10 Şubat 2017 Cuma

Vejetaryen, anılar, Torschlusspanik #10

Yollarda okuyabildiğim 'Vejetaryen'i bu sabah metrodayken bitirdim. O tıkış tıkış kalabalığın içinde kitap elimde, öyle kalakaldım. Beğenip beğenmediğimden emin olamadım. Kekremsi bir his kaldı zihnimde. Vurdu gitti. Çaktırmadan yumruklayan, insanın içine oturan bir kitap. Kol kola girmiş üç hikaye, rüyalarla başlayan ve bir sürü hayatı etkileyen tuhaflıklar silsilesi. Tavsiye eder miyim, kendinizi dipte hissettiğiniz bir dönemdeyseniz okumayı erteleyin derim. 

Sevdiğim blogların birinde rastladım alttakine. Yaş 40'a yaklaşırken tam da böyle hissediyor insan galiba. Yani bir sürü şey için geç kaldığı, artık önünde bir kapı açılmayacağı/fırsat çıkmayacağı hissi. (Sanki daha önce çıkan fırsatları değerlendirmiş gibi) 

Torschlusspanik (Almanca): "Kapanan-kapı korkusu", yahut yaş ilerledikçe fırsatların kayıplara karışmasından duyulan korku.
Dün uzun zamandır görmediğim ve özlediğim bir arkadaşımla buluştuk, ordan burdan konuşurken yeni neslin bazılarında olan, o karşısındakini dinlemeyen ve her şeyi kendinde hak gören o aşırı özgüveninden laf açıldı. Artık iş hayatında sıkça karşılaştığımız bu türlere bizim uyum sağlamamız bekleniyor, çünkü devir onların devri. Onlarınki mi cüret, bizimki mi eziklik? Geçen gün kasada önümdeki kızın (taş çatlasa 15-16'ydı) "Bize Kuyucaklı Yusuf gibi saçmalıkları okutuyorlar inanabiliyor musaaaan?" dediğinde, ayakkabımı çıkarıp ağzına vurmak istedim. Kitaba bu kadar uzak oluşlarını, her şeyi internetten öğrenebileceklerini sanmalarını, bu uçsuz bucaksız -kaynaksız özgüvenlerinin nedenini anlamakta zorlanıyorum ben. Yaşlılık.

Memlekette olanları anlamaya çalışmayı ise bıraktım. Bir KHK ile bir sürü akademisyenin üniversiteyle ilişiğinin kesilmesini, işlerinden/okullarından/öğrencilerinden/ekmeklerinden edilmesini; onlardan daha öğrenecek bir sürü şeyi olan bir neslin de karanlığa mahkum edilmesini izledik. Yazarlar, bilim adamları, akademisyenler, içlerinde orkestra şefi de var. Çıldırmak işten değil. Elbet bu günler geçer; onlar görevlerinin başına dimdik döner ama bu utanç kalır. Hem de onların değil, sebep olanların boynunda asılı kalır. 

Bugün pek keyfim yok. Bir şey yapasım da yok. Sabah iyiydim aslında. Kendini prenses sanan bitch canımı sıktı. Hayatı iş ve ev diye ikiye yırtasım geliyor bazen. Keşke buradaki bir sürü saçmalığın zihnimde bu kadar yer kaplamasını engellemeyi becerebilsem... Tam da şu an, olmak istediğim yer hiç de burası değil. Aksi gibi, canım sıkılınca hemen suratımdan belli oluyor. Kimseyle konuşasım gelmiyor, iyiymiş gibi de yapamıyorum. Poker surat olmamak, iş hayatı için eksi puan.  Sinsi ofis insancıklarına, ima kraliçelerine tahammül etmeye çalışmak yorucu. İş hayatı işin yoğunluğuyla değil, bir denge tutturmaya ya da kendini korumaya çalıştığın insan psikolojileri nedeniyle ruh bulandırıyor. Daha iyi bir iş bulamama ve tek maaşla geçinememe korkusu, insanı tuhaf yerlere ve insanlara mecbur ediyor. Neyse ki bugün cuma. Hafta sonu hiçbirini görmek zorunda kalmayacağım 2 günüm olacak. Oh be.


Çelıncda 10. soru. İşte zor sorulardan  biri. Beynin kaydettiği onca an ve anıdan hangisi hep benimle olsun isterdim? Herhalde yine çocukluktan bir gün olurdu. Fethiye'de otururken yazları Çalış'taki kampa giderdik. Hava çok sıcak olduğundan, öğlenleri uykuya yatırırdı annem. Bense çok sıkılır, herkes uyumuşken bikinimi giyip (bağlayamadığım iplerini de komşu barakadaki ablaya bağlatıp) denize koşardım. Yokluğum fark edilene kadar çakıltaşı toplar, denize girip kendimi kurutup geri dönerdim. O çadır kampını, çadırlar arası komşuluğu, arkadaşlarla akşama kadar oynadığımız oyunları hiç unutmadım. Bir sürü çocuk, akşama kadar ortalığın altını üstüne getiriyorduk. Bazen gözümü kapatınca o günler geliyor. O insanların çoğunu bir daha hiç görmedim, içlerinden bir tanesi opera sanatçısı oldu; Fazıl Say'ın Sait Faik konserinde yer alacak hatta. Konsere gitmeyi çok istiyorum ama bilet fiyatları hevesimi kursağımda bıraktı :/ 

Pek sevdiğim Keanu'nun bu fotoğrafı, her seferinde içimi burkuyor. Sanki Holivud yıldızı gibi değil de dünyanın bütün kederi omzuna çökmüş, bank üstünde kağıda sarılı Tekel votkasını yudumlayan bıçkın mahalle abileri gibi. Defnoş'u uyuttuktan sonra bi "Constantine" izleyesim geldi. O zaman, iyi hafta sonları. Olabildiğince iyi. 


2 yorum:

  1. Canımsın, keşke hepimiz birbirimize sarılabilsek, birazcık olsun iyi hissederdik belki. Yukarıdaki sebeplerle üç gündür divane gibiyim, kardeşim benden daha makul ve sakin. Benimki annelik içgüdüsü sanırım, korumacı, vahlanmacı. aramızdaki yaş farkı çok olunca abla-kardeşten ziyade anne-kız gibiyiz biz.
    Hayat bizi sınaya sınaya bitiremedi, daha da sınayacak vaziyet öyle gösteriyor, yine de enseyi karartmayalım. o "Torschlusspanik"i de boşver, senin yaşın o panik için çok erken daha, bende bile yok, hala bir sürü şeyi yaparım ama içimde istek yok. Yine de keşke kanun çalabilseydim şu carpal tunnel tebelleş olmasaydı ellerime de. Ne gam ben de çalamazsam dinlerim :) Öperim seni ve Defnoş'u :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ah ablacığım, Ankara'ya doğru sarılasım geldi şu an. Her daim gülümsemeye çalışan sana, dimdik duran kardeşine... Siz şahane kardeşlersiniz. Koruyamıyoruz ama en azından güç vermeye, destek olmaya uğraşabiliriz; ne bileyim. "Artık ne kadar şaşıracağız, üzüleceğiz" dedikçe daha beteri geliyor ya, hakkaten sınanmaktan yorulduk. Hep güzel günler göreceğiz umuduna sarılmak istiyorum; iyi şeyler olacağına, bu devranın döneceğine inanmak istiyorum.

      Panik için erken mi, bak şimdi biraz içim rahatladı. Bazı günler hakkaten içim yaşlanıyor. Bahar gelsin geçer :) Kanun da çalarsın bence. Geçen gün 106 yaşında huzurevinde "nişanlanan" teyzeyi okudum, ah be dedim, işte bu! Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak :) Ben de öperim seni ve kardeşle beraber sarılırım :)

      Sil