29 Ağustos 2014 Cuma

Toplamak için dağıtmak lazım

Evdeki çalışmalar son sürat olamasa da, kaplumbağa süratinde hızlanarak devam ediyor. Nedir misal? Eski çalışma odasını (yani müstakbel bebek odasını) boşaltmaya çalışmak gibi... Hanfendinin üstüne DVD, ayaklarına kitap örtmeyelim diye uğraşıyoruz hep. Ikea evimizin her şeyi, bir şey eksilince yine ilk koşulan yer. Olmasa, n'aparmışız bilmem. Kitaplarda bile adı geçiyor artık, dolapları o kadar meşhur. Leylak Dalı'nın okuduğu "Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakirinin Olağanüstü Yolculuğu"nu merak ettim. İlk Salt Robinson ziyaretimde alayım. Üşenirsem de eğer, internetten.

Çalışma odasındaki, kışlıkların olduğu eski dolap, bey kendisini kapalı balkona kurmaya çalışırken parçalandı. Ağır ve hantal bir şeydi de zaten. Ama onu dar alana kurmaya uğraşırken hayattan tiksinen beyin parçaladığından şüphe ediyorum birazcık. Hop Ikea'ya git; yenisini, daha hafif ve ucuzunu al, mis. Ikea'nın, pek sevmediğim hurç mantığına yeni bir açılım getiren kutularını da sevdim, dağınıklık topluyor hakkaten. Kışlık paltolar yeni dolaba sığdı, o kutulara da bilumum ıvır zıvır doldu. 1. evre ucundan tamamlandı sayılır. Uyku tulumları, çadırlar, matlar da şimdilik bir yerlere sığıştı. Yaşasın dolapların kullanılmayan üst rafları ya da tavanla arasında kalan o en tepeleri, bugünler için lazımmışsınız!


İnsan yıllar içinde neler biriktirdiğine şaşırıyor. O kadar çok şey, o an anlamlı geldiği için saklanıyor. Anı deniyor, hatırası var deniyor. Halbuki çoğunun yok. Yıllar sonra baktığında çoğu hiçbir şey ifade etmiyor. Hatta bazısı içini acıtıyor, canını sıkıyor. O kadar çok şey çıkıyor ki dolaplardan, kutulardan... Dünya kadar ıvır kıvır. Bundan sonra kitap dışında bir şey biriktirmemeye karar verdik. Gazete, yayınevi ve dergide çalıştığım dönemlerden kalan bir sürü kitap var okumadığım ve okumayacağım. Onları da eleyip yine okullara göndereyim.

Bu ara, o ne zamandır devam eden kitap okuyamama halinden sıkıldım, aldıklarım hevesimi artırdı. İşyerinde oku-yaz, gerisine hal kalmıyor. Beyin başucunda bu kitap var, Robinson'dan aldı. Duygulandım görünce. Bebek, hamilelik vs pek okumazken ben, o olaya girmiş :) Neyse, 3 ayım daha var.

Balkondaki kışlık dolabının üstüne konunca kutular, Yoda hemen kutuların tepesine zıpladı, bir baktı, kokladı. Beğendi ki, devirmeden geri indi. Umarım bir dahakine içindekiler de onunla beraber inmez. Daha önce kediden aşırı korkan bir arkadaşımız yüzünden yatak odasına kapatmak zorunda kalmıştık kendilerini. Daha 1 saat olmadan, gardırobun üstünde emanet duran koca hurcu ikisi birden üstüne atlamak suretiyle indirdilerdi. Totoş araplar.

 

Derinliklerine daldığımız çalışma odasından yüzlerce DVD, dergi, plak, CD, kaset, kamp malzemeleri, elektronik zımbırtı çıktı. İki arşiv birleşince dağlar ediyormuş. Tüm bunları  'verilecekler', 'atılacaklar', 'kalacaklar' diye tasnif etmeye uğraşıyoruz. Üstlerine kağıtlar yapıştırdım karışmasın diye. Giysiler yine Açık Gardırop'a, dergilerle kitaplar bir okula ya da sahafa, fazla DVD'lerle CD'ler eşe dosta ya da başka bir yerlere. 

Dün gecenin bir vakti, kucağımda kutular... Babamın verdiği bir şeyler çıktı elimdeki kutunun içinden, dağıldım. Yanımdaki çöp torbasına girmek istedim o an. Bir eşya bile insanı nerelere götürüyor. Dedim içimden niye yok, nerede şimdi, neden göremiyor torununu? Sorular sorular... Yeter dedim bu akşamlık bu kadar tasnif, toplama. Bir şeyler okumaya karar verdim. O da olmadı, bir çikolata yiyip uyumuşum. Çikolata hareketlendirdi cimcimeyi. Evin her tarafı darmadağın kaldı, toplanacak inşallah bir ara. Toplanır di mi?




27 Ağustos 2014 Çarşamba

Bahçevanlıkta son nokta

Bahçıvanlık trendleri de almış yürümüş. Efenim yeni trend, kırık saksılardan oluşan çiçek/saksı düzenleme sanatı. İç içe birden fazla saksı da konabiliyor gördüğüm kadarıyla. Alttaki örneklere bayıldım. Saksının köşesini kırıp o parçalardan merdiven yapmak nedir yahu? Hele bir de içine kuzular, baykuşlar, kuşlar, yok efendim şatolar, balkabakları yerleştirmek... Karışık dondurma gibi, rengarenk. Özendim çok.

Kırık saksı içinde mikro bir dünya yaratmışlar. Kazayla kırmak neyse de, bu kadar düzgün merdiven yapması da bir dert. Çok acayip insanlarsınız yemin ederim. İmreniyorum ama asla bu kadar uğraşacak vaktim ve sabrım olmayacak sanırım. Belki emekli olunca... Ama bu beğenmeme engel değil tabii. Bakıyorum öyle uzaktan kedi gibi. Pek güzel.

Burada gördüm. Çiçekle toprakla uğraşmak güzel şey. Ama vakit lazım, yer lazım. Var mı böyle şeylere merakı olan, ben becerebilirim bunları; içine kuzu bile koyarım diyen? Can-ı gönülden tebrik edeyim kendisini :) Belki ben de heves edip başlarım. 2 kedi, 1 bebek ve kırık saksılar dünyası... Oyh!







25 Ağustos 2014 Pazartesi

Vapur, Salt Robinson, Duvarların Dili, uzun Cuma

İstanbul'un Anadolu yakası sakini olarak, ne zamandır yolumu Beyoğlu tarafına düşürememiştim. Üşengeçlik, tembellik vs dışında tipik İstanbul zorlukları işte. Göbekli halde hıncahınç dolu metrobüse binmeyi gözüm kesmiyordu, arabayla da deli trafik ve bulunamayan boş otopark yüzünden hevesim kaçıyordu. 

Hem beton deryasına dönen Taksim değil de, Tünel-Asmalımescit'teydi gideceğim yerler. Çözüm basitmiş: Arabayı Kadıköy'de vapur iskelesinin oradaki büyük otoparka bırak, Karaköy vapuru + tünelle Asmalımescit'e ulaş. Mis! Püfür püfür vapur yolculuğunu özlemişim. Trafik yok, üst üste binmiş insanlar yok. Rüzgar var, martı var, manzara var...





















Bu Cuma, Uzun Cuma'ydı Pera Müzesi'nde. Yani hem sergi gece 22'ye kadar açık, hem de ücretsiz. "Duvarların Dili" sergisini görmek istiyordum ne zamandır. İş çıkışı düştük yola. Önce Salt Beyoğlu'ndaki Robinson Crusoe Kitabevi'ne uğradık. Eski gözağrımın yeni yerini görmemiştim. Aklım hep eski dükkandaydı, üzülmüştüm oradan ayrılmak zorunda bırakılmalarına. Salt Beyoğlu'nun 4. katındaki yerleri gayet güzel olmuş; geniş, ferah... Karşılıklı raflardaki kitaplara bakarken, toto totoya geldiğiniz insanlara sürekli "Pardon" demeniz gerekmiyor. Eski yer, güzeldi evet ama acık samimiydi. Burada yeşilliklerle dolu bir balkon-teras benzeri bir yerleri bile var nefes alımlık. 




Burada kitapları oturup da karıştırabileceğiniz bir koltuk, kocaman da bir masa var. Piyano? Onun işlevini çözemedim. Belki küçük dinletiler oluyordur. Raflar arasında rahat rahat geziniliyor. Aradığım kitapları buldum, dükkan kapanıyor olmasaydı (20:00'de kapanış) azıcık daha kalıp birkaç tane daha karıştırmak isterdim. En azından kasadaki kibar çocuktan jelatinini açmasını rica ettiğim 100 liroluk yemek kitabını, neyse... 

Hamilelikte gözler de bozuluyormuş hafiften, 3 kez bakıp hala göremeyince yerini sorduğum Deliduman için "E önünüzdeki 3. bölümde" deyip sayemde beyle beraber pek eğlendiler, n'apalım bir süre köstebek de olacağız artık. Ama bey dahil hepsinin kahkahalarını duydum yani, kulaklara bir şey olmamış demek ki. RobKart'ın içindeki paralar da bitmemiş, hepsini onunla ödeyip cepten bir şey harcamayınca pek nefis bir alışveriş oldu.


Sergiye gelince... Duvarların Dili, graffiti ve sokak resmi örneklerinden oluşan bir sergi. Duvarlar, metrolar, trenler... Her yerden örnekler var. Memleketimizde ilk defa bu konuda bir sergi açılıyor, bu sergi bittikte sonra üstü boyansa bile eserler duvarın altında kalmaya devam edecek. Eh, bir Banksy yok elbette ama Keith Haring gibi sevdiğimiz adamların işleri mevcut. Haring'in ünlü desenleri, zamanında hip-hop plak kapağında bile yer almış.


Amerika'da 70'lerde başlayan akımın  günümüze uzanan örnekleri, sahiplerinin fotoğrafları, benim yabancısı olduğum hip-hop ve kaykaycı alemleri de var. Bir de alttaki gibi bu sergi için yapılmış işler. Fesli, kaytan bıyıklı uzaylı iyiymiş.





















Benim ilgimi en çok, C215 mahlaslı Fransız'ın işleri çekti. Duvardaki resimlerini fırçayla değil de, karton kalıpları ince ince kesip dantel işler gibi spreyle boyadığına inanamadım. Deli işi, ciddi emek istiyor. 


Kendini anlattığı videoda, aşama aşama nasıl uğraştığı yer alıyor. İzlerken insanın ağzı açık kalıyor. Tek tek kesiyor. Önceleri utanıyor, yaptıklarının fotoğraflarını çekip internete koymakla yetiniyormuş. İnsanlar ilgilendikçe kabuğunu kırmış. Kızının resimlerini dünyanın dört bir yanına (İtalya, İspanya) çizmiş; ağzında emzikle başlamış, kafasında bereyle 10 yaşına kadar gelmiş. Kız büyüdüğünde, kendini bir sürü ülkenin sokaklarındaki duvarlarda görünce mutlu olur herhalde. Ben olurdum yani.




Bunlar da hoşuma giden işlerden bazıları. Duvarı kaplayan endamlı abla, Logan Hicks'e ailt. Serginin daimisi Osman Hamdi'nin yeni gözdesi diyorlar kendisi için. Robinson, Pera rotasından sonra Otto Asmalımescit'e uğrayıp bir şeyler de atıştırdınız mı, tamamdır. Beyoğlu'nun Taksim tarafı elden gitse de Asmalımescit, Galata tarafı hala umut vaat ediyor. Buna sevindim doğrusu, İstiklal'in çorapçı-doncu dolmayan ender yerleri.





21 Ağustos 2014 Perşembe

Hedy teyze, büyüksün!

Gazetede fotoğrafını gördüm ilk. Yaşlı bir kadın polislerin arasında, elleri kelepçeli götürülüyordu. Suratında mağrur bir ifade. Azıcık da huysuz ihtiyar hali var sanki. Yer, Amerika Birleşik Devletleri. Kimileri için rüyaların, fırsatların ülkesi. Geçenlerde polisin silahsız bir siyahi genci, 23 yaşındaki Michael Brown'ı 6 (ALTI!) kurşunla vurup öldürdüğü özgürlükler ülkesi de aynı zamanda. Ferguson'da halk artık polis şiddetinden de, ırkçılıktan da yıldığı için bu son olayda protestolar şiddetlendi; ortalık karıştı. Obama itidal çağrısı yaptı, kimse umursamadı. Başgan, o çağrıyı polislere yapsa daha iyi olurmuş aslında. Herkes isyan etti. İyi de oldu. İnsanların ses çıkarması iyidir; ortalık acık toz duman olsun, zarar çıkmaz. 

Benzer bir olaydan esinlenerek geçen sene çekilen ödüllü bir film, var Fruitvale Durağı. Bu olayda da polis silahsız siyahi bir genci, Oscar Grant'i metrodan indirip silahla vurmuş. Arkadaşlarının gözü önünde. Üstelik elleri arkadan kelepçeliyken ve hiçbir sebep yokken... İzlerken sinirlerim bozulmuş, filmin sonunu tırnaklarımı kemirip ağlayarak getirebilmiştim.



Gelelim kelepçeli yaşlı teyzeye... İşte o da, 1924 doğumlu Hedy Epstein da bu protestolara katıldığı için gözaltına alınanlardan biri. Evinde oturup örgü örmek yerine, bir sürü insanla birlikte polis şiddetine ve ırkçılığa dur demek için sokaklara döküldü. 90 (DOKSAN) yaşındaki, St. Louis'de yaşayan bu kadın, Vali'nin bürosu önünde toplanmış insanlarla beraber protesto hakkını kullanırken, polisin "Dağılın!" uyarısına uymadığı için gözaltına alındı.

Kendisiyle ilgili bir yazıya, ara ara baktığım riya tabirleri'nde rastlayınca haberdar oldum ayrıntılı hayat hikayesinden. Kelepçelenmiş götürülürken şöyle demiş muhabire: "Ben bunu yeni yetmeliğimden beri yapıyorum," (Filistinlilerin hakları için İsrail'e düzenlenen protestolara, eylemlere çok katılmış, bazılarını örgütlemiş.) "Ama 90'ıma geldiğimde hâlâ yapmam gerekeceğini düşünmemiştim. Bugün ayağa kalkmalıyız ki, insanlar 90 yaşına geldiklerinde hâlâ böyle yapmak zorunda kalmasınlar." Yürü be Hedy teyze!



Aslında Hedy teyzenin hayatı da pek kolay geçmemiş. "Kindertransport" çocuklarından biriymiş. İngiltere'nin, Nazi hakimiyetindeki Almanya, Polonya, Çekoslavakya, Avusturya ve Danzig'den çoğu Yahudi olan yaklaşık on bin çocuğu kendi topraklarına götürüp güvenlik altına aldığı bir operasyonmuş "Kindertransport".  Sayesinde birçok çocuk hayatta kalma şansı yakalamış. 2. Dünya Savaşı'nın başlamasına dokuz ay kala gerçekleştirilen bu operasyonla kurtarılan çocukların hemen hepsi, ailelerinin soykırımdan kurtulan tek üyeleri olmuşlar. Acıklı bir hikaye. Hedy Epstein da 14 yaşındayken, götürüldüğü İngiltere'den ABD'ye göçmüş, 1948'den beri de burada yaşıyor.


Hedy teyzeyi daha yakından tanımak için Los Angeles Times'taki röportajı: "Holocaust survivor explains why she became Palestinian rights activist".

Hikayesini okuyunca duygulandım, 90 yaşında ve haksızlıklara karşı sessiz kalmıyor. "Aay oram ağrıyor, ooy çok fenayım" deyip yün çoraplarıyla koltuğunda oturup bütün gün pencereden sokağı da izliyor olabilirdi. Kanım ısındı kendisine birden. Üstelik hayatını sürdürmesi de bir kurtarma operasyonu sayesinde olmuş. Soykırım, savaş, ırkçılık... günümüzde hâlâ tartışıyor olmaktan utanmamız gereken sözcükler. Ama nalet olsun ki, ne yazık ki varlar. Hedy teyzeyi merak ettim. Bir gün kurabiyemi alıp gitsem, parktaki banklarda termostan bir çay içip muhabbet eder miydik  azıcık? Hem şu alttaki kolyesini de pek beğendiğimi söylerdim arada çaktırmadan. 

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Büyüyen göbek, artan tembellik ve olanlar bitenler

Havalar bir acayip oldu. Hafta sonu evde şakır şakır terlerken, bir anda kara bulutlar sardı her yanı ve bir saniye önce kıpırdamayan perde, deli rüzgardan dışarılara uçtu, kapılar çarptı. Obi ile Yoda'nın da ödü koptu. Bu ka tırstıklarını bilmiyordum rüzgardan. 

Noluyo?!
Gerçi fark etmedi, sonrasında da tosur tosur uyudular. Meteoroloji, saati tam olarak tutturamasa da (en azından Anadolu yakasında) fırtına ve yağmuru bu sefer bildi. Ortalığı sel basarsa diye korkudan panço yağmurluk aldım yanıma, ama henüz fırtına yok. Bu havada beyle nezle olmayı başarıp evde şıpır şıpır halde, kaynar ıhlamur ve tavuksuyu çorba içmemiz de saçma oldu. Klima pis çarpar!

Fırtına mı? Yok canım...
Evi toparlamam, evde bir takım değişiklikler yapmam lazım. Çalışma odasını bebek odasına döndürmek üzere hamle ettik. Onca kitap ve DVD nereye sığacak, o masa ve dolaplar nereye gidecek, onca eşya nasıl ayıklanacak; hala bir fikrim yok. Göbek büyümeye başladıkça gün daralıyor ama kendi tembelliğimden endişe eder oldum. Üstelik koca göbekle bunları yapmak, en basitinden yere eğilmek bile pek kolay olmayacak. Uyurken, yana bile yastık desteğiyle döndüğüm düşünülürse... Eh, kız gelince, kitapların arasına yatırıp ayaklarına da DVD örterim artık. O da bi zahmet odasını toplasın.

Bi zahmet önce anası toplasın
Bebek eşyası, giysisi namına tek çöp almışlığım da yok. Şirin hediyeler geldi, sağolsunlar ama bende alışverişe dair hareket yok. Nedir bu rahatlığın nedeni bilmiyorum. Hormonlar olabilir. Gebe gevşekliği? O da olabilir.(Gebe lafına da gıcığım nedense) Onca şey okuyup yazarken, bebek konusunda bir kitap olsun okuyasım yok. Mesleki deformasyon. Yiyip içip duruyorum galiba daha çok. Doktor az ye diyor hatta. Olabildiğince arkadaşlarımla görüşüyorum, gittiğimiz yerlerde alkolsüz bira satmamalarına bozuluyorum ama yapacak bir şey yok... Hayat bir süre ayranla geçecek. Bebek olunca başka bir boyuta mı geçeceğim acaba, bir anda sürekli bebek kakası ve kusmuğundan mı konuşmaya başlayacağım? Oy! Bu biraz ürkütücü. Neler olacak, göreceğiz. Ben de merak ediyorum doğrusu.

Herkes "Onu alma gerek yok, bunu al; yok yok, bunu da alma, bizde var; çok az kullanılıyor zaten, işini görür" diyor. Saydıkları alet edevatı duyunca, ne çok ıvır zıvır olduğuna şaşıyor insan. Bir kısmı da "Hazır Yunanistan'dan 6 aylık vizen varken, bebek de gelmemişken kocanla gez; çocuk olunca bir yere kıpırdayamayacaksın" diyor. Ki bu bana daha mantıklı geldi misal. Annem bu fikri sevmese de. (Ama biz kampa filan götürürüz diyorduk, öyle hemen olmuyor mu?) Uçağa binme yasağı da başlayacak ne de olsa bir süre sonra...

Höf, her şey çok komplike bazen.

Yoda, bi el atsanız?
İzmir'deyken annemle vakit geçirdim hep. Saçlarını kazıttık. Urla'da tatildeyken, kemoterapi yüzünden dökülmeye ve moralini bozmaya başlamıştı. Gerçi kuafördeki kazıtma anı da pek kolay olmadı. 36 senelik annemi bir anda sıfıra vurulmış kafayla görmenin şaşkınlığından ziyade, onun üzülmesi ve gözyaşı dökmesi canımı sıktı. Ama geçecek... Ayrıca dazlakken de güzel olduğunu buradan da belirtmek isterim kendisine. Valla iltifat değil. Evet, zor bir süreç ama atlatacak. Birçok insan "Kökü onda, üzülmesin; nasılsa yine çıkacak." diyor, doğru. Her ne kadar "Ne var bunda ya?" diyenler de olsa, bir kadın için büyük bir değişiklik ve şok bu. Başına gelmeyenin anlaması hiç kolay değil. Evet, kökü onda; evet, yine çıkacak ama basit bir şey değil. Sağlığı hepsinden önemli elbette. Her şey iyi olacak, umuyorum. Cimcime de kabak doğacak hem, anneannesinin saçları çıkacak o gelesiye.

Hayatım şimdilik bu minvalde. Mesai bitmek üzere, bugün pazartesi, sıkıldım, acıktım; yağmur da yağacaksa yağsın artık.

14 Ağustos 2014 Perşembe

Nakışlı minnaklar

Chloe Giordano, hayvansever, illüstratör ve nakışçı... Oxford kökenli. Kendi tanımlamasına bakılırsa şekliyle berbat bir örgücü, tarih meraklısı, tutkulu da bir okurmuş aynı zamanda. Gergefinde minik hayvan desenleri işliyor. Hepsi de çok sevimli. Gerçek renklerinde işlediği hayvancıklar, canlı gibi duruyor. Uyuyan fareyle ceylana bayıldım. 

Tasarladığı kitap kapakları da var.



 3 boyutlu ve 2 boyutlu işleri de sevimli. Kumaştan, içi dolu minik hayvancıklar...



Dikişe nakışa yeteneğim de merakım da yoktur ama anneme, en son yıllar önce gördüğüm gergefini çıkarmasını söylesem mi acaba?

Giardano'nun sitesi burası, şurası da blogu. İşlerini aşama aşama görmek için de buraya bir tık. Facebook  hesabı da var.






Via

12 Ağustos 2014 Salı

Goodbye captain, my captain...

"Günaydın Vietnaaaaaaaaaam!" Bu ses de sustu. Söyleyeni göçüp gitti bu diyarlardan.

Sabah sabah üzücü bir haberle uyandım. Bu akıllı telefonlar daha yüzünü yıkamadan felaket haberlerini de getiriyor insana. Robin Williams evinde ölü bulunmuş. İntihar ettiği, kendini astığı söyleniyor. Çok fena, gerçi ölümün her türlüsü korkunç. Diyecek bir şey yok. Başarı, şöhret ve yaratıcılığın depresyonla kol kola gezmesi ilk değil.

Ünlü, sevilen kişilerin mutlu olduğu düşünülür ya... Kardeşim paran var, seni seven bir sürü insan, ailen var; ünlüsün, nedir derdin yani? Değil işte. Bu kocaman bir klişe. Fıkradaki, herkesi güldürüp de kendi delice mutsuz olan palyaço gibi. Psikolojik/psikiyatrik destek alıyormuş zaten, tedavi yetmemiş demek ki. İnsanın içinde neler olup bittiğini anlamak kolay değil, eminim çabalamıştır.

Robin Williams, sevdiğim bir aktördü. Özellikle "Ölü Ozanlar Derneği", "Can Dostum", "Uyanışlar", "Balıkçı Kral", "Kanca", "Günaydın Vietnam" filmlerindeki rolleri ve daha bir sürüsü... Hele ÖOD, defalarca, ağlayarak izlediğim bir filmdi. Kitabını da çok severdim. Çocukluğumun ya da gençliğimin bir kısmı kopup gitmiş gibi hissettim sabah haberi öğrenince. İnsan, tanımadığı birinin kaybına bu kadar üzüleceğini tahmin edemiyor.

Fotoğraflarına bakarken, en çok şu lafının olduğu kare içimi burktu. "Eskiden bu hayatta en kötü şeyin yapayalnız kalmak olduğunu düşünürdüm. Değil! Hayattaki en kötü şey; seni yalnız hissettiren insanların arasında kalmak." Sırtında kahkaha yüküyle gezen hüzünlü bir adammış Robin Williams. Ruhu huzur içinde olsun.

İntiharı kesinleştikten sonra şöyle bir de yazı okudum, çok doğru tespitler içeriyordu. Yani 'aman işte uyuşturucu' demeden önce bir hastalık yüzünden bunlarla başa çıkamadığını bilmek önemli. "Yaşadığı güçlüklere, savaştığı hastalığına ve tüm zorluklarına rağmen iyi bir insan, iyi bir eş ve baba, hepimizi güldüren, düşündüren çok yaratıcı bir komedi dehası olabildi."

"Onun ölümüne değil, yaşamına hürmet edip nasıl öldüğüyle değl, nasıl yaşadığıyla ilgili konuşabiliriz."

Güle güle kaptan, bizim kaptan...