26 Haziran 2013 Çarşamba

Gidenler...


Mayıs ve Haziran içimizi kıyarak geldi geçiyor. 2013 zaten pek iyi başlamadı. Aile dostları ve halamdan sonra Haziran'da peş peşe iki canı daha kaybettik. 4 gün arayla. İkisi de akciğer kanseriydi.

İkincisiyle tanışma şansım olmadı, eşimin eski iş arkadaşıydı. Çiğdem. 50'sine yakındı ve akciğerleri illete dayanamadı, göçtü gitti. Halamla aynı camiden kalkmış cenazesi, aynı mezarlığa defnedilmiş. Huzur içinde olsun ruhu...

Ama ilki... Benim için çok değerli biriydi. O yüzden içim çok yandı. Pek sevdiğim, kıymetlim İbrahim Amca... 40 yıllık aile dostumuz, (kendi deyimiyle) bir karışlık halimi bilen, 35 yaşına gelmeme rağmen çocukluk lakabım "cimcime"yle bana hitap eden İbrahim Amca. Tok sesli, mavi gözlü amcam. "Evlat" diye seslenirdi anneme, çok severdi hepimizi.

Hastalığı ortaya çıkmadan kısa bir süre önce 50 küsur yıldır keyifle tüttürdüğü sigarasını, her akşam iki tek attığı rakısını bırakıvermişti. Şaşırmıştık, içi almıyormuş meğer... Teşhis kondu, kemoterapi başladı, radyoterapi filan derken teşhisten bir yıl sonra kaybettik. Düğünüme geldiğine, o gün yanımda olduğuna o kadar mutlu olmuştu ki... Biz de öyle. Şimdiden 3 kişi eksildi düğün gecesi fotoğraflarından. Eşimin nikah şahidi Yusuf Abi, halam ve en son da İbrahim Amca... Cenazesine yetişemedik, haberi aldığımız akşamın ertesi günü öğlen Tirebolu'ya; köyüne defnettiler.

Hem kaybına hem de cenazeye yetişemeyişimize çok üzüldüm. Ama hepsinden çok, yoğun bakıma girmeden 1-2 gün önce bile çocuklarına Divan edebiyatından şiirler okuyan, eşiyle şakalaşan o dimdik adamın artık hayatımızda ol(a)mayacağına üzüldüm.

Her konuda bilgisi olan, çok okuyan, merhametli, dürüst, konuştu mu kendini dinleten o hoşsohbet, leb-i derya gibi iyi yürekli adamı artık göremeyecek, onunla artık sohbet edemeyecek olmama üzüldüm... Torunlarını sevemeyeceğine, kendiyle özdeşleşen o iki tek rakısını keyifle içemeyeceğine üzüldüm...

Güzel sanatlar sınavında portresini yazdığım, dolu dolu "evlat" diyen o güzelim adam artık yok. İçimizde koca bir sızı bırakarak göçüp gitti. Nur içinde yatsın, ruhu huzurlu olsun. Cimcime'si onu hiç unutmayacak...

24 Haziran 2013 Pazartesi

Duyuyor musun bizi?

Alttaki iki kare arasındaki farkı anladığınızda, belki sesimizi de duyacaksınız.
Daha ne kadar duymazdan gelinebilir ki... O zaman bu şarkının sözleri de çınlayacak beyninizde. Tazyikli su, biber gazı, cop ve plastik mermi yerine karanfil... Yeterince adil mi?








Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Edip Cansever

21 Haziran 2013 Cuma

Kim sevmedi söyle seni...

Daha fazla Gezi şarkısı için tıklayın.

 

Duran...

Can-Candan Selman, İbrahim Çaltılı ve Yiğit Sevinç'in eline sağlık. Yaşananların, gözümüzle gördüklerimizin ve ısrarla gösterilmeye çalışanların ironik mini bir özeti.

C

19 Haziran 2013 Çarşamba

Durup duru...

Bazıları karşıt görüşte olduklarını bile ötekileştirmeme, kibriyle ezmeme duyarlılığında; bazıları da aynı tarafta olduklarını bile küçümseyip hor görme derdinde... İşte beşer böyle zamanlarda şaşar. Bazen şiirler daha iyi anlatır her şeyi...

Görsel için kaynak
"Artık ne uyanmak için bu sabahlar
Ne de bekliyoruz, beklemek için değil
Üstelik ne de bir karanlıkla anlatıyoruz bu düşünceyi
Ne açıp da ağzımızı tek kelime
Yok, hayır, kaskatı durmuşuz sadece
Durmuşuz; ölümü, acıyı, daha neleri durdurmak için"


(Edip Cansever /Umutsuzlar Parkı)

**

"Ne güzel bir duruşun var senin
Doğayı kımıldatmadan"


(Edip Cansever)

**

"Sözde kirlettiğimiz bütün her şey duruyor
Bak ne diyorum sana, ele güne karşı

Biz duralım biz sürekliyiz duralım
Durukluğa, tüberküloza ve uranyuma karşı"


(Turgut Uyar/Su Yorumcuları'na)

**

"Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz."


Cemal Süreya

Görsel için kaynak

10 Haziran 2013 Pazartesi

On yüz bin milyon ağaç

Günlerdir, insanlar Gezi Parkı direnişinden, olan bitenden bahsediyor. Hayat bu minvalde akıyor ya da duruyor. Kimileri ta başından beri orada. Apolitik sanılan gençlerin ateşlediği bir heyecanla oradalar hem de. "Yaav 2-3 ağaç için değer mi, nereye gidiyor bu iş?" diyenlere aldırmadan. Patti Smith'in dediği gibi, uzun zamandır süren uykularından uyanarak... Edebiyatçılar, oyuncular, yazarlar, sinemacılar var aralarında. Ama çoğu genç, öğrenci. X, Y, Z... kuşakları fark eder mi? Çapulcu, ayyaş, marjinal addedilseler de yılmıyorlar, tazyikli suyla biber gazına rağmen tınmıyorlar. Bir süre yanlarında olabildim, kısa bir süre. Gurur duydum onlarla, cesaretleriyle, yaptıklarıyla. Vay be, dedim.

Bazıları tosuruğuyla kavga ederken, hayatındaki türlü zırvalıklara matah bir şey gibi sarılırken, ilgi çekmek için türlü şaklabanlıklar yaparken; bu çocuklar hiç umulmadık şeyler yaptılar.

İstedikleri, istediğimiz şeyi anlamak çok da zor değil aslında. Yok sayılmamak, sürekli "öteki" sayılıp dışlanmamak, doğuracağımız çocuk sayısından onu nasıl doğuracağımıza, içkiyi evde mi dışarıda mı içeceğimize, içeceksek kaça kadar içebileceğimize karışılmaması, kentimizle ilgili kararlarda söz sahibi olmak, azarlanmamak... Alt alta sıraladığımızda çok da korkunç şeyler istediğimizi sanmıyorum.

Bunu isteyen insanların vandal, çapulcu, marjinal addedilmesini ya da buna inanılmasını da hala kafam almıyor. Barış içinde yaşayalım, yok sayılmayalım; o-bu-şu-o diye etiketlenmeyelim, özgür olabilelim... Ankara'da bir arkadaşımızın biber gazı yüzünden kör olması, fotoğrafçı bir arkadaşımızın aynı sebepten kolunun kırılması, hayatını kaybeden gencecik insanlar... Bunları duyup okudukça bu silkinmişlik, öfkeye dönüşüyor. Acıya dönüşüyor. Bu insanların günlerdir cesaretle sürdürdüğü şey boşa gitmesin, gitmemeli diye endişeye dönüşüyor. Dünya anladı, burası anlamadı; anlamak istemedi. Evlerdeki sirke-limon stokları eridi, o gazlar sular bitmedi.

Bugün bir toplantıdan dönerken bindiğimiz taksinin şoförünün sözleri bu yüzden daha da canımı sıktı. Biz Gezi Parkı'nda olanlardan söz ederken araya girdi: "Ama ben de öyle şeyler gördüm ki yani..." 
Burada meraklanmamızı bekleyen bir es.
"Ne gördünüz acaba, merak ettim." diye soruyorum esin uzamasından sıkılıp.
"Gençler böyle kızlı erkekli, alkol filan... Cık..."
"Nerede gördünüz bunu, Gezi Parkı'nda mı?
"Hayır da yani, Sıraselviler'de..."
"Biz burada Gezi Parkı'ndan ve oradaki insanlardan bahsediyoruz, orada böyle bir şey gördünüz mü? Ben görmedim. Arkadaşlarım da görmemiş. Sıraselviler'e nereden geldi mevzu, anlayamadım. Konuyu bulandırmanın, başka yerlere çekmeye çalışmanın alemi yok ki." diyorum. Sinirime şaşıyorum başta. Ama aynadan göz teması bile kurmayan, bindiğimizde bir "İyi günler" bile demeyen adamın bu kadar rahat atıp tutması canımı sıkıyor.

Maslak'ta yaptığı bu gereksiz girizgahtan sonra ağzını açmıyor bir daha. O trafikte Altunizade'ye kadar sesi çıkmıyor. Birçok arkadaşımı, kendimi, onca yazar çizeri, içinde kuzenimin de olduğu o çocukları bilmesem; çok "ahlaksız" şeyler olur sanacağım orada. Uuuv... Velev ki öyle... 

İki gencin öpüşmesi, birazcık bira yudumlaması ne kadar rahatsız ediyormuş bazılarını meğer. Siyah sopalılar 1'e 10 saldırıp insanları öldüresiye döverken, dağ-taş-ova-bayır-çayır silme AVM-otel-rezidans dolarken, sinema-kültür merkezi adına ne varsa yıkılıp içi boş cırcır böceği kabuğuna dönerken, insanlar %50 %50 ayrılırken, ağaç-park yeşili azalıp başka bir yeşile dönerken, şu saatte iç, onu da git evinde iç, şu kadar çocuk doğur, onu da normal doğur, burayı da oyacağız içine badem koyacağız denirken, Haydarpaşa gibi çocukluğumuzun anıları cayırdarken, boğaz dizi dizi köprü olup ayaklarındaki son ağaçlar da meçhule "taşınırken" kimse rahatsız olmuyor da...

Bak ya... İnsanlar artık "insan" yerine konmak istiyor. Azar işitmekten, kandırılmaktan bıktık. Vandal cehaletten yorulduk. Asıl vandallık bu. Darmadağın edip geride bir şey bırakmamacasına yok etmek. Tarihi olanı yıkıp, eskimiş yok olmuşu kıymetlidur diye hortlatmaya çalışmak... 

Birçok şeyden gönlümüz bulandı artık, kırıldık. Gideceğimiz, gitmek istediğimiz bir yer yok, ikamet burada; var mı başka bir çözüm öneriniz? 35 yaşındayım, yazıp çizerek sürdürmeye çalıştığım hayatım İzmir-İstanbul arasında geçti. Ailem burada, dostlarım burada, kocam burada, kedilerim kitaplarım burada. Kedilerimi 1 haftadan fazla yalnız bile bırakamam ben. 

Siyasetle sıcak temasım; üniversite yıllarında seçimde oy verdiğim parti, kısa-kırmızı saçlarım ve koltuğumun altındaki gazete yüzünden yurttaki birkaç terlikli havhav'dan aldığım tehditten ibaret. Topuklar dibe vura vura nereye kaçalım istiyorsunuz ki? Herkes bin pişmanken burada yaşadığına, bu sefer "İyi ki burdaymışım, varmışım, sesimi çıkarmışım" dedi. Uzakta olanlar hayıflandı bu kez.

Derdimiz, daha yaşanılır bir yer sadece. Bunları anlatmaya çalışıyorlar hep. Debelenmemiz bundan. Böcek addetseniz de durum bu. Sanat-sepetle uğraşan, okuyan düşünen, düşünüp üzülen, üzülünce de "Yeter be" diye vicdanını sokağa salan insanların bütün derdi bu. Valla bak... Buradan nereye yol olur bu sözler, kaç yüz bin milyon ağaca tekabül eder bilmem ama o güzel genç insanları hiç unutmayacağım ben. Ora kırıldı bura döküldü vız vız filan ama, birşeylerin cilası da ne zamandır dökük.

9 Haziran 2013 Pazar

8 Haziran 2013 Cumartesi

Neden?

Günlerdir yaşananları unutmamak, unutturmamak için çabalıyor birçok insan. Ellerinden geldiğince. Haykırıyorlar, anlatmaya çalışıyorlar. Fotoğraflarla, videolarla, afişlerle, yazılarla "Uyanın" diyorlar.  Hepimiz.

Okuduğum bloglardakinin, mizah dergilerindekinin ve sokakta gördüklerimin zerresi yok medya denen, eğitimini almaktan utanç duyduğum şeyde. Yazık... Keşke penguen belgeseli vermeye devam etseydiniz. Şimdi sapla samanı birbirine karıştırmaktan, yardakçılıktan başka bir şey yapmıyorsunuz. O yüzden bu haftanın Uykusuz, Penguen ve Leman'ı, kendini "ciddi" ve "tarafsız" addeden süprüntülerden daha kıymetli olarak zihnimin arşivinde kalacak. 


Kaan Sezyum'un köşesinde yaptığı gibi, bugün fakirhaneyi Deniz Özturhan'ın yazısına bırakıyorum. Umarım müsaade vardır. O ka güzel anlatmış ki... Yazının tümü Kim Lan Bu Hayatımın Erkeği'nde...

Ben meydana niye çıktım?

"... Ben meydana ne ulusalcı, ne çevreci, ne anarşist, önce sıradan bir kadın olarak çıktım. Bu ülkede öldürülen, ölmesine göz yumulan, cinayetleri hukuksal olarak desteklenen, folluk olarak görülen, sosyal hayattan men edilmek istenen tüm kadınlar için, kendim için... Canımıza kastederek bizi korkutmaya, onurumuzla oynayarak bizi sindirmeye çalıştıkları için çıktım.

Ben meydana Ata'yı özlediğim için çıkmadım. Beni bugün, hemen şimdi temsil edecek tek bir lider olmadığı için, hiç bir lider ülkenin vatandaşına insan muamelesi yapmadığı, insan hayatı çok ucuz olduğu ve bunu asla takmadıkları için çıktım. Depremde, selde, afette, terörde, madende, iş kazasında ve trafikte ölen insanlar, onların nazarında sadece sayıdan ibaret olduğu, onlardan bahsederken "5 madenci, pardon 7, neyse..." diyebildikleri için ve utanmadan, arlanmadan, pişkin pişkin, bu "ucuz insan" fikrini destekledikleri, övdükleri, düğünlere gidip çiftlere 3-5 çocuk sipariş ettikleri için çıktım.

Ben meydana "Nihayet barış süreci oluyor, bunu provake edeyim, bitireyim, ülkeye anarşi getireyim" diye çıkmadım. Ne barışın, ne sürecin açıklamasını kimseye yapmadıkları, orada barış derken komşuya savaş çığırtkanlığı ve hazılığı yaptıkları, büyük ihtimalle bölgede kanlı, kirli, gizli amaçları olduğu için çıktım. Kimi kime kırdıracakları belli olmayan savaşlara benim ülkemi, biraz daha para için sokamasınlar diye çıktım.

Ben meydana gece 22:00'den sonra alkol bulamayacağım, Allah muhafaza ayık kalacağım için çıkmadım. Ben ayık olmak istemezsem, tayyip bizzat gelip çorabımdaki sigaraya el koyup kırsa, kulağıma ilahi üfürse fayda etmez canım benim. Ben meydana, şimdiye dek tek tek, itinayla etimizden cimbızla yoldukları ve yolmaya devam edecekleri tüm Cumhuriyet kazanımları için çıktım. Kendilerinden olmayan herkesi düşman bildikleri, açıkça, yüzümüze yüzümüze hakaret ettikleri için çıktım.

Ben meydana dindar insanlar tarafından yönetildiğim ve dine tahammül edemediğim için çıkmadım. Ben bu dindarların sadece sınırlı sayıda Müslüman'a yetecek kadar adaletleri olduğunu 10 yıldır gördüğüm için çıktım meydana. Ne işten atılan THY personelinin, Tekel işçisinin, ne evinden atılan Sulukuleli'nin, ne toprağı deresi Hes'e kurban gidenin, ne yazdığı ya da asker olduğu için hapiste yatanın, ne Uludere'de ölenin, ne Reyhanlı'da sakat kalanın hesabı sorulamadığı için çıktım.

Ben meydana marjinal ve çapulcu olduğum için çıkmadım, ki değilim. Elime molotof verilse, organik zeytinyağı sanacak, ayrıca çalıştığı her işte ve satın aldığı her malda devletine verigisini 10 yıldır gıcır gıcır veren biriyim. Vergileri verdim ama bana yol, su, elektrik, park, konser ya da spor salonu olarak geri dönmedi. Bişey dönmediği gibi, hazırda olanlar da gitti. Tek tek sayamıyacağım ama bir Beşiktaş'taki çay bahçesini saltanat mülkünüze kattığınızda, bir de Haydarpaşa'yı otele okutmak için yaktığınızda, büyük bedduamı aldınız. Oralar benim evimde en sevdiğim köşeler, en güzel çıktığım fotoğraflardı. Siz benim en afili fotoğrafımı yırttınız.

***

Bundan sonrasını getirmek kolay değil, hala sokaklarda insanlar, arkadaşım eşim dostum var. Hala halkına harcanabilir gözüyle bakan bir insanın yönettiği, şiddeti gaddarlığa çoktan dökmüş bir orduyla savaşıyorlar. Savaşıyorlar derken ekipman olarak deniz gözlüğü, gaz ve toz maskesi, olmadı sirkeli bez ile.

Gelmiş geçmiş en apolitik nesile gerilla gibi sokak sokak evlerini savunmayı öğrettiniz. "Aman evladım olaya karışma, örgüte partiye bulaşma" diyen babalar çocuklarının çantasına limon koyup meydana yolladı. Teyzeler elde börek cepheye erzak taşır gibi sokaklara uğradı, sizin gene kibiriniz durmadı, durulamadı.
Zira bizi sayımıyorsunuz ve şimdi açık konuşalım sanırım şu sıralar asabınız biraz bozuk, çok net muhakemede bulunamıyorsunuz. (deniz özturhan)"