değil, ilişkiden korkuyorlar. Bağlanma fobisi, araknafobiadan beter onlar için. Kadınlar da kara duldur belki, kim bilir?
Libidolarını kontrol edemiyorlar, "irade" bulmacada kelime olarak çıksa bulamazlar. Hiç ihtiyaçları olmamış çünkü, kendilerini tutmamışlar hiç. Salıp yaymışlar paso. Nedir bu güvensizlik, korku, kaçak güreşme hali, sürekli "Oh vur patlasın çal oynasın, one night stand'ler ağlasın!" durumu, anlamıyorum. Hep aceleleri var hep, her şey hemen olmalı, istedikleri an olmalı! Sınır yok, engel yok, olamaz, olması zayıflık!

Onlar gibi değilseniz, öyle düşünmüyorsanız da otokontrol kraliçesi, kendi duvarınızın ustası, kalıpların kadınısınız! Kaçıyorsunuz, korkuyorsunuz, sınırsız/düşünmeden/an'ı yakalayarak yaşamıyorsunuz ve hayatı ıskalıyorsunuz! Güzel kulp takıyorlar valla, bravo! 

Çevremden o kadar çok bu profildeki adam hikayesi duyuyorum ki, sanırım bölünerek çoğalıyorlar ve artık yazmadan edemedim. Zamanın ilişki modeli bu olmuş, benimsemeyene de kendini acındırma ya da karşı tarafı kötü hissettirme taktiği! 

Elçiye zeval olmaz ama, bir gün illa ki gerçek bir ilişki kurmanız gerekecek, otomatik vitesten bi çıkın canlar, bozulur o vites, elinizde kalır! "Seni üzmek, incitmek istemiyorum" yazısını bi çıkarın arabanın tamponundan, paslanmış!

5 Haziran 2010 Cumartesi

Ich bin eine Berlinerin & Ich liebe Praha

Gezmeyi, farklı yerler görüp değişik kültürler tanımayı, farklı mutfaklara ait yemekler yemeyi, efenim gittiği yerlerden arkadaşlara magnet getirmeyi herkes ister. Dünyayı gezmek, her faninin ütopik hayallerinden biri. Eh ben de bir fani olduğuma göre, benim de tabii. Lakin şimdiye dek yaban ellerde dek pek az yeri görebildim. Göreceğim, gitmek istediğim yerler çook ama çok. Şimdiye kadar gittiklerim Prag ve Berlin. 

Naçizane sıralamamda Floransa, Toskana ve Barcelona var. Bakalım... Kısfmet! Geçenlerde bir arkadaşla konuşurken, hayal bile kurmadığımı fark ettim. Kanepemde derin düşüncelere yatay biçimde dalmışken "Ulan yaşın kaç oldu hala pinekliyorsun, dişi Bezgin Bekir!" dedim kendime. Böyle bir silkindim, hareketlendim filan, hatta kalkıp mutfağa gittim, kavunla İzmir tulumu yedim, o derece.

Sonra yine başka bir arkadaşımın da sevgilisiyle adaylar arasında olduğu sitedeki çiftlerin videolarına baktım. Daha 20'lerinde gezip gördükleri yerleri, nasıl eğlendiklerini gördüm, moralim bir bozuldu arkadaş, o kadar olur! Ne güzel hayatlar var yahu! Dedim, bunca sene boşuna nefes alıp vermişim ben, tüü Allah beni kahretmesin! 

O yüzden kulağıma toprak dolup burnum düşmeden, takma diş bardağımın suyunu yanlışlıkla içmeden silkinip kendime gelmeye karar verdim. Yeter bu kurumuş kabuğunu ağaçta bırakmış cırcır böceği ruh hali! İçin bomboşsa doldur, kalk, bir şeyler yap! Berlin'le Prag'ı hatırla, yine yapabilirsin!

Al sana Berlin onlaması, copyright'ı bende, bilmem hatırlatmama gerek var mı ;)


Al, bu da Prag dokuzlaması. Bunlar hafızanı yerine getirmeye yardımcı olur belki, ha?

4 Haziran 2010 Cuma

Sansür mansür

Bazı google servislerine erişim engellenmiş, üstüne de bu. Şaka mı yahu? Ortaçağ'a dönüş. Hakkaten sizin nenize internet, erişim filan? Oturup camdan bakın siz!

Teknolojik bağnazlık böyle bir şey olsa gerek. Sansürün kulağına su kaçırmasak?

3 Haziran 2010 Perşembe

Anlamıyorum

Anlamıyorum, yardım gemisi diye gönderilen geminin içinde çocukların olmasını. Okul gezisi mi bu? Anlamıyorum, Kızılay'la karadan yardım göndermek varken illa gemi gönderme ısrarını. Tamam, abluka için kamuoyu oluşturmak önemli ama kaş yaparken göz çıkmadı mı? Anlamıyorum, elinde sapan ve sopadan başka bir şey olmayan sivillere ateş açılmasını, çocuk gibi "Önce o başlattı" denmesini. Ölenler Türk, gemi Türk gemisi olduğu halde açılan Filistin bayraklarını. Bu kadar çabuk örgütlenen, Filistin bayraklarıyla toplanan sarıklı, şalvarlı, çarşaflı güruhu. Sahi siz bu kadar duyarlı mıydınız, daha önce nerelerdeydiniz ey cemaat-i müslimin? Evet, Filistin'de yaşananlar zulümdür, barbarlıktır, durdurulması şarttır; bunu inkar eden yok.


Anlamıyorum, salya akıtan ırkçılığın tüm bir ulusa mal edilmesini. Nefretle birlikte korkunun ortalığa sinsice yayılmasını. Eskinin mağdurunun şimdinin zalimi olmasını. Meydanlardaki tekbir getirmeleri, gıyapta kılınan cenaze namazlarını. Hızla derinleşen, yönünü şaşıran nefreti. Din kardeşliğinin insanlığın önüne geçişini. E siz Bosna'da neredeydiniz canlar? 

Anlamıyorum... Öyle rezil bir nefret tohumu saçmak ki, kılıcın öbür tarafındakilerin, barışçıl olması gerekenlerin "Hitler az bile etmiş bunlara!" demesini. Köpük köpük öfke tükürüklerini. Savaş çığlıkları atıp kelle avcılığına soyunmayı, bir anda İHH'nin 'kahraman' olup Filistin'in hamiliğine soyunmasını. Ekranın sağ alt köşesinde Taksim, Mecidiyeköy yazmasa görüntü(deki)lerin İstanbul'da çekildiğine inanamayacak olmamı. Anlamıyorum bu insanlarla aynı şehirde, ülkede yaşadığımı, aynı oksijeni tükettiğimi. Bildiğin korkuyorum sanki. Nereye gidiyoruz biz sahi?

Ben senden önce ölmek isterim

Bir arkadaşım yazmış Facebook'ta, aklıma düştü yine... Nazım Hikmet. Analım elbet.



"Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor."

18 Şubat 1945

Nazım Hikmet Ran