7 Temmuz 2018 Cumartesi

Neyse, Patrick Melrose

Geçen metroda giderken, nasıl olmuşsa denk gelmiş oturmuştum. Arada hamileyim sanıp yer veriyorlar, çok yorgunsam hiç bozmayıp çöküyorum. Tam işe yarayacağı zaman göbeğimin ekmeğini yemeyeyim mi yani? Hamileyken yer vermediklerine saysınlar artık. Millet benim için kavga ediyordu o ara (böyle deyince bi havalı oldu ha), "Ay hamile kadına yer vermiyorlar ayıp be, şş kalksanıza gençler hüoop" diye. 

Neyse, tepemde dikilen kızın elindeki kitap dikkatimi çekti: "Neyse". Bi hoşuma gitti adı. Baktım yazarına, Emrah Kabba. Hiç duymamışım. Kendisi Twitter'da çok meşhurmuş, oradaki mahlası @yokmaalesef'miş. Bence kesin reklamcı. Hayatını yazarak kazanıyorsa öyledir gibime geldi. Bu imlayla editör olamaz, yok yok, değildir :) 

İnternet siparişlerine ekledim kitabı hemen. Başladım ama imla filan hak getire, anlatım bozukluğu gırla... Normalde acayip takılırım, resmen okumamı engelliyor ama rakı masasında muhabbet eder gibi yazıldığı için herhalde, çok da umursamadım. Metroda-metrobüste yer yer sırıtarak, arada kitabın kahramanı Nuri'nin bahtsızlığına hayıflanıp gülerek bitirdim kitabı. İyi geldi içime. Ananem, sevdiği yemeğin üstüne çay içince böyle der hep: "Ooh, iyi geldi içime; yakıştı"

Tavuk dönerden nefret ederim, gerçekten sarışınlık atfedip tapmasına da güldüm. Kitap çok heyecanlı yerinde bitti, devamı gelir herhalde. Şu blogger'ların dizüstü edebiyat serisi gibi, çok da bir şey beklemeden okunursa eğlenceli. Yani edebi bir tat, afili bir üslup beklememek lazım. Sürükleyici ama. Kafa yormadan lıkır lıkır gidiyor. ekşi sözlük'ten tanıdığım birilerinin tarzına benzettim, olur mu olur. Belki de kendisi suser, bilemedim. Soyadı filan, takma gibi. Kaba'ymış da Kabba yapmış sanki. Plajda, tatile çıkamıyorsanız da toplu taşımada okumak isterseniz kapağı altta. Kendisiyle yapılmış bir röportaj da >> şurada.




Ne zamandır dizi izlemiyordum. En son "Şahsiyet"e başlayıp bırakmıştım. Şimdi ise 5harfliler'de gördüğüm yeni bir diziye başladım: "Patrick Melrose". Başrollerde Benedict Cumberbatch, Hugo Waeving. İlki oğul, ikinci baba rolünde. Uyuşturucu bağımlısı, snob, takıntılı, aklının bir köşesinde intihar hep olan ve her şeyin 'kaliteli'sini arayan Patrick'in, babasının ölüm haberini almasıyla başladı ilk bölüm olan "Bad News". Normal insanlar için üzücü/yıkıcı olabilecek bu haberi sevinçle karşılamasından, babasıyla olan ilişkisinin nasıl olduğunu anlıyoruz aslında. Spoiler'ları okumamaya çalıştım, merak edenler için ben de anlatmayayım ama dizideki ilk çocukluğa dönüş sahnelerinden babasının onu çocukken taciz ettiğini açıkça anlıyoruz. Taciz deyince hafif kaçtı, bildiğin öz babası tecavüz ediyor 8 yaşındaki çocuğa. İyi piyano çalan, gaddar avcı, 'rafine' (!) zevkleri olan, zengin, sapkın ve acımasız bir baba... 

Küçük bir erkek çocuğun hayatı tam da burada kaymaya başlıyor. Karnıma ağrılar saplandı daha ilk bölümden. Dizi, edebiyat uyarlaması. Edward St. Aubyn’in aynı adlı roman serisinden uyarlanmış. Yazar, uzun yıllar tekliflere dirense de Cumberbatch'ın bir röportajında bu karakteri canlandırmayı çok istediğini söylemesiyle fikrini değiştirmiş. Beş ciltlik romanı, beş bölüme sığdırmışlar. 

Şu diyalog dizinin özeti olabilir:
* Öldüğüne üzüldün mü?
-Yaşadığı için üzüldüm asıl

İnsanlar durduk yere alkol/uyuşturucu bağımlısı, intihara meyilli olmuyor. Her şeyin kaynağı çocukluk. "Çocuktur anlamaz, hatırlamaz" denilen zamanlar... Son haberlerden sonra ruh halim böyle bir şey izlemeye hiç hazır değil. Sanırım karnıma ağrılar girerek, tırnaklarımı kemirerek izleyemeye devam edeceğim. Artık dayanabildiğim yere kadar. Uyuşturucu sahneleri beni biraz rahatsız etti. Patrick'in sürekli kendi kendine konuşması, babasını taklit etmesi filan çok üzücü. Hep şunu düşünürüm böyle travmalar yaşayan çocuklarda, anneleri hiç mi fark etmez? Daha korkuncu fark ediyorlarsa, nasıl ses çıkarmazlar? Bu nasıl bir çaresizlik olabilir? Muhtemelen kendileri de çocuklarına bunu yapan adamlardan şiddet gördükleri için.

Şuraya tanıtım videosunu bırakayım. Gıcık olduğum İngiliz aksanını sevdiren, çok acayip oyuncu Benedict hatrına izlenir... "Ya en iyisi olsun ya da hiç olmasın"




Geç keşfettiğim genç müzisyenler oldu bir de bu ara, ofisteki arkadaşlar ve spotify sağolsun. Bunlardan biri de Evrencan Gündüz. Kesin biliyorsunuzdur, Asım Can Gündüz'ün oğluymuş. Şarkıları eğlenceli, tarzını sevdim. Arkadaşlarıyla tıngırdatıp eğlenirken kaydetmişler sanki hep şarkıları. 

Annesi tarafından büyütülmüş. Daha 21 yaşında. 15 yaşında Beşiktaş vapurunda müzik yapmaya başlamış. Sonrası sokak müzisyenliği. Sempatik bir tip. Yıllarca (galiba liseye kadar) görmediği babası için "Çok iyi bir insan ama baba olabilecek biri değilmiş aslında, kendi çocukmuş. İstememiş çocuk, alamamış o sorumluluğu. Becerememiş" gibi bir lafı var. Hoşuma gitti samimiyeti, şefkatli ve sahici hali. Trip atmak yerine, babasını ve durumu kabullenmiş. Müziğin iyileştirici hali merhem olmuş yarasına. Baba meselesini çözemese, acısını çok çekerdi. Acıyı müzikle bal eylemiş. İyi kalpli olmak daha önemli şu hayatta. Kindarlıkla ömür geçmiyor. Aferin Evrencan.

"La La La" diye şarkı olur mu, olmuş...



Al, saçları ve müzik yeteneği babasına çekmiş işte. Genetikten kaçamıyorsun. Eh, herkes anne baba olmak zorunda değil, olmaya uygun da değil kimisi. Zorla değil ya. Hepimiz bir süre sonra, anne-baba olsak da olmasak da; bir zamanlar burun kıvırdığımız anne babalarımıza dönüşeceğiz. Mukadderat. Sonra gün gelip elimiz böğrümüzde, pişmanlık ve keşke'lerle yokluklarına alışmaya çalışırken bulacağız kendimizi. 

"Ya babama ve kaderime küsüp bunalım bir tip olacaktım ya da hayatıma devam edecektim." mealinde bir şey demiş Evrencan. İkinci yolu seçerek iyi yapmış, hayat küsmek ve bunalmak için çok kısa be gerçekten. Bunalım yaptığı zamanlara acıyor insan bir süre sonra. Ben de bir sürü ayı/yılı öyle geçirdim. Düşündüm de, ne saçmaymış. 

Şimdi ise tek derdim, kızımla daha çok ve güzel vakit geçirmek. Onun eğlendiğini, mutlu olduğunu görmek. İyi bir insan olduğunu... Sağlığıma dikkat edersem, sırf bu yüzden ederim yani. Benim için "Tatlı bir annem var, beni sevdiğini hep hissettirdi bana" dese mesela, delirecek gibi olurum herhalde sevinçten. Bazen ben bulaşık yıkarken filan "Annee seni denize, adalara, göökyüzüne kadar seviyorum" diyor da, elimdeki köpüklü tencereyi filan bırakıp "Yıaa anne, bıraak" diye elimden kaçana kadar öpüyorum. Canım kıvırcığım <3

Hava çook sıcak. Ofisteyim, cep telefonumu evde unutmuşum. Bir tuhaf boşluk var. Yemekte yine tavuk var ama hayata olumlu tarafından bakıyoruz madem, karpuz var diye sevindim kendi kendime. Yanımdaki arkadaş (!) vize işlemleriyle uğraşırken, ben de "Ulan bu yaz tatil yapabilecek miyiz, yaparsak bikiniye girebilecek miyim?" diye dertleniyorum. Derde gel. Neyse, bir mayo bin ayıp örter. Of, o uzuun bayram tatili desen, daha 1.5 ay var. Ama olsun, bir yere gitmesem de izin alacağım. Kızımla zaman geçiririm. Umut etmesi bile güzel geldi şu an, ne de olsa yaz dediğin yılda bir kere geliyor. Ben de kızım gibi denizin hastasıyım. Olmadı, onun şişme havuzunu doldurur, elimde meşrubat içine otururum.

Kapanış "Mamak Türküsü", Jehan Barbur'la Evrencan Gündüz'den... Haydi Temmuz, artık bi yüzümüzü güldür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder