12 Temmuz 2018 Perşembe

Yeniden aylak olmak...

Bu bloğu Mart 2010'da açmıştım. Yaklaşık 3 yıldır reklam yazarı olarak çalıştığım ajanstan hepimizi sepetlemişlerdi ve ben de kendimi oyalamak için blog açmaya karar vermiştim. Ama blogu açtıktan 1 ay sonra en son çalıştığım kurumsal şirkete başladığımdan, aylaklığım fazla uzun sürmemişti...

8.5 yıl sonra yine işsizim. 5 Temmuz Cuma itibariyle, boş gezenin boş kalfası bir insanım. Ama hayatımda kendimi bu kadar huzurlu ve rahat hissettiğim bir dönem azdır herhalde. Çünkü son 1 yıldır, ciddi ciddi mobbing görüyordum. Tek ben mi, ekipteki diğer arkadaşlarım da. Hep beraber çilekeşlere dönmüştük.

Önce, 7 yıldır çalıştığımız departmandan başka bir departmana aktarıldık, yöneticilerimiz gönderilmek istendi. Yöneticisiz kaldık. Sonra başımıza bizi ezmeye çalışan/yok sayan bir direktör geldi. 2.5-3 ay canımıza okuduktan sonra defolup gitti. Sonra? Bitmedi. 

İşe benden sonra giren ekip arkadaşımı müdür yaptılar, üstüm oldu. Ha, bu arada, 8.5 yıl boyunca terfi almadığımı, stajyerler benimle aynı pozisyona gelirken, yöneticilerim yükselirken yani astım üstüm, sağım solum terfi ederken benim bunca yıl aynı unvanda kaldığımı da ekleyeyim. 

En son da, bizi yıllardır çalıştığımız binadan/bölümden alıp ofisin bahçesindeki kardeş işyeri olan ajansa aldılar. O arada bir sürü isyan, İK ile pazarlıklar vs... "İstemeyen gider" dendi. Zorla oraya gönderildik yani. Dedim bunlar bizi çoktan gözden çıkardı, istifaya zorlayıp tazminatsız atmaya çalışıyor. Passiflora ile yıkanırım, damardan Lustral alırım yine her tür mobbinge dayanırım da istifa edip bunca yıllık emeğimi, tazminatımı yedirmem! 

Mart sonunda ekipten 2 arkadaşımızı çıkardılar, aramızda sıra kimde diye konuşup takmamaya çalışırken, meğer sıra bana ve birine daha gelmiş. Saçma sapan bağırıp kavga çıkarmasıyla benim de haksız yere işten çıkarılmama sebep olan diğerine. Giderayak yine çamurluk yapmaya kalktı İK. Neyse ki yapamadan, iş dünyası jargonuyla "Yollarımızı ayırdık". İçimde kalanları yazdığım bir maili tüm şirkete yolladım ve haberin bana verildiği an topladığım 4 bez çantaya sığan eşyamla, bu maceranın da sonuna geldim. Haklarımı az zorlayarak da olsa aldım, defteri kapattım. Fin. Adios!



İçim rahat, yaza denk geldiği için ayrıca mutluyum. Tek bir gözyaşı dahi dökmedim, omuzlarımdan ağır bir yük kalktı. Yorulmuş ve sıkılmıştım. Yakında "Çayları da siz dağıtacaksınız bundan böyle" deseler şaşırmayacak hale gelmiştim. Eşşek kuyruğu gibi ne uzayıp ne kısaldığım yetmiyor gibi, kısırdöngüye girmişti mevzu. Kangrene dönmüştü. Kesip atmak iyi oldu. Ne demişler, bir kapı kapanmadan yenisi açılmıyor... Özleyeceğim insanlar olacak elbette, ama istedikten sonra her türlü görüşürüz. İstemediklerime de katlanma zorunluluğu kalmadı artık. Herkesin yolu açık olsun. Ama kırgınlık var, doğru düzgün bir vedayı bile hak etmemişim bunca yıl emek verdiğim yerde, canları sağolsun...

Kızımla olmanın, hafta içi Moda'ya, adalara gidebilmenin, bomboş metroya/metrobüse binmenin, sabahları erken kalkmak zorunda olmamanın keyfini yaşıyorum 3 gündür. Umarım dinlendikten sonra kafama göre bir iş de bulurum. Son yer gibi, büyük ve kurumsal olmasına gerek yok. Küçük olsun, düzgün olsun. Ayak oyunlarından, dedikodulardan, ikiyüzlülükten ve adaletsiz her tür durumdan midem bulanmıştı. Arınmam zaman alacak. Ama her yerin/herkesin bir vadesi var ve benimki doldu. Kimsenin kuyusunu kazmadığım, işimi düzgün yaptığım için kafam da vicdanım da huzurlu. Hayat herkese hak ettiğini yaşatsın. 

Artık önümüzdeki maçlara bakacağız. Madem hayat limon verdi, limonata hatta kokteyl yapacağız. Kalanlara sabır diliyor, mapushane çıkışı gibi "Allah kurtarsın canlar!" diyorum. Bu "acı" bitti, sıradaki tatlı gelsin :)



7 Temmuz 2018 Cumartesi

Neyse, Patrick Melrose

Geçen metroda giderken, nasıl olmuşsa denk gelmiş oturmuştum. Arada hamileyim sanıp yer veriyorlar, çok yorgunsam hiç bozmayıp çöküyorum. Tam işe yarayacağı zaman göbeğimin ekmeğini yemeyeyim mi yani? Hamileyken yer vermediklerine saysınlar artık. Millet benim için kavga ediyordu o ara (böyle deyince bi havalı oldu ha), "Ay hamile kadına yer vermiyorlar ayıp be, şş kalksanıza gençler hüoop" diye. 

Neyse, tepemde dikilen kızın elindeki kitap dikkatimi çekti: "Neyse". Bi hoşuma gitti adı. Baktım yazarına, Emrah Kabba. Hiç duymamışım. Kendisi Twitter'da çok meşhurmuş, oradaki mahlası @yokmaalesef'miş. Bence kesin reklamcı. Hayatını yazarak kazanıyorsa öyledir gibime geldi. Bu imlayla editör olamaz, yok yok, değildir :) 

İnternet siparişlerine ekledim kitabı hemen. Başladım ama imla filan hak getire, anlatım bozukluğu gırla... Normalde acayip takılırım, resmen okumamı engelliyor ama rakı masasında muhabbet eder gibi yazıldığı için herhalde, çok da umursamadım. Metroda-metrobüste yer yer sırıtarak, arada kitabın kahramanı Nuri'nin bahtsızlığına hayıflanıp gülerek bitirdim kitabı. İyi geldi içime. Ananem, sevdiği yemeğin üstüne çay içince böyle der hep: "Ooh, iyi geldi içime; yakıştı"

Tavuk dönerden nefret ederim, gerçekten sarışınlık atfedip tapmasına da güldüm. Kitap çok heyecanlı yerinde bitti, devamı gelir herhalde. Şu blogger'ların dizüstü edebiyat serisi gibi, çok da bir şey beklemeden okunursa eğlenceli. Yani edebi bir tat, afili bir üslup beklememek lazım. Sürükleyici ama. Kafa yormadan lıkır lıkır gidiyor. ekşi sözlük'ten tanıdığım birilerinin tarzına benzettim, olur mu olur. Belki de kendisi suser, bilemedim. Soyadı filan, takma gibi. Kaba'ymış da Kabba yapmış sanki. Plajda, tatile çıkamıyorsanız da toplu taşımada okumak isterseniz kapağı altta. Kendisiyle yapılmış bir röportaj da >> şurada.




Ne zamandır dizi izlemiyordum. En son "Şahsiyet"e başlayıp bırakmıştım. Şimdi ise 5harfliler'de gördüğüm yeni bir diziye başladım: "Patrick Melrose". Başrollerde Benedict Cumberbatch, Hugo Waeving. İlki oğul, ikinci baba rolünde. Uyuşturucu bağımlısı, snob, takıntılı, aklının bir köşesinde intihar hep olan ve her şeyin 'kaliteli'sini arayan Patrick'in, babasının ölüm haberini almasıyla başladı ilk bölüm olan "Bad News". Normal insanlar için üzücü/yıkıcı olabilecek bu haberi sevinçle karşılamasından, babasıyla olan ilişkisinin nasıl olduğunu anlıyoruz aslında. Spoiler'ları okumamaya çalıştım, merak edenler için ben de anlatmayayım ama dizideki ilk çocukluğa dönüş sahnelerinden babasının onu çocukken taciz ettiğini açıkça anlıyoruz. Taciz deyince hafif kaçtı, bildiğin öz babası tecavüz ediyor 8 yaşındaki çocuğa. İyi piyano çalan, gaddar avcı, 'rafine' (!) zevkleri olan, zengin, sapkın ve acımasız bir baba... 

Küçük bir erkek çocuğun hayatı tam da burada kaymaya başlıyor. Karnıma ağrılar saplandı daha ilk bölümden. Dizi, edebiyat uyarlaması. Edward St. Aubyn’in aynı adlı roman serisinden uyarlanmış. Yazar, uzun yıllar tekliflere dirense de Cumberbatch'ın bir röportajında bu karakteri canlandırmayı çok istediğini söylemesiyle fikrini değiştirmiş. Beş ciltlik romanı, beş bölüme sığdırmışlar. 

Şu diyalog dizinin özeti olabilir:
* Öldüğüne üzüldün mü?
-Yaşadığı için üzüldüm asıl

İnsanlar durduk yere alkol/uyuşturucu bağımlısı, intihara meyilli olmuyor. Her şeyin kaynağı çocukluk. "Çocuktur anlamaz, hatırlamaz" denilen zamanlar... Son haberlerden sonra ruh halim böyle bir şey izlemeye hiç hazır değil. Sanırım karnıma ağrılar girerek, tırnaklarımı kemirerek izleyemeye devam edeceğim. Artık dayanabildiğim yere kadar. Uyuşturucu sahneleri beni biraz rahatsız etti. Patrick'in sürekli kendi kendine konuşması, babasını taklit etmesi filan çok üzücü. Hep şunu düşünürüm böyle travmalar yaşayan çocuklarda, anneleri hiç mi fark etmez? Daha korkuncu fark ediyorlarsa, nasıl ses çıkarmazlar? Bu nasıl bir çaresizlik olabilir? Muhtemelen kendileri de çocuklarına bunu yapan adamlardan şiddet gördükleri için.

Şuraya tanıtım videosunu bırakayım. Gıcık olduğum İngiliz aksanını sevdiren, çok acayip oyuncu Benedict hatrına izlenir... "Ya en iyisi olsun ya da hiç olmasın"




Geç keşfettiğim genç müzisyenler oldu bir de bu ara, ofisteki arkadaşlar ve spotify sağolsun. Bunlardan biri de Evrencan Gündüz. Kesin biliyorsunuzdur, Asım Can Gündüz'ün oğluymuş. Şarkıları eğlenceli, tarzını sevdim. Arkadaşlarıyla tıngırdatıp eğlenirken kaydetmişler sanki hep şarkıları. 

Annesi tarafından büyütülmüş. Daha 21 yaşında. 15 yaşında Beşiktaş vapurunda müzik yapmaya başlamış. Sonrası sokak müzisyenliği. Sempatik bir tip. Yıllarca (galiba liseye kadar) görmediği babası için "Çok iyi bir insan ama baba olabilecek biri değilmiş aslında, kendi çocukmuş. İstememiş çocuk, alamamış o sorumluluğu. Becerememiş" gibi bir lafı var. Hoşuma gitti samimiyeti, şefkatli ve sahici hali. Trip atmak yerine, babasını ve durumu kabullenmiş. Müziğin iyileştirici hali merhem olmuş yarasına. Baba meselesini çözemese, acısını çok çekerdi. Acıyı müzikle bal eylemiş. İyi kalpli olmak daha önemli şu hayatta. Kindarlıkla ömür geçmiyor. Aferin Evrencan.

"La La La" diye şarkı olur mu, olmuş...



Al, saçları ve müzik yeteneği babasına çekmiş işte. Genetikten kaçamıyorsun. Eh, herkes anne baba olmak zorunda değil, olmaya uygun da değil kimisi. Zorla değil ya. Hepimiz bir süre sonra, anne-baba olsak da olmasak da; bir zamanlar burun kıvırdığımız anne babalarımıza dönüşeceğiz. Mukadderat. Sonra gün gelip elimiz böğrümüzde, pişmanlık ve keşke'lerle yokluklarına alışmaya çalışırken bulacağız kendimizi. 

"Ya babama ve kaderime küsüp bunalım bir tip olacaktım ya da hayatıma devam edecektim." mealinde bir şey demiş Evrencan. İkinci yolu seçerek iyi yapmış, hayat küsmek ve bunalmak için çok kısa be gerçekten. Bunalım yaptığı zamanlara acıyor insan bir süre sonra. Ben de bir sürü ayı/yılı öyle geçirdim. Düşündüm de, ne saçmaymış. 

Şimdi ise tek derdim, kızımla daha çok ve güzel vakit geçirmek. Onun eğlendiğini, mutlu olduğunu görmek. İyi bir insan olduğunu... Sağlığıma dikkat edersem, sırf bu yüzden ederim yani. Benim için "Tatlı bir annem var, beni sevdiğini hep hissettirdi bana" dese mesela, delirecek gibi olurum herhalde sevinçten. Bazen ben bulaşık yıkarken filan "Annee seni denize, adalara, göökyüzüne kadar seviyorum" diyor da, elimdeki köpüklü tencereyi filan bırakıp "Yıaa anne, bıraak" diye elimden kaçana kadar öpüyorum. Canım kıvırcığım <3

Hava çook sıcak. Ofisteyim, cep telefonumu evde unutmuşum. Bir tuhaf boşluk var. Yemekte yine tavuk var ama hayata olumlu tarafından bakıyoruz madem, karpuz var diye sevindim kendi kendime. Yanımdaki arkadaş (!) vize işlemleriyle uğraşırken, ben de "Ulan bu yaz tatil yapabilecek miyiz, yaparsak bikiniye girebilecek miyim?" diye dertleniyorum. Derde gel. Neyse, bir mayo bin ayıp örter. Of, o uzuun bayram tatili desen, daha 1.5 ay var. Ama olsun, bir yere gitmesem de izin alacağım. Kızımla zaman geçiririm. Umut etmesi bile güzel geldi şu an, ne de olsa yaz dediğin yılda bir kere geliyor. Ben de kızım gibi denizin hastasıyım. Olmadı, onun şişme havuzunu doldurur, elimde meşrubat içine otururum.

Kapanış "Mamak Türküsü", Jehan Barbur'la Evrencan Gündüz'den... Haydi Temmuz, artık bi yüzümüzü güldür.

4 Temmuz 2018 Çarşamba

İç şişmesi

Artık haberleri izleyemiyorum. Kızım izlemesin/duymasın diye uğraşıyorum. Haftalarca aranan, aranıp da bir türlü bulunamayan o çocukların canlı kalabileceğini düşünmüyordum ama, içimde ufacık da olsa bir umut vardı. Belki insafa gelip de bırakırlar diye. Bırakmadılar. Sağ komadılar el kadar bebeleri. Günlerdir o kadar çok şey okudum ki o çocuklarla ilgili... İçim çürüdü. Fotoğraflarına bakamıyorum.

"İdam gelsin!" naraları atılıyor, evet insan öfkeleniyor, kendi çocuğunu da düşününce hele, çıldıracak gibi oluyor ama çare idam değil. Bu haberlerin özellikle gözümüze sokulduğunu, idamı getirmek için ön hazırlık olduğunu düşünüyorum ben de. Bu kuzular ne yazık ki daha önce de kaçırılıp öldürülüyordu, bu kadar haberimiz olmuyordu sadece. Yavaş yavaş bizi bu idam fikrine alıştıracaklar. Acıyı, öfkeyi, lince hazır kitleyi kullanarak razı edecekler. Sonra gelsin gazeteciler, gitsin muhalifler...

Yoksa çocuk cinayetlerini önlemeyi 'gerçekten' düşünen; o vakıflarda, kurslarda olanlara göz yummaz, "Bir kereden bir şey olmaz.", "Çocuğun ve ailesinin rızası var." demez, diyemez. Vicdanı olsa, verilen önergeler oylanırken reddetmek için kaldırmaz o vicdanına koymadığı elini. Hadım da çare değil. Adamın cinsel hayatı bitmiş bitmemiş, kime ne! Şeriat ülkesi değil burası, orasını burasını kesmekle olacak iş değil. Tecavüz edenin çükünü, hırsızlık yapanın elini kesseydik ülkenin yarısı çolak kalırdı.


Selçuk Demirel
Şiddet gören çocukların şiddet gösteren yetişkinlere dönüşmesini önlemeli önce. Şiddet şiddeti doğuruyor. Ya da erkekliğe çok fazla anlam yükleyen, oğullarını öyle yetiştirenlerin kafasını değiştirmeli. Erkek evlat diye ağaca çıkan, oğlu olunca da deliren insanların kafasını. Nasıl olacaksa o artık... Her şey ailede başlayıp bitiyor. Sevgi görse, değerli olduğunu hissetse, böyle mi olur? Sanmıyorum olacağını... Sevgi derken abartı zırvalıklardan, pipisi var diye egosunu göğe erdirmelerden bahsetmiyorum.

Oğlunu sünnet ettirdi diye arabasının arkasına "Kızlar merak etmeyin hepsini kestirmedim. Şimdi attığım çığlıklar, ileride attıracaklarımın teminatıdır" gibi manyak yazılar yazdıran ana babaları eğitmekten başlamalı önce. Şaka sandım ama varmış böyle insanlar, alkışlıyorum kendilerini. Paşanızın, aslanınızın kestirdiğiniz o çok kıymetli uzvunun bir kısmını pilava, kalanını da buzluğa koyun. Arada çıkarıp bakar, gururlanırsınız. Erkek doğurmuşsunuz, boru mu? Değil! Y. Efe'yi de ilerde haberlerde, olmadı 3. sayfada görmezsiniz umarım. Çükü çeki olmadan da değerli olabilir evladınız, önce insan olsa mesela. Karşısındakine insan gibi davransa, pipisini beyninden/vicdanından öne çıkarmasa... O yeterince ilgi görmeyince, hayata küsüp saldırganlaşmasa... Kızların tek derdi senin pipin değil Y. Efe, emin olabilirsin bundan. Sakin ol. 





Hayvana tecavüz edenleri, pedofil olduğu belli olanları takip altına almalı. Maşallah internetten her şey takip edilebiliyor, herkesler ne yazmış görülebiliyor artık değil mi? Big badem is watching you! Hayvana şiddetin/tecavüzün, bunların başlangıcı/provası olduğunu düşününlerdenim ben. Savunmasız canlılara, yani hayvanlara ve çocuklara yapılanların birbiriyle bağlantısı var. "Yok açık giyindin, vay efendim kısa etek giyiyolla, içimiz gıcıklanıyo, salyamız pantula doluyo" meselesi değil bu. Eşek, köpek, kedi, damacana, bebek nasıl tahrik eder karşısındakini? Az bi insan olun! Az bi ağzınızdan çıkanı düşünüp saçmalamayın diyeceğim ama olmayınca işte, neyle düşüneceksin?

Bir yerden çare aramaya başlamalı. Ama önce bunu istemek lazım, isteyenleri seçmek/başa getirmek lazım. Artık komisyon mu kurarsınız, parklara/kreşlere/okullara sivil vatandaştan müfettiş mi koyarsınız... Yasa çıkması lazım, bu net! Yoksa öyle sosyal medyada profil karartmakla olacak iş değil. Evet, hepimiz yazıp ediyoruz ama sonrası "Ata'mın fotoğrafını beğenin de elalem çatlasın!" "Peygamberimizi seven bir milyon kişi bulabilirim." zincirleri gibi. Sonuç? Yok! Ama seviyoruz, o kesin! Somut bir şeyler yapmalı. Çünkü bu çocukların adı değişiyor, olan değişmiyor. El elde baş başta delirip küfrettiğimizle kalıyoruz. Bir süre sonra unutup gidiyoruz, çocuk mavi gözlüyse/güzelse biraz daha fazla üzülüyor çoğumuz (böyle de ikiyüzlüyüz) sonra hayata devam. Ateş düştüğü yeri yakıyor, anası babası nasıl dayanıyor bilmiyoruz.

Kızıma bedeninin bazı bölgelerine kimsenin dokunamayacağını anlatıyorum, dokunursa "Hayır!" diye bağırması gerektiğini söylüyorum, o minvalde kitaplar alıyorum, tanımadığı insanlarla bir yere gitmemesini öğütlüyorum. O istemiyorsa öpmüyorum, sarılmıyorum."Tamam, sen istemiyorsan öpmem" diyorum. Ben annesi olarak bunu yapıyorsam, sokaktaki tanımadığımız insanlar (teyzeler bile) niye öpüp sıkıştırsın, mıncırsın? Belki "Anneni tanıyorum ben, gel benimle gidelim yanına" diyenler için sadece ikimizin bildiği şifre de öğretirim ileride, bilmiyorum. Bunlarla ne kadar koruyabilirim onu da bilmiyorum. Okullarda bunlar anlatılmalı asıl. Paranoyak olacağız hepimiz sonunda. Minibüse otobüse de bindiremeyeceğiz, gölgesi olacağız çocukların. Bu mu normal? Çocuğu korkutmadan, kafasını karıştırmadan bunları anlatmak da kolay değil. Hepimize iş düşüyor.

29 Haziran 2018 Cuma

Hayaller hayaller ve kitap kasabası

Blogu unutmuşum. Yazacak bir şey bulamadığımdan mı artık, yazasım mı kalmadı bilmiyorum... Takip eden var mı acep hala, onu da bilemiyorum. Umut bağladığımız bir sürü şey de elde patlayınca (ki en büyük hayal kırıklığı son seçimdi galiba) yüreğim sıkıştı. İçim daraldı. 

Yaz desen, o da adabıyla gelmek bilmiyor. Haziran bitiyor, yağmur-şimşek gırla... Halıyı kilimi ormana-çayıra yayacakken, arabasına serer oldu millet. Hoş, yaz gelse sanki hemen tatil beldelerine koşacakmışım gibi bir hal bendeki de. En sakin ay ne zaman, Eylül; eh yine o zaman düşeriz yollara cepte para varsa. Ufak tefek, samimi aile işletmelerine gideriz belki yine. Annelerin kabak çiçeklerini sabahtan ayıklayıp dolmasını öğlene pişirdiği, oğulların servis yapıp babaların balık tuttuğu yerler işte... Ben bunları yazıp böyle minnak hayaller kurarken, yan masa komşum ailece yurtdışı tatil planı yapıyor misal. Hayat adil mi? Değil. Yuroyla dolar herkese eşit yükselmiyor demek.

Neyse. Kendimce tasarruf tedbirim ya da tüketmeme şiarım nedir, yeni bir kıyafet/ayakkabı vs almıyorum uzun süredir. Giymediklerimi/ay dursun ya da zayıflarsam giyerim dediklerimi de çeşitli yerlere bağışlıyor veya bazı sitelerde satıyorum. Bu satma işine yeni başladım. Memnunum valla. Değiş-tokuş mantıklı. Olduğundan ucuza gidiyor ama elden çıkıyor sonuçta. Kendim de oralardan alıyorum. Çünkü dolap dolusu kıyafeti, kutular dolusu ayakkabısı olup da hep aynı şeyleri giyiyorsa insan, e kilosu da umduğu gibi azalmıyorsa saklamanın/biriktirmenin alemi yok. Dolap ferahlasın. 

Bu satmaya/bağışlamaya kızımın küçülen ayakkabıları/kıyafetleri, oynamadığı oyuncakları da dahil... Misal topuklu ayakkabı giyen insan değilim, düğün dernek olur diye özenip almışım. Öylece duruyor. E topuklu ayakkabı da ihtiyaç sahibine bağışlanacak bir şey olmadığından, sat gitsin. Çocuk durmayıp büyüdüğünden, arada ona kıyafet alıyorum mecbur. 

Başka? Ne zamandır kitap okuyamıyordum, ona da az-çok vakit ayırabiliyorum şükür. Ayda 3-5 kitap bitirebilir hale geldim yeniden. Başucumda, çantamda durunca uyumadan önce ya da metroda gidip gelirken filan okuyabiliyorum. Metroda kitap okumama kızan insansılara rağmen... (Pardon biz sığamıyoruz, siz bir de kitap okuyorsunuz?!!! Canım benim, elimdeki kitapla senin göbeğinin/totonun kapladığı alanın korelasyonu sıfır, inan.)




Kızımla her gün 3-5 kitap okuduğumdan, çocuk edebiyatına daha hakimim bu aralar. Çocuk kitabı okuyan arkadaşlarımla da değiş tokuş yapıyoruz, iyi oluyor. Takas candır.

Birçok insan yurtdışına göç etme, buralardan kaçma planı yaparken benim uzaklaşabileceğim en uç nokta belli. En fazla İzmir'e geri dönebilirim gibime geliyor. Sahil kasabasına yerleşme şu an ütopik gibi. Hayali güzel ama. Annem torununa bakmak için bizimle kaç yıldır... Evini unuttu kadın. İzmir'de hem o kendi evinde olur, hem kızımı yine ona emanet edebilirim. Abim orada yaşıyor, babam oranın toprağında... Yine bir çekirdek aile ortamı. Arkadaşlarımız var İzmir'de, havası-suyu güzel. İnsanı medeni. Daha yaşanabilir geliyor. Buluruz kirası saçma yüksek olmayan düzgün bir ev... Bakalım.

İstanbul'dan yıldım. Metro-metrobüs dolusu suratsız insandan, pahalılığından, sağlı sollu dümdüz edilip kentsel dönüşen toz toprak içindeki sokaklarından, seçimi kazandılar diye ortalığı mermiye boğan manyaklardan, hafta sonu trafik ya da park yeri yokluğu yüzünden deniz kenarına bile gidememekten, meşguliyet yüzünden arkadaşlarını görememe saçmalığından bıktım. Kızımı İzmir'de büyütmeyi isterim. Okul çağı gelmeden çözebilsek iş mevzularını. İstanbul'da bırakmaktan üzüntü duyacağım pek de bir şey gelmiyor şu an aklıma. Acı. Ama gerçek. İki çay içip az lakırdı edecek vakti bulamadıktan sonra arkadaşlarınla, nedir yani?




Şöyle (şu üstteki) bir kasaba varmış, iltica edemesek de bir benzerini kurabilsek keşke... Fındık içi kadar yer ama çoğu ikinci el olmak üzere, 40'tan fazla kitapçısı varmış. Adı da Hay-on-Wye'miş. Galler’in İngiltere sınırında, Wye nehri kıyısındaki iki bin nüfuslu küçük bir pazar kasabası ve topluluğuymuş.




Biz böyle bir kitap kasabası kursak, kitaplık raflarının yakacak odun olarak görülüp sökülmesi, kitapların da çalınması kaç gün (hatta saat?) sürer acaba, bilemedim. Salman Rushdie'nin katıldığı "Hay Edebiyat ve Sanat Festivali" olsa hele, önce adını "Hay senin kitabını..." diye değiştirir, akabinde kitaplarla beraber konukları da yakarlar. 

Hele başında satıcı olmayan kitaplıktan kitabı alıp parasını posta kutusuna atmak filan, düşününce bi gülme geldi bak. "Aa, yok yok, bizim insanımız yapmaz öyle şey" demeyin, ben diyemiyorum artık. Diyebilen iyimserlere de en kalbi selamlarımı gönderiyorum buradan. Bizim insanımız kim, biz kimiz, ondan hiç emin değilim uzun süredir. Twitter'da takip ettiklerimizden, Instagram'da beğendiklerimizden ibaret değil bu ülke. Bu gerçek, her seçim dönemi yüzümüze yüzümüze vurulmasa iyiydi. Benden şimdilik bu ka, görüşürüz ki yine. Yani umarım. 

İyi şeyler olsun, ferah şeyler... Dondurma yiyelim, denize bakalım, çimlere oturalım, ağaçlara filan sarılalım.





22 Aralık 2017 Cuma

Absürt "Fırtına"

Aktivitelerden uzak yaşıyorum ne zamandır (yaklaşık 3 yıldır); evden işe, işten eve... Ofis toplaşmalarından da yıllardır kaçtığımdan, biletleri aylar önce alınan dün akşamki tiyatro buluşmasına hayır diyemedim. O kadar da yabanilik etmeyeyim diye... Ama tabii ki fiyaskoyla sonuçlandığını belirtmeme gerek yok. Kırk yılda bir çıktım ya, her tür saçmalık olur. Kızımla oyun oynayıp kitap okuyarak geçirseydim keşke dün akşamı da. Çocuğun ahı tuttu galiba. Hakkaten yılın en uzun gecesi oldu. İnsanların ofis dışında da kaynaşmaya  zorlanmasına gıcığım. 

Benim eve uğrayıp öyle gitmem gerekiyordu, Defne'nin fizyoterapisi filan... Sandım ki bir tek ben evden geleceğim, herkes ofisten topluca çıkar, bir şeyler yiyip içtikten sonra tiyatroya intikal edilir. 10 kişiyiz toplamda. 

Defne'yi akşam onunla olamayacağıma zar zor ikna edip metroya bindim. Çıkışta kılpayı kaçırdığım tramvayı, Kadıköy çarşının oraya kadar kovaladım. Sonunda vatman acıdı da açtı kapıyı, tıknefes bindim. Buluşma noktasına bi gittim ki 3 kişiler! Gerisi nerede? Gerisi, berikilere bir şey demeden ofisten tek tek tüymüş. Sonrasında haber de vermemiş. Yahu, 10 kişi yan yana oyun izlemek mi ofis dışında sosyalleşmek? Öncesinde iki laf etmez mi insan? Bunca yıldır gitmememin sebebini bir kez daha idrak ettim. İsabet olmuş. Bu kadar küçük bir güruhta bile gruplaşma, çekişme... 



Aksi gibi Shakespeare uyarlaması "Fırtına" oyunu da absürt ve tuhaftı. Tiyatro delisi sayılmam, modern tiyatrodan anladığımı da asla iddia edemem ama, uzunca bir süre oyun izlemem yani. Bana yetti. Gerçekten emek işi ve ortaya çıkan sonuç, göreceli. Uzun uzun tiratlar, kameralı ve patenli periler, ittire kaktıra biten 1. perde ve oyunun sonunda kara donla kalan adamlar... Tek sevdiğim ayrıntı, ekoseli ceket esprisi sayılabilir. İktidar, ihanet, intikam, affetme filan ama, ortaya çıkan sonuç zırvalık.

Gecenin 11'inde oyundan çıktığımda, bizim beyin "Kız seni özlemiş, uyumadı; seni bekliyor" mesajıyla topuklarım kıçıma vurarak taksiye atlamamla şahane bir final yaptı dün gece. Anahtarın sesini duyar duymaz, pijamalı kuzu bitti eşikte. Dudaklarını büze büze "Seni çok özledim annecim, sen gel diye bekledim" deyince, içimden hay şekspir'e de, bu soğukta ofis tayfasıyla sosyalleşmeye kasmaya da... Puding yemek bile dikkatini dağıtmamış.



Eve geldiğimde Hüseyin Avni Danyal'ı, annemin izlediği dizide de görünce asabım bozuldu. Oyunun sonunda o da cübbeyi çıkarıp çamaşırla kalacak diye ciddi ciddi endişelendim. O sahnenin anlamını, günahlardan arınma olarak düşünemedim ben. Ama sanattan anlamamak tam da böyle bir şey olabilir, bilemiyorum. 



Ekşisözlük'te oyunla ilgili hislerime tercüman olan yorumlardan şu ikisini şuracığa bırakıvereyim ben... Yılbaşına dair hiçbir heyecan, coşku hissedemiyorum. Yaşlılık böyle bir şey galiba. Bari çocuk sevinsin diye kitaptan ya da fotoğraftan yılbaşı ağacı filan yapayım. Evdeki tek yılbaşı göstergesi, vazodaki kokina ve birkaç yıldır kapıda asılı Noel Baba...

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Tatil iyi de dönüşü kötü

Yaz rehaveti... Sıcak ve bayık günler birbirini kovalarken, Defnoş'la minik bir parantez açtık. Analı kızlı bir Çeşme yolculuğu. Gerçi "Çocukla tatil yoktur, yer değiştirme vardır" cümlesine katılmamak elde değil. Pişir-yedir-uyut üçgeni, 2 yaş sendromu ve sonu gelmeyen "Hayıy"larla birleşince zorlasa da, güzel vakit geçirdik. 



Denizde-bahçede bol bol gezindi, bütün gün cıbıl ayak çimenlerde dolaştı, yere eğilip karıncalarla hasbıhal etti, bir sürü ağacın yaprağını/dalındaki kelebeği inceledi, çakıltaşı-kozalak-deniz yıldızı topladı, bahçedeki biberleri suladı, kitap okudu, suluboyayla taşları-çimenleri boyadı, parkta oynadı, dondurma yedi, canavar maskesine dönüştürdüğümüz mukavva kutuyla eğlendi, bizimle saklambaç oynadı, çimenlere yatıp yıldızları izledi, "Ay ay başım döndü" deyip dönerek elindeki sinek kovucularla dans etti. O eğlendi, ben de onun eğlenmesiyle eğlendim. Bir ara karpuza sarılıp yanındaki arkadaşlarıyla (kavunlar) denize gelmesini söylüyordu :)




Kendim içinse işten uzaklaşmak iyi geldi, İstanbul'a döndüğümde gözümün önüne gelip ferahlatacak birkaç güzel manzara biriktirdim. Azıcık kendimi dinledim. Kızımı izledim. Çocukken babamla kaldığımız kamp yerine baktım uzaktan; babamı ve o günleri özledim, o an yanımda olup da o günleri Defne'ye onun anlattığını geçirdim içimden. İşte öyle. Gözümün önünde büyüyen kızımın varlığı ve ektiğim koca gül fidesinin ardında mezar taşı kaybolan babam. Oysa o günleri hatırlamak bile tekrar yaşamaya yetiyor. 

Tatil iyi de, dönüşü gibi hayallerin tuzla buz oluşu da fena. İstanbul sıcak, kalabalık ve çirkin göründü gözüme. Bavulları boşaltmaya fırsat kalmadan sızdım, sabah da metrobüse binip işe gelirken camdaki aksimden kendim korktum. Öyle bir suratsızlık. Bir önceki akşam arkadaşların yaptığı ev rakısı yanında deniz fasulyesi kemiriyordum ama! Şimdi ise işe gitmek istemiyorum ve metrobüste kimseye değmemeye çalışarak ofise ulaşmaya çalışıyorum. Daha da tatilden pazar dönmem. Hiç olmazsa bir gün, evde uyum çalışması şart. Sevimsizsin İstanbul. 



4 Nisan 2017 Salı

Kitaplar kurabiyeler

Hop diye Nisan geldi, ne çabuk geldi yahu. Ülker dışında doğru düzgün 1 Nisan şakası bile yapılmadı galiba, ki genelde pek de komik olmuyor zaten. Olmuş ayın 4'ü. Ofiste nispeten sakin bir gün. Defne'ye ve kendime kitap siparişi verdim biraz önce idefix'ten, dört gözle bekliyorum. Kıza torpil geçtim biraz. 

Kendime Özge Samancı'nın "Bırak Üzülsünler-Türkiye'de Büyümek" ve Seray Şahiner'in "Kul"unu; Defnoş'a "Masal Yolu", "Babam Uyumak Bilmiyor" ve "Meşe Palamudunun Sırrı"nı aldım. 



Masal Yolu'nun güzelliği, hayal gücünü ve kitaptaki ipuçlarını kullanıp yönlendirmelerle kendi masalını uydurabilme şansı sunması. Mekanları, karakterleri, olay örgüsünü seçip oluşturmak bize kalıyor. Yani her gün bu çocuğa ne okuyayım/anlatayım sıkıntısından bir nebze olsun kurtarıyor gibime geliyor. 

Babam Uyumak Bilmiyor ise uyumamak için bin takla atan cimcim ya da cimcimeleri ters köşeye yatırarak rolleri değiştirmiş. Uyumayan babayı uyutma taktikleri. Defne her akşam aynı öyküyü/masalı defalarca anlatarak ya da "Sen de pijamanı giy, çorabını çıkar" diye zaman kazan kazanmaya çalışarak uykuya direniyor. Arada ben sızmaya, bey horlamaya başlıyoruz. Bu kitaptan umutluyum. 

Meşe Palamudunun Sırrı ise orman mühendisi bir babanın kızı olarak bitkilerin adını merak etmeye aşina biri olarak beni pek bi sevindirdi. Babam, ne zaman ormana/pikniğe bir yere gitsek ağaçları/çiçekleri inceler, isimlerini Latince ve Türkçe olarak bana söylerdi. Latincelerini aklımda tutamasam da çoğunun Türkçe adını öğrenmişim. Kızım da çiçeği böceği tanısın istiyorum. Tohumdan başlayıp ağacın/ormanın yolculuğunu bilsin. Benim ona okumam dışında, odasına çekilip kendi kendine kitap sayfalarını karıştırması, yüksek sesle anlatması hoşuma gidiyor. Bir arkadaşımın oğlu "neşe palamudu" diyordu meşe palamuduna, böyle çocuklar olsun yahu etrafta.




Vapurda kızına kuşları anlatan bir adam görmüştüm; kara mekeleri, karabatakları "Bak kızım bunlar ördek" diye anlatıyordu çocuğa. Zincirleme gidiyor demek ki, baba bilmezse çocuk ne bilsin.

Kendi kitaplarıma gelince, önce "Bırak Üzülsünler"'i okuyacağım. 80'lerde orta sınıftan bir kız çocuğun yaşadıkları çok tanıdık geldi. O zamanlardan kim bilir neler iz kaldı içinde. Küçük güvensizlikler, suskun haller, içe atıp patlatmalar, çekingen tavırlar... ve daha başka ne arazlar. Anlam veremediğimiz bir sürü sıkışmışlık hissiyatı, o zamanlardan miras sanki.

Evde bu aralar gittikçe dillenen bir cimcime ve anane olunca, hamarat faaliyetler başladı. Ikea'nın şu güzel teneke kutularda satılan zencefilli tarçınlı kurabiyesini pek sevdiydi Defne. Gidip gelip kemiriyordu. Dün gidip bakmış, teneke boş (ben de tırtıklamıştım bir miktar). Ananesi de kıyamamış, işten eve geldiğimde birlikte kurabiye yapıyorlardı. Adam kalıbı, minik oyun hamuru tahtası ve minnak merdanesi elinde, kedi enciği gibi her yere taşıdığı sandalyesiyle boyu mutfak masasına yetişiyordu artık. İkisini öyle görünce bi tuhaf oldum. Hisleniyor insan be. Annemle pek kurabiye pişirdiğimizi hatırlamıyorum, Defne bu anlamda daha şanslı. Toruna gösterilen sabır daha fazla, kabul edelim :)