Sonrasında bizim şirket adamın teliflerini aksatmaya, biriktirmeye başladı ve o da haklı olarak tek muhatabı olan bana saydırmaya... İlişkimiz yara aldı. Böyle bir fırça zinciri... Adamı yazı için arıyorum -parasının yattığını düşünerek-, sonra ondan öğreniyorum ki yatmamış, hem de iki sayıdır -oha-. O diyor "Kusura bakmayın ama hesabımda telifimi görene kadar yazıyı göndermem" ben diyorum "Ay valla çok haklısınız, kusura bakmayın, hemen çözmeye çalışacağım", arıyorum muhasebeyi bas bas "Ya rezil ettiniz beni adama, yatırsanıza parasını, yatırmıyorsanız da haber versenize. Ayıptır, yüzüm kalmadı aramaya" filan...
Sonunda iş, bütün yöneticilerin olduğu bir toplantıda muhasebeden sorumlu CFO'nun "Editör sizsiniz, yazarlarınızı teliflerin gecikeceği konusunda ikna edin, yanağınızdan öpeyim" demesi, benim de taze Serdar yaramla "Valla bizi bi yerimizden öpmeyin de, insanların iki kuruş parasını ödeyin; rezil oluyoruz herkese. Piyasada yazı yazdıracak adam bulamayacağız" dememle yayın yönetmeni ve diğer müdürlerin çakmak gözlerle bana bakışına kadar uzadı... yani sayın Kuzuloğlu, o teliflerin ödenmesi için hakkaten uğraştım, inanın.
En son Cnntürk'te bir programda konuşmuş, uzun zamandır televizyon izleyemediğim için internette rastladım. Çok da hoşuma gitti sanal dünyadaki o zavallı hali anlatışı. Şuracığa bırakıyorum. Belki hala izlememiş olanlar vardır. Instagram'da paylaştığımda 90 küsur kişinin izleyip sadece 10'unun beğen tuşuna basması, Serdar'ın sonuna kadar haklı olduğunu çıkardı, adam işi biliyor :)
Ofiste, hafta sonuna 2 kala uyuz bir gün daha... Birbirine iş sokmaya çalışan, sohbet muhabbetleri de birbirinin kuyruğuna basana kadar süren, herkesin birbirinin arkasından konuştuğu, samimiyetsiz bir kadınlar hamamı. Bir tane erkek bile yok. Herkes birbirine bileniyor. En az iş yapanında/en iş bilmezinde en fazla cüretin olduğu, bir acayip yer. Tuhaf ama böyle.
Uzunca bir süredir (7 yıl) burada çalışıyorum, aralarındaki o tuhaf ilişkiyi hala çözmeyi başaramadım. Sonra zaten çözmeye çalışmayı bırakıp kendimi korumaya alacak bazı yöntemler geliştirmeye başladım. Olabildiğince az muhatap olup işimi yaparak, dedikodularından kendimi kurtarabildiğimce kurtarmak. Günü en az zararla, minimum sinir harbiyle kapatmak. Gayem bu artık. Cevap yetiştirmek, bataklıklarına gömülmek istemiyorum. Kendimi ezdirmemeye, üstüme yük bindirmelerini engellemeye çalışıyorum, hepsi bu. İmaları vız geliyor trıs gidiyor, tepem attıysa aynı şekilde iade ediliyor.
Konuşmayı seven bir insan olarak, bazı günler kendileriyle tek kelime etmediğimiz ya da çok çok az iletişim kurduğumuz oluyor. Sıkıntı değil. Yapmacık hallerinden o ka midem bulandı ki, olmasa da olur. Fısır fısır, pıs pıs bir köşede konuştuklarını bilmesem de olur, hatta daha da iyi olur. Velhasıl, bir ofis yabanına dönüşmem böyle oldu. Memnunum. Sonuçta iş yapmak üzere bir arada bulunan insanlarız, seçme şansımız pek yok; birbirimizin kuyusunu kazınca maaşımız da artmıyor, terfi de etmiyoruz. Neyin çabası bu?!
Özetle, ayağımıza takılacak taşlar hep olacak. Taşa değil ufka bakalım. Deniz var. Gökyüzü var. Umut etmeye devam. "Kuş ölür, sen uçuşu hatırla" demiş Füruh Ferruhzad. Ne güzel demiş. Bahar hepimize iyi gelsin, ferah perşembeler olsun :)
Ha bu da bugünün fon müziği olarak şuracıkta tıngırdasın.